Ne 1975-80 arası öğrencilik yıllarımda ne de daha sonraki 1993’ten beri gidiş gelişlerimde, Bursa’da bir Yahudi azınlığın yaşadığını duymuştum. 70’li yılların günlük hengamesi, 90’lı yılların “turistik” ziyaretleri böyle bir duyumu engelledi belki. Geçen yıl gittiğimde sohbet ederken, bir arkadaşımın ağzından, “Yahudilik” diye bir bölgeyi çağıran bir söz çıktı. Merakımı yenemeyip sohbetin uygun bir yerinde sordum. Sözünü ettiği bölgenin Yahudilerle bir ilgisi var mıydı?
Eskiden orada Yahudiler oturuyor olmalıymış. Hatta Yahudilere ait bir ibadethanenin olduğunu sanıyormuş. E… neresiymiş burası?.. Tarif etti.
Halk arasında Arap Şükrü olarak bilinen ve aynı adlı kişinin meyhanesinin bulunduğu sokak, gençlik yıllarımızda iyi bir çağrışım yapmazdı. Gençliğin içkiyle arasına koyduğu mesafe, o sokağa girmesini bile gereksiz ve anlamsız kılardı. Ben de o sokağın Altıparmak Caddesi’ne açılan ucuna yüzlerce kez teğet geçmiş olmama karşın, bir defa olsun sapıp da içine girmiş değildim. Ta ki 1999 Kasımında Yahudilik’i aramaya gittiğim ana kadar.
Sokağın daha başındaki o küçük, meydanımsı alanda bir balıkçı vardır. Hatta o balıkçı orada ben bildim bileli vardır. İşte o balıkçıyı geçip, sokağa adımımı atıyor ve gözlerimi bir uçtan bir uca gezdirerek sokağın sanki bir fotoğrafını çekiyorum. Sonra yavaş adımlarla ilerlerken sağı solu daha detaylıca inceleyecek, ibadethaneyi arayacağım.
Güneşli bir sonbahar günü; yazdan kalma denir ya işte öyle. Böyle güzel bir havaya hazırlıklı değilim. Sırtımda abadan bir kaban var. Bir de üstüne üstlük elde taşımak apratik ve yorucu olduğu için sırtımda taşımak zorunda kaldığım, içi doluca bir sırt çantam. Yavaştan terlediğimi hissediyorum.
Sokağın iki yanına özenle yerleştirilmiş, akşamın konuklarını ağırlamaya hazır masalar, bembeyaz örtüleriyle sokağı süsler gibi. Arada beyaz gömlek, siyah pantalon giysileriyle dolanan bir kaç garson var. ”Abi buyrun!” diyerek üzerime yürümek için vaktin henüz erken olduğunun onlar da farkındalar. Yavaşlayıp, işlerini yapar gibi gözükürken, o an benden başka kimsenin geçmediği sokakta, göz ucuyla beni süzdüklerini fark edebiliyorum. Gene de bir müşteri olabilir miyim…
Birkaç tanesini geçtikten sonra, sonuncu garsonu selamlayıp sorumu soruyorum. Böylece meraklarından da kurtulmuş oluyorlar.
-Ya buralarda bir Yahudi ibadethanesi varmış. Nerede biliyor musunuz?
-Haa!.. diyor, abi işte şu köşe.
-Sağ ol!
Az ilerleyince boyu, kendisini çeviren duvarlardan az yüksek olan havranın önünde buluyorum kendimi. Beyaz badanalı, düz ve yüksek bir duvarın ortasında özenle yapılmış büyük, ahşap bir bahçe kapısı var. Köşeyi umutla dönüyorum daha açık bir görüntü umarak. Ne yazık ki o tarafta da aynı yüksek duvar ve benzer bir kapı var. Havranın ancak çatısını görmek mümkün olabiliyor.
Memnuniyetsizliğimin yüzüme vurduğunu, havranın tam karşısına düşen küçük bir mahalle kahvesinin önünde oturan bir kaç yaşlı amcanın, biraz da merak dolu bakışlarıyla karşılaşınca anlıyorum. Yapacak bir şey yok. Yaklaşıp selam veriyorum ve masalarına oturmak için izin istiyorum. Zaten günün sohbetini tüketmiş gibiler. Buyur ediyorlar. Bir amca hiç de vakit kaybetmeden ve bana sormaya bile gerek duymadan içeriye sesleniyor.
-Bak oğlum, abin ne içecek!
Böyle gönlü zengin bir kültüre ait olmanın gururu (ya da “dayanılmaz hafifliği” mi deniyor?!) kıpırdıyor içimde. Teşekkür edip bir çay istiyorum. Burada bir havra olduğunu yeni duyduğumu, merak edip görmeye geldiğimi söylüyor, hâlâ oturan Yahudi olup olmadığını soruyorum, biraz da kendimden bahsettikten sonra. Çok az Yahudi’nin olduğunu ama şu an kimseyi bulamayacağımı söylüyorlar. Laf havraya gelince, “Kuş uçurtmazlar! Turistleri bile sokmuyorlar içeri!” türünden, biraz da gizemli yorumlar yapıyorlar. Yahudilerle ilgili söz bitince, sohbetin yönü değişiyor. İsviçre’ye uçakla kaç saatte gidildiğini soruyor içlerinden biri. Üç buçuk saatte diyorum, İsveç diye düzeltmeye gerek duymadan.
Çay ve sohbet için teşekkür edip kalkıyorum. Havranın duvarını ve çatısını bir kez daha süzüp, geldiğim yöne doğru yürüyorum. Garsonun sırf “tanışıklığımızı” belli etmek için sorduğu “bulabildiniz mi abi?” sorusunu, evet diye yanıtlıyorum. “Hoşçakalın, iyi günler!”
Yarın İsveç’e döneceğim diyorum içimden. Ben orada azınlık bir kültüre aitim. Gençliğimin önemli bir bölümünü geçirdiğim Bursa şehrinin, varlığından yenice haberdar olduğum azınlığı hakkında fazlaca bir şey öğrenemeden döneceğim. Sokağı yeniden ziyaret etme isteğimi, içimde bir yerlere kaldırıyorum.
Sokak bitiyor. Bütün balıkçılar gibi; sırtında yün kazağı, başında yün başlığı ve ayaklarında lastik çizmeleriyle balıkçı, yuvarlak tahta tezgâhlarına özenle dizdiği balıklarına; mavi, plastik bir maşrapadan avcuna doldurduğu suları serpiyor. Taze, canlı canlı görünmeliler!
-Buyur beyim diyor, balık verelim!
Oysa ben çupralara, levreklere, palamutlara onları özlediğim için bakıyorum. Alsam nerede pişireceğim. Benden umut yok, anladı. Sesini bir perde daha yukarı çekerek, bu kez ortalığa bağırıyor.
-Derya kuzusu bunlar!
Sesinde biraz da sitem var gibi.
* * *
Bu yaz Bursa’ya yine gittim ya, Yahudilerle görüşme düşüncemi gerçekleştirmek istiyorum. Artık sokağı ve havrayı aramam gerekmiyor. Doğru o sokağa gidiyorum. Yine bir akşamüstü. Hava yine güneşli ama fazla sıcak. Üzerimde bir tişört ve aynı ağırlığıyla sırt çantam. Ve ben -bu kez daha fazla- yine terliyorum. Yine beyaz örtülü masaların arasından geçiyorum ama garsonların bana merakla bakıp bakmadıklarına bile boş veren bir aldırmazlıkla. Adımlarımda nereye gittiğini bilmenin eminliği.
Sol taraftan fırlayan beyaz benekli, sarı bir kedi, sokağı hızla geçerek, aynı hızla tırmandığı bahçe duvarının üzerinde durup, bahçeyi gözetlemeye alıyor. Havrada yoğunlaşmış düşüncelerim, bir an dağılıp, kediye kayıyor. O da bir şeyin peşinde olmalı. Az ötemde yemlenen bir serçe iki zıplayıp yana çekilerek yol veriyor. Ezerim diye korkuyor garibim.
İşte yine havranın önündeyim.
Yine havrayı, iki yanından seyrediyorum. Bu kez havranın nasıl göründüğünü merak ettiğimden değil fakat kahve önünde oturanların dikkatini çekip, bir konuşma zemini yaratabilmek için. Sonucu öğrenmek için gözlerimi o tarafa çeviriyorum. Yalnız oturan, genç denebilecek birisi daha dikkatli bakıyor bana. Zaten onun dışında ancak dört beş kişi daha var. Yaklaşıyorum. Kendisine doğru yürüdüğümü anlıyor.
– O zaman diyorum, oturabilir miyim? Size neyi merak ettiğimi anlatırım.
Yine biraz kendimi anlatıyorum, biraz da niyetimi. Daha önceki gelişimden söz ediyorum. Bir güven ortamı oluşuyor. Polis olduğunu söylüyor. Hizbullah, (1994 yılı mıydı?) İstanbul’da bir sinagogu bombaladıktan sonra, burası da bir süre koruma altına alınmış ve o zaman buranın koruması olarak görev yapmış. Yardımcı olmak istiyor. O ara oralarda dolaşan havra hizmetlisini çağırıp tanıştırıyor, isteğimden söz açıyor. Cemaat başkanıyla konuşmamı söylüyor havra hizmetlisi Bünyamin Bey, o diyor daha çok bilir, size daha iyi anlatır.
Ama yine de ufak tefek bilgiler de ediniyorum Bünyamin Bey’den. Örneğin, sokağın başında, şu an restore edilmekte olan başka bir havranın daha olduğunu, Musevi Cemaati Vakfı’nın sokak ve çevresinde 30 civarında dükkanın mülk sahibi olduğunu ve restorasyon giderlerinin bu dükkanların kira getirileriyle karşılandığını ve belki de en ilginci -bu ara şaşkınca bir sevinç de duyduğumu belirtmeliyim- Bursa’da 63 Yahudi olduğunu. Biraz daha bilgi edinebilmem için, cemaat vakfı başkanı İzra Bey’i görmek üzere Uzun Çarşı’daki işyerine gitmem gerekiyor. Her ikisine de; havra hizmetlisi Bünyamin Bey’le, polis memuru Kenan Bey’e teşekkür edip kalkıyorum.
– Bari diyorum, gelmişken dışarıdan da olsa havranın bir resmini çekeyim.
– Tabi! diyor hizmetli.
– Bünyamin Bey, rica etsem siz de kapıda durur musunuz?
-Ooo! Memnuniyetle!
Sokaktan çıkıp, ana caddeden yokuşu tırmanmaya başlıyorum. Fazla terlememek için yavaştan alıyorum. Çarşı Karakolu eski yerinden az beriye, yine müstakil bir binaya taşınmış. Gençlik yıllarımda; afiş, bildiri, duvar yazısı vs. gerekçelerden, nezarethanesinde zaman zaman “konuk” edildiğimiz olmuştur. Kapısında otomatik silahlı bir polis nöbet tutuyor. Ne zaman rahatlayacak bu memleket!.. Ağzımın tadı kaçar gibi oluyor.
Karşı tarafa, İtfaiye’den aşağıya doğru yeni, modern bir çarşı yapılmış, Zafer Plaza. O ara, oradaki sıra dükkânlar yıkılmış, elektrik direkleri vs. sökülmüş. Sahi! Orada bir elektrik direği vardı. Görünüşü diğer direklerin görünüşünden farklı değildi. Ama benim için farklıydı o.
Yıl 1975 olabilir mi?.. Belki 74 sonu. Afişlemeye (afiş yapıştırmaya demezdik jargon böyleydi) çıkmıştık. Saat, sabaha karşı 3-4 en uygun zamandır bu iş için. Neyse… Fırçam, tutkal kovasına bata çıka sapı akan tutkaldan boylu boyunca ıslanmış. Polise yakalanma riskine karşı, işimizi bitirip tekrar ara sokağa çekileceğiz; acelemiz var. Afişi yapıştırmak için fırçayı direğe sürtmeye başladığımda, kollarımda hafif bir titreme ve uyuşma duyumsadım ve fırçamı kendiliğinden direkten çektim. Sonra içimde bir “Allah Allah” merakıyla yeniden denedim ve… Fırçayı elimden fırlatarak bağırdım : Ulan bu direk elektrik kaçırıyor!
Ben yıllar boyu o direğin önünden her geçişimde yavaşlar, ikimizin ortak bir sırrını paylaşırcasına, selam verir gibi gülümserdim ona. Şimdi artık o elektrik direği yerinde yok. Olsun! Ben yine oradan her geçişimde, gözlerimle şöyle bir hesaplayıp, işte! diyorum, o direk şuradaydı.
Burnumun üzerinden, terden aşağıya doğru kayan gözlüğümü parmağımın ucuyla geri itiyorum, Sıcak!.. Neyse yokuş bitiyor. Karşıya geçiyorum. Ulu Cami’nin oradan inip, vitrinlere baka baka Kapalı Çarşı’yı geçerek Uzun Çarşı’ya giriyor ve dükkânı buluyorum. Tezgâhtardan İzra Bey’in az önce gittiğini öğreniyorum. Kartımla birlikte bir not bırakıp, ertesi gün saat dörtte uğrayacağımı söylüyorum.
Gittiğimde İzra Bey’i mütevazı dükkânında buluyorum. Tahta tezgâhının arkasında karşılıyor beni. Yine bir bardak çay eşliğindeki ön sohbetten sonra soruyorum.
– İzra Bey, Yahudiler ne zamandan beri varlar Bursa’da?
Sorumu beklediği belli, hemen lafa giriyor.
– Ben diyor, bizim en eski Bursalılar olduğumuzu düşünüyorum. Orhan Bey Bursa’yı fethettiğinde, bir Yahudi nüfus varmış burada. Belki o zaman dağınık oturan Yahudileri Orhan Bey, bugün sözünü ettiğiniz o bölgede topluyor ve oraya bir de ibadethane yaptırıyor. Bu Yahudiler Romalıların İsrail’den göçe zorladığı Yahudiler olmalı. Milattan önce 70 yıllarında Bursa’da Yahudiler’in olduğunu kitaplar yazıyor. Daha sonra 15. yüzyılda İspanya’dan kovulan Yahudiler’in bir kısmı da gelip buraya yerleşiyorlar. Bu arada size bir şey söyleyeyim, İspanya’dan Osmanlı topraklarına göçen Yahudiler arasında çok yetenekli mimarlar, bilim adamları var. Daha sonra Saray’da baştabiplik yapacak olan doktorlar var. İşte sizin gördüğünüz havra, bu sonradan gelenlerce yaptırılmıştır. Adı Geruş’tur. Geruş İbranice’de, kovulmuş anlamına gelir.
İzra Bey güzel güzel anlatıyor. Anlattıkları bayağı ilginç geliyor. Masal dinler gibi dinliyorum. Aklıma takılanları da hemencecik sorayım istiyorum.
– Bir de diyorum, şu an restore etmekte olduğunuz havra var.
– Evet. O havrayı da bu grup yapıyor. Palma de Malorca’dan gelenler. Onun adı da Mayor.
– Peki, Orhan Bey’in yaptırdığı sinagoga ne oldu?
– O, 1940’Iı yıllarda -ben de biraz hatırlıyorum- Altıparmak Caddesi genişletilirken yıkıldı. Aslında yasaya göre, dini yapılar istimlak edilemezler. Bizimkiler istemeseydi, yol belki dolanarak geçerdi ama ses çıkarmamışlar.
Sözü bugünlerine getirmek istiyorum.
– İzra Bey, hepi topu 63 kişiymişsiniz, niye bu kadar az kaldınız?
– Bursa diyor, altmış yetmiş yıl önce 30 – 40 bin nüfuslu bir şehirdi. O zamanlar buradaki Yahudi sayısı 3-4 bini buluyordu.
– Yani neredeyse % 10’u?
– Evet! Bursa çok büyüdü. İçerden dışarıdan çok göç aldı. Bizim çocuklar da çoğu okudu, dağıldılar. Benim oğlum mühendis. İsrailli bir kızla evlendi. Bursa’ya yerleştiler. İki çocukları oldu. Çocuklar biraz büyüyünce gelinimiz, çocuklarının ana dilinin İbranice olmasını istedi. Onun için de oğlum ve eşi çocuklarıyla birlikte İsrail’e taşındılar. Burada çocuklarımız artık sadece Türkçe öğreniyorlar. Biz de artık salıverdik.
Konuşmanın burasında -müthiş, korkunç, hayret verici, inanılmaz; ne demeliyim ki duygularımı yansıtabilsin!- bir gerçeğe çarpıyorum. İnsanın, kimliğinin önemli bir parçası olan dili için direnmesinin, hangi boyutlara ulaşabileceğini şaşarak izliyorum.
– Bizim ana dilimiz İspanyolcadır. Bizim kuşağa kadar evlerimizde İspanyolca konuşulurdu. Biz hâlâ hanımla ikimiz aramızda İspanyolca konuşuruz diyor gülerek. Çocuklarımız bizim konuştuğumuzu anlarlar ama konuşamazlar.
– Ayinleriniz oluyor mutlaka.
– Tabi! Aslında bizde haftada üç kez Tevrat okunur. Ama cemaatin oluşabilmesi için 10 erkek olması gerekir. İnancımıza göre 10 erkek bir arada olunca Allah korur. 9 erkek 1 kadın olsa olmaz. Bizim dinimizde de böyle işte. 10 erkeği işgünlerinde bir araya toplamak mümkün olmuyor. Ayrıca din görevlimizi de iki yıl önce yitirdik. İstanbul’dan haftada bir, cumartesi günleri bir din görevlisi geliyor ve o zaman toplanabiliyoruz.
– Vakıf olarak çalışıyorsunuz.
– Evet. Sakarya Caddesi’ndeki (bu isimde ısrar ediyor. Arap Şükrü diyor, bizim kiracımız olan bir meyhanecidir. Sokağın asıl ve resmi adı Sakarya Caddesi’dir.) dükkânların % 70’i bizim vakfındır. Havraların ve mezarlığın giderleri bu dükkânların kiralarıyla karşılanıyor. Ayrıca muhtaçlara ekonomik yardımda bulunuyoruz. Şu an yardım ettiğimiz iki aile var. Bir de öbür havrayı restore ediyoruz. Eskiden diyor, “vakıf malı, çivi çakamazsınız!” derdi devlet. Tamir bile edemezdik. Sanki bir çivi çaksak, sırtımıza yüklenip götürmüş olacağız. Ayrıca mal vakfın malı ve kendi paramızla tamir edeceğiz. Devletten beş kuruş para istediğimiz yok. Yok! Yapamazdık. Şimdi son yasal düzenlemelerden sonra daha rahatız. Diyeceksiniz ki, şu kadar kişi kalmışsınız, havrayı restore etmeye değer mi. Evet, biz de biliyoruz ki Bursa Yahudileri bir süre sonra tükenecek. Ama havralar, bizim ayak izlerimiz olarak kalacaklar. Denecek ki buradan Yahudiler geçmiş.
İşte Bursa Yahudilerinin, 500 metrelik Sakarya Caddesi’ndeki 2000 yıllık yolculuklarının kısa öyküsü.
– Olur mu? O herkes için geçerli değil ve hırsızlığa filan karşı bir önlem. Cumartesi günü buyurun ayinimize gelin. Resim de çekebilirsiniz.
– Çok iyi olurdu ama yarın Bursa’dan ayrılmak zorundayım.
– O zaman bir dahaki yaza. Hem o zaman öbür havranın restorasyonu da bitmiş olur, ikisini de ziyaret edersiniz
– Söz diyorum, geleceğim.
Uzun Çarşı’nın omuz omuza kalabalığı biraz seyrelmiş. Esnaflardan yavaş yavaş kepenklerini indirmeye başlayanlar var. Kimisinde hâlâ bir akşam pazarı umudu. Çarşının sonundan sağa dönüp, ana caddeye yöneliyorum. Çoğunlukla Orhan Bey Cami’nin bahçesinden geçer, belki camiden de yaşlı büyük çınara uğrar, hayranlıkla seyrederim. Yine öyle yaptım. Kovuğunun doldurulup çınarın tedavi edildiğini görünce sevindim. Kovuğunda bir zamanlar, yoksul bir ihtiyarın ayakkabı tamirciliği yaptığını duymuştum. Adına yapılan caminin bahçesinden geçerken, Bursa’ya o sinagogu yaptıranın Orhan Bey olduğu gelince aklıma, yüzüme mutlu bir gülümsemenin yayıldığını duyumsadım.
İnsanlar ellerindeki akşam alışverişi torbalarıyla, yavaş yavaş ana caddeden sokak içlerine doğru çekiliyorlar. Sokaklarda, günün yorgunluğunu anlatır gibi gazete parçaları, pet şişeler, teneke kutular, kâğıt mendiller… Ağzına kadar dolmuş çöp bidonlarının yanına bırakılmış; kimileri aç kedilerce hırpalanmış çöp poşetleri. Köşe başında bir kokoreççi mangalını yakmaya çalışıyor. Artık çoğu oturulamaz hale gelmiş sarı badanalı tarihi Bursa evleri, birbirlerine yaslanarak ayakta durmaya çalışıyorlar gibi. Çoğu perdeleri çekili bırakılarak terkedilmiş. Terk eden, boşaltsa bile evinin içini; kim bilir belki anı izlerini mahrem saymış olmalı. Kiminin duvarında, kireç badanayla kapatılmış, yıllar öncesinden kalma siyasi duvar yazıları. Bazıları, aşınmış badananın altından hala okunabiliyor. “Yaşasın halkların kardeşliği! – genç sosyalistler”
Bir sokak arası lokantasının önünde buluyorum kendimi. Hiç hesapta yoktu! Acıktığımı hissediyorum. Girip boş bir masaya oturuyorum. Bir kuru fasulye, bir pilav istiyorum. Öyle özlüyorum ki şu mereti. Ha! Bir de yoğurt lütfen! Sonra, bir de az şekerli bir kahve söylerim üstüne… Şöyle bol köpüklü!..
Eylül-2000 Stockholm
Not: Ertesi yaz Bursa’ya gittiğimde, havraları ziyaret etme fırsatım ne yazık ki olmadı ama İzra Bey’e uğradım. Restorasyonlar bitmiş, resimlerini gösterdi. Mutlandım, kutladım.
Yirmi yıl önce yazdığım, Bursa Defteri dergisinin Aralık 2001 sayısında ve 10 Mart 2002 tarihli Cumhuriyet Dergi Pazar Eki’nde yayınlanan bir yazımı tekrar paylaşmak istiyorum. (Biz de Karşı Mahalle‘den tekrar yayınlıyoruz.)İzra Bey’i birkaç yıl önce kaybettiğimizi öğrendim. Anısını saygıyla anıyorum.
Ne 1975-80 arası öğrencilik yıllarımda ne de daha sonraki 1993’ten beri gidiş gelişlerimde, Bursa’da bir Yahudi azınlığın yaşadığını duymuştum. 70’li yılların günlük hengamesi, 90’lı yılların “turistik” ziyaretleri böyle bir duyumu engelledi belki. Geçen yıl gittiğimde sohbet ederken, bir arkadaşımın ağzından, “Yahudilik” diye bir bölgeyi çağıran bir söz çıktı. Merakımı yenemeyip sohbetin uygun bir yerinde sordum. Sözünü ettiği bölgenin Yahudilerle bir ilgisi var mıydı?
Eskiden orada Yahudiler oturuyor olmalıymış. Hatta Yahudilere ait bir ibadethanenin olduğunu sanıyormuş. E… neresiymiş burası?.. Tarif etti.
Halk arasında Arap Şükrü olarak bilinen ve aynı adlı kişinin meyhanesinin bulunduğu sokak, gençlik yıllarımızda iyi bir çağrışım yapmazdı. Gençliğin içkiyle arasına koyduğu mesafe, o sokağa girmesini bile gereksiz ve anlamsız kılardı. Ben de o sokağın Altıparmak Caddesi’ne açılan ucuna yüzlerce kez teğet geçmiş olmama karşın, bir defa olsun sapıp da içine girmiş değildim. Ta ki 1999 Kasımında Yahudilik’i aramaya gittiğim ana kadar.
Sokağın daha başındaki o küçük, meydanımsı alanda bir balıkçı vardır. Hatta o balıkçı orada ben bildim bileli vardır. İşte o balıkçıyı geçip, sokağa adımımı atıyor ve gözlerimi bir uçtan bir uca gezdirerek sokağın sanki bir fotoğrafını çekiyorum. Sonra yavaş adımlarla ilerlerken sağı solu daha detaylıca inceleyecek, ibadethaneyi arayacağım.
Güneşli bir sonbahar günü; yazdan kalma denir ya işte öyle. Böyle güzel bir havaya hazırlıklı değilim. Sırtımda abadan bir kaban var. Bir de üstüne üstlük elde taşımak apratik ve yorucu olduğu için sırtımda taşımak zorunda kaldığım, içi doluca bir sırt çantam. Yavaştan terlediğimi hissediyorum.
Sokağın iki yanına özenle yerleştirilmiş, akşamın konuklarını ağırlamaya hazır masalar, bembeyaz örtüleriyle sokağı süsler gibi. Arada beyaz gömlek, siyah pantalon giysileriyle dolanan bir kaç garson var. ”Abi buyrun!” diyerek üzerime yürümek için vaktin henüz erken olduğunun onlar da farkındalar. Yavaşlayıp, işlerini yapar gibi gözükürken, o an benden başka kimsenin geçmediği sokakta, göz ucuyla beni süzdüklerini fark edebiliyorum. Gene de bir müşteri olabilir miyim…
Birkaç tanesini geçtikten sonra, sonuncu garsonu selamlayıp sorumu soruyorum. Böylece meraklarından da kurtulmuş oluyorlar.
-Ya buralarda bir Yahudi ibadethanesi varmış. Nerede biliyor musunuz?
-Haa!.. diyor, abi işte şu köşe.
-Sağ ol!
Az ilerleyince boyu, kendisini çeviren duvarlardan az yüksek olan havranın önünde buluyorum kendimi. Beyaz badanalı, düz ve yüksek bir duvarın ortasında özenle yapılmış büyük, ahşap bir bahçe kapısı var. Köşeyi umutla dönüyorum daha açık bir görüntü umarak. Ne yazık ki o tarafta da aynı yüksek duvar ve benzer bir kapı var. Havranın ancak çatısını görmek mümkün olabiliyor.
Memnuniyetsizliğimin yüzüme vurduğunu, havranın tam karşısına düşen küçük bir mahalle kahvesinin önünde oturan bir kaç yaşlı amcanın, biraz da merak dolu bakışlarıyla karşılaşınca anlıyorum. Yapacak bir şey yok. Yaklaşıp selam veriyorum ve masalarına oturmak için izin istiyorum. Zaten günün sohbetini tüketmiş gibiler. Buyur ediyorlar. Bir amca hiç de vakit kaybetmeden ve bana sormaya bile gerek duymadan içeriye sesleniyor.
-Bak oğlum, abin ne içecek!
Böyle gönlü zengin bir kültüre ait olmanın gururu (ya da “dayanılmaz hafifliği” mi deniyor?!) kıpırdıyor içimde. Teşekkür edip bir çay istiyorum. Burada bir havra olduğunu yeni duyduğumu, merak edip görmeye geldiğimi söylüyor, hâlâ oturan Yahudi olup olmadığını soruyorum, biraz da kendimden bahsettikten sonra. Çok az Yahudi’nin olduğunu ama şu an kimseyi bulamayacağımı söylüyorlar. Laf havraya gelince, “Kuş uçurtmazlar! Turistleri bile sokmuyorlar içeri!” türünden, biraz da gizemli yorumlar yapıyorlar. Yahudilerle ilgili söz bitince, sohbetin yönü değişiyor. İsviçre’ye uçakla kaç saatte gidildiğini soruyor içlerinden biri. Üç buçuk saatte diyorum, İsveç diye düzeltmeye gerek duymadan.
Çay ve sohbet için teşekkür edip kalkıyorum. Havranın duvarını ve çatısını bir kez daha süzüp, geldiğim yöne doğru yürüyorum. Garsonun sırf “tanışıklığımızı” belli etmek için sorduğu “bulabildiniz mi abi?” sorusunu, evet diye yanıtlıyorum. “Hoşçakalın, iyi günler!”
Yarın İsveç’e döneceğim diyorum içimden. Ben orada azınlık bir kültüre aitim. Gençliğimin önemli bir bölümünü geçirdiğim Bursa şehrinin, varlığından yenice haberdar olduğum azınlığı hakkında fazlaca bir şey öğrenemeden döneceğim. Sokağı yeniden ziyaret etme isteğimi, içimde bir yerlere kaldırıyorum.
Sokak bitiyor. Bütün balıkçılar gibi; sırtında yün kazağı, başında yün başlığı ve ayaklarında lastik çizmeleriyle balıkçı, yuvarlak tahta tezgâhlarına özenle dizdiği balıklarına; mavi, plastik bir maşrapadan avcuna doldurduğu suları serpiyor. Taze, canlı canlı görünmeliler!
-Buyur beyim diyor, balık verelim!
Oysa ben çupralara, levreklere, palamutlara onları özlediğim için bakıyorum. Alsam nerede pişireceğim. Benden umut yok, anladı. Sesini bir perde daha yukarı çekerek, bu kez ortalığa bağırıyor.
-Derya kuzusu bunlar!
Sesinde biraz da sitem var gibi.
* * *
Bu yaz Bursa’ya yine gittim ya, Yahudilerle görüşme düşüncemi gerçekleştirmek istiyorum. Artık sokağı ve havrayı aramam gerekmiyor. Doğru o sokağa gidiyorum. Yine bir akşamüstü. Hava yine güneşli ama fazla sıcak. Üzerimde bir tişört ve aynı ağırlığıyla sırt çantam. Ve ben -bu kez daha fazla- yine terliyorum. Yine beyaz örtülü masaların arasından geçiyorum ama garsonların bana merakla bakıp bakmadıklarına bile boş veren bir aldırmazlıkla. Adımlarımda nereye gittiğini bilmenin eminliği.
Sol taraftan fırlayan beyaz benekli, sarı bir kedi, sokağı hızla geçerek, aynı hızla tırmandığı bahçe duvarının üzerinde durup, bahçeyi gözetlemeye alıyor. Havrada yoğunlaşmış düşüncelerim, bir an dağılıp, kediye kayıyor. O da bir şeyin peşinde olmalı. Az ötemde yemlenen bir serçe iki zıplayıp yana çekilerek yol veriyor. Ezerim diye korkuyor garibim.
İşte yine havranın önündeyim.
Yine havrayı, iki yanından seyrediyorum. Bu kez havranın nasıl göründüğünü merak ettiğimden değil fakat kahve önünde oturanların dikkatini çekip, bir konuşma zemini yaratabilmek için. Sonucu öğrenmek için gözlerimi o tarafa çeviriyorum. Yalnız oturan, genç denebilecek birisi daha dikkatli bakıyor bana. Zaten onun dışında ancak dört beş kişi daha var. Yaklaşıyorum. Kendisine doğru yürüdüğümü anlıyor.
– Merhaba diyorum, merak ettiniz değil mi?
– Evet diyor, doğrusu neyi merak ettiğinizi merak ettim.
– O zaman diyorum, oturabilir miyim? Size neyi merak ettiğimi anlatırım.
Yine biraz kendimi anlatıyorum, biraz da niyetimi. Daha önceki gelişimden söz ediyorum. Bir güven ortamı oluşuyor. Polis olduğunu söylüyor. Hizbullah, (1994 yılı mıydı?) İstanbul’da bir sinagogu bombaladıktan sonra, burası da bir süre koruma altına alınmış ve o zaman buranın koruması olarak görev yapmış. Yardımcı olmak istiyor. O ara oralarda dolaşan havra hizmetlisini çağırıp tanıştırıyor, isteğimden söz açıyor. Cemaat başkanıyla konuşmamı söylüyor havra hizmetlisi Bünyamin Bey, o diyor daha çok bilir, size daha iyi anlatır.
Ama yine de ufak tefek bilgiler de ediniyorum Bünyamin Bey’den. Örneğin, sokağın başında, şu an restore edilmekte olan başka bir havranın daha olduğunu, Musevi Cemaati Vakfı’nın sokak ve çevresinde 30 civarında dükkanın mülk sahibi olduğunu ve restorasyon giderlerinin bu dükkanların kira getirileriyle karşılandığını ve belki de en ilginci -bu ara şaşkınca bir sevinç de duyduğumu belirtmeliyim- Bursa’da 63 Yahudi olduğunu. Biraz daha bilgi edinebilmem için, cemaat vakfı başkanı İzra Bey’i görmek üzere Uzun Çarşı’daki işyerine gitmem gerekiyor. Her ikisine de; havra hizmetlisi Bünyamin Bey’le, polis memuru Kenan Bey’e teşekkür edip kalkıyorum.
– Bari diyorum, gelmişken dışarıdan da olsa havranın bir resmini çekeyim.
– Tabi! diyor hizmetli.
– Bünyamin Bey, rica etsem siz de kapıda durur musunuz?
-Ooo! Memnuniyetle!
Sokaktan çıkıp, ana caddeden yokuşu tırmanmaya başlıyorum. Fazla terlememek için yavaştan alıyorum. Çarşı Karakolu eski yerinden az beriye, yine müstakil bir binaya taşınmış. Gençlik yıllarımda; afiş, bildiri, duvar yazısı vs. gerekçelerden, nezarethanesinde zaman zaman “konuk” edildiğimiz olmuştur. Kapısında otomatik silahlı bir polis nöbet tutuyor. Ne zaman rahatlayacak bu memleket!.. Ağzımın tadı kaçar gibi oluyor.
Karşı tarafa, İtfaiye’den aşağıya doğru yeni, modern bir çarşı yapılmış, Zafer Plaza. O ara, oradaki sıra dükkânlar yıkılmış, elektrik direkleri vs. sökülmüş. Sahi! Orada bir elektrik direği vardı. Görünüşü diğer direklerin görünüşünden farklı değildi. Ama benim için farklıydı o.
Yıl 1975 olabilir mi?.. Belki 74 sonu. Afişlemeye (afiş yapıştırmaya demezdik jargon böyleydi) çıkmıştık. Saat, sabaha karşı 3-4 en uygun zamandır bu iş için. Neyse… Fırçam, tutkal kovasına bata çıka sapı akan tutkaldan boylu boyunca ıslanmış. Polise yakalanma riskine karşı, işimizi bitirip tekrar ara sokağa çekileceğiz; acelemiz var. Afişi yapıştırmak için fırçayı direğe sürtmeye başladığımda, kollarımda hafif bir titreme ve uyuşma duyumsadım ve fırçamı kendiliğinden direkten çektim. Sonra içimde bir “Allah Allah” merakıyla yeniden denedim ve… Fırçayı elimden fırlatarak bağırdım : Ulan bu direk elektrik kaçırıyor!
Ben yıllar boyu o direğin önünden her geçişimde yavaşlar, ikimizin ortak bir sırrını paylaşırcasına, selam verir gibi gülümserdim ona. Şimdi artık o elektrik direği yerinde yok. Olsun! Ben yine oradan her geçişimde, gözlerimle şöyle bir hesaplayıp, işte! diyorum, o direk şuradaydı.
Burnumun üzerinden, terden aşağıya doğru kayan gözlüğümü parmağımın ucuyla geri itiyorum, Sıcak!.. Neyse yokuş bitiyor. Karşıya geçiyorum. Ulu Cami’nin oradan inip, vitrinlere baka baka Kapalı Çarşı’yı geçerek Uzun Çarşı’ya giriyor ve dükkânı buluyorum. Tezgâhtardan İzra Bey’in az önce gittiğini öğreniyorum. Kartımla birlikte bir not bırakıp, ertesi gün saat dörtte uğrayacağımı söylüyorum.
Gittiğimde İzra Bey’i mütevazı dükkânında buluyorum. Tahta tezgâhının arkasında karşılıyor beni. Yine bir bardak çay eşliğindeki ön sohbetten sonra soruyorum.
– İzra Bey, Yahudiler ne zamandan beri varlar Bursa’da?
Sorumu beklediği belli, hemen lafa giriyor.
– Ben diyor, bizim en eski Bursalılar olduğumuzu düşünüyorum. Orhan Bey Bursa’yı fethettiğinde, bir Yahudi nüfus varmış burada. Belki o zaman dağınık oturan Yahudileri Orhan Bey, bugün sözünü ettiğiniz o bölgede topluyor ve oraya bir de ibadethane yaptırıyor. Bu Yahudiler Romalıların İsrail’den göçe zorladığı Yahudiler olmalı. Milattan önce 70 yıllarında Bursa’da Yahudiler’in olduğunu kitaplar yazıyor. Daha sonra 15. yüzyılda İspanya’dan kovulan Yahudiler’in bir kısmı da gelip buraya yerleşiyorlar. Bu arada size bir şey söyleyeyim, İspanya’dan Osmanlı topraklarına göçen Yahudiler arasında çok yetenekli mimarlar, bilim adamları var. Daha sonra Saray’da baştabiplik yapacak olan doktorlar var. İşte sizin gördüğünüz havra, bu sonradan gelenlerce yaptırılmıştır. Adı Geruş’tur. Geruş İbranice’de, kovulmuş anlamına gelir.
İzra Bey güzel güzel anlatıyor. Anlattıkları bayağı ilginç geliyor. Masal dinler gibi dinliyorum. Aklıma takılanları da hemencecik sorayım istiyorum.
– Bir de diyorum, şu an restore etmekte olduğunuz havra var.
– Evet. O havrayı da bu grup yapıyor. Palma de Malorca’dan gelenler. Onun adı da Mayor.
– Peki, Orhan Bey’in yaptırdığı sinagoga ne oldu?
– O, 1940’Iı yıllarda -ben de biraz hatırlıyorum- Altıparmak Caddesi genişletilirken yıkıldı. Aslında yasaya göre, dini yapılar istimlak edilemezler. Bizimkiler istemeseydi, yol belki dolanarak geçerdi ama ses çıkarmamışlar.
Sözü bugünlerine getirmek istiyorum.
– İzra Bey, hepi topu 63 kişiymişsiniz, niye bu kadar az kaldınız?
– Bursa diyor, altmış yetmiş yıl önce 30 – 40 bin nüfuslu bir şehirdi. O zamanlar buradaki Yahudi sayısı 3-4 bini buluyordu.
– Yani neredeyse % 10’u?
– Evet! Bursa çok büyüdü. İçerden dışarıdan çok göç aldı. Bizim çocuklar da çoğu okudu, dağıldılar. Benim oğlum mühendis. İsrailli bir kızla evlendi. Bursa’ya yerleştiler. İki çocukları oldu. Çocuklar biraz büyüyünce gelinimiz, çocuklarının ana dilinin İbranice olmasını istedi. Onun için de oğlum ve eşi çocuklarıyla birlikte İsrail’e taşındılar. Burada çocuklarımız artık sadece Türkçe öğreniyorlar. Biz de artık salıverdik.
Konuşmanın burasında -müthiş, korkunç, hayret verici, inanılmaz; ne demeliyim ki duygularımı yansıtabilsin!- bir gerçeğe çarpıyorum. İnsanın, kimliğinin önemli bir parçası olan dili için direnmesinin, hangi boyutlara ulaşabileceğini şaşarak izliyorum.
– Bizim ana dilimiz İspanyolcadır. Bizim kuşağa kadar evlerimizde İspanyolca konuşulurdu. Biz hâlâ hanımla ikimiz aramızda İspanyolca konuşuruz diyor gülerek. Çocuklarımız bizim konuştuğumuzu anlarlar ama konuşamazlar.
– Ayinleriniz oluyor mutlaka.
– Tabi! Aslında bizde haftada üç kez Tevrat okunur. Ama cemaatin oluşabilmesi için 10 erkek olması gerekir. İnancımıza göre 10 erkek bir arada olunca Allah korur. 9 erkek 1 kadın olsa olmaz. Bizim dinimizde de böyle işte. 10 erkeği işgünlerinde bir araya toplamak mümkün olmuyor. Ayrıca din görevlimizi de iki yıl önce yitirdik. İstanbul’dan haftada bir, cumartesi günleri bir din görevlisi geliyor ve o zaman toplanabiliyoruz.
– Vakıf olarak çalışıyorsunuz.
– Evet. Sakarya Caddesi’ndeki (bu isimde ısrar ediyor. Arap Şükrü diyor, bizim kiracımız olan bir meyhanecidir. Sokağın asıl ve resmi adı Sakarya Caddesi’dir.) dükkânların % 70’i bizim vakfındır. Havraların ve mezarlığın giderleri bu dükkânların kiralarıyla karşılanıyor. Ayrıca muhtaçlara ekonomik yardımda bulunuyoruz. Şu an yardım ettiğimiz iki aile var. Bir de öbür havrayı restore ediyoruz. Eskiden diyor, “vakıf malı, çivi çakamazsınız!” derdi devlet. Tamir bile edemezdik. Sanki bir çivi çaksak, sırtımıza yüklenip götürmüş olacağız. Ayrıca mal vakfın malı ve kendi paramızla tamir edeceğiz. Devletten beş kuruş para istediğimiz yok. Yok! Yapamazdık. Şimdi son yasal düzenlemelerden sonra daha rahatız. Diyeceksiniz ki, şu kadar kişi kalmışsınız, havrayı restore etmeye değer mi. Evet, biz de biliyoruz ki Bursa Yahudileri bir süre sonra tükenecek. Ama havralar, bizim ayak izlerimiz olarak kalacaklar. Denecek ki buradan Yahudiler geçmiş.
İşte Bursa Yahudilerinin, 500 metrelik Sakarya Caddesi’ndeki 2000 yıllık yolculuklarının kısa öyküsü.
– Havranın dışarıdan resmini çektim. İçeriden çekmeye izin vermiyormuşsunuz, anlıyorum… Sözümü tamamlayamıyorum.
– Olur mu? O herkes için geçerli değil ve hırsızlığa filan karşı bir önlem. Cumartesi günü buyurun ayinimize gelin. Resim de çekebilirsiniz.
– Çok iyi olurdu ama yarın Bursa’dan ayrılmak zorundayım.
– O zaman bir dahaki yaza. Hem o zaman öbür havranın restorasyonu da bitmiş olur, ikisini de ziyaret edersiniz
– Söz diyorum, geleceğim.
Uzun Çarşı’nın omuz omuza kalabalığı biraz seyrelmiş. Esnaflardan yavaş yavaş kepenklerini indirmeye başlayanlar var. Kimisinde hâlâ bir akşam pazarı umudu. Çarşının sonundan sağa dönüp, ana caddeye yöneliyorum. Çoğunlukla Orhan Bey Cami’nin bahçesinden geçer, belki camiden de yaşlı büyük çınara uğrar, hayranlıkla seyrederim. Yine öyle yaptım. Kovuğunun doldurulup çınarın tedavi edildiğini görünce sevindim. Kovuğunda bir zamanlar, yoksul bir ihtiyarın ayakkabı tamirciliği yaptığını duymuştum. Adına yapılan caminin bahçesinden geçerken, Bursa’ya o sinagogu yaptıranın Orhan Bey olduğu gelince aklıma, yüzüme mutlu bir gülümsemenin yayıldığını duyumsadım.
İnsanlar ellerindeki akşam alışverişi torbalarıyla, yavaş yavaş ana caddeden sokak içlerine doğru çekiliyorlar. Sokaklarda, günün yorgunluğunu anlatır gibi gazete parçaları, pet şişeler, teneke kutular, kâğıt mendiller… Ağzına kadar dolmuş çöp bidonlarının yanına bırakılmış; kimileri aç kedilerce hırpalanmış çöp poşetleri. Köşe başında bir kokoreççi mangalını yakmaya çalışıyor. Artık çoğu oturulamaz hale gelmiş sarı badanalı tarihi Bursa evleri, birbirlerine yaslanarak ayakta durmaya çalışıyorlar gibi. Çoğu perdeleri çekili bırakılarak terkedilmiş. Terk eden, boşaltsa bile evinin içini; kim bilir belki anı izlerini mahrem saymış olmalı. Kiminin duvarında, kireç badanayla kapatılmış, yıllar öncesinden kalma siyasi duvar yazıları. Bazıları, aşınmış badananın altından hala okunabiliyor. “Yaşasın halkların kardeşliği! – genç sosyalistler”
Bir sokak arası lokantasının önünde buluyorum kendimi. Hiç hesapta yoktu! Acıktığımı hissediyorum. Girip boş bir masaya oturuyorum. Bir kuru fasulye, bir pilav istiyorum. Öyle özlüyorum ki şu mereti. Ha! Bir de yoğurt lütfen! Sonra, bir de az şekerli bir kahve söylerim üstüne… Şöyle bol köpüklü!..
Eylül-2000 Stockholm
Not: Ertesi yaz Bursa’ya gittiğimde, havraları ziyaret etme fırsatım ne yazık ki olmadı ama İzra Bey’e uğradım. Restorasyonlar bitmiş, resimlerini gösterdi. Mutlandım, kutladım.
Yirmi yıl önce yazdığım, Bursa Defteri dergisinin Aralık 2001 sayısında ve 10 Mart 2002 tarihli Cumhuriyet Dergi Pazar Eki’nde yayınlanan bir yazımı tekrar paylaşmak istiyorum. (Biz de Karşı Mahalle‘den tekrar yayınlıyoruz.) İzra Bey’i birkaç yıl önce kaybettiğimizi öğrendim. Anısını saygıyla anıyorum.
Paylaş: