Holokost Makaleler

Margot Friedländer: Bir direnç ve mücadele anıtı

Margot Friedländer’ın, bir asrı geçen yaşamı faşizmin bir toplumu nasıl canavarlaştırdığını gösteren anıttır. O, Nazizm ve faşizm karşıtı mücadelesiyle bir deniz feneri gibi aydınlattı çevresini.

Yazan: Özgür Çoban

Hava soğuktu. New York’un kış aylarında insanın içine işleyen ayazı katlanılır gibi değildi. İçerisinde bulundukları küçük gezi teknesi Özgürlük Anıtı’na yaklaşırken hemen yanlarında oturan genç turist çifte takıldı gözleri. Almanca konuşuyorlardı. Amerika Birleşik Devletleri’ne geleli onlarca yıl geçmesine rağmen ana diliyle olan gönül bağı hiç kopmamıştı. Hiç unutmuyordu Berlin’i, evlerini, salonda kükreye kükreye yanan sobanın yürek ısıtan sıcağında demini alan koyu sohbetlerini… Sonra zaman geriye sardı hızlıca, gözlerini kapattı.

Margot Friedländer, 5 Kasım 1921’de Berlin’de Margot Bendheim olarak doğdu. Margot, Artur ve Auguste çiftinin ilk çocuklarıydı. O dünyaya geldiğinde evde yaşanan heyecanı ve telaşı anlatmak için kelimeler yetersiz kalırdı. Artur, minik bebeği ilk kez kucağına aldığında heyecandan göğüs kafesinin ardında çırpınan kalbinin kanatlanıp uçacağını düşünmüştü. Artur Bendheim, oldukça varlıklı bir Yahudi tüccardı. Hausvogteiplatz’ın moda bölgesinde yer alan dükkânı, kendisine yeni kıyafetler almak için gelen insanlarla dolup taşıyordu.

Yıllar böyle geçti gitti. 1933 yılına gelindiğinde Almanya’da bir şeyler değişmeye başlamıştı. Kendisine “nasyonal sosyalist” diyen bir ayak takımı türemişti ve bunlar bir süre sonra iktidarı ele geçirdiler. 12 yaşındaki Margot’un büyülü çocukluğu üzerinde kara bulutlar toplanmaya başlamıştı. Nazi faşizminin yarattığı baskının özel hayata sirayet etmesiyle birlikte giderek artan sıkıntıları göğüslemeyen Artur ve Auguste çifti 1937’de boşandı. Margot, annesi ve kendisinden 4 yıl sonra dünyaya gelen kardeşi Ralph ile anneannesinin evinde yaşamaya başladı. Margot’un çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları bu buhranlarla kavrulurken, umutsuzluk yavaş yavaş ruhunu teslim alıyordu. Nazi çeteleri, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in, “Berlin’i Yahudilerden temizleyin” talimatıyla birlikte iyice azgınlaşmıştı. Babası Artur, 1939 yılında Belçika’ya kaçmak isterken yakalandı ve 1942’de Auschwitz Toplama Kampı’nda katledildi. İlk gidendi o…

“PARÇALANMIŞ İNSANLARIZ”

Margot, gezi teknesi Özgürlük Anıtı’nın yanından geçerken, gözlerinden akan hüzün kokulu yaşları elleriyle sildi. Tüm yaşamı boyunca bir rüya olmasını dilemişti o ızdırapların. Annesine, babasına ve kardeşine duyduğu özlem hep kanadı yüreğinde hiç sağalmadı o acı. Bir gazeteciye verdiği röportajda, “Biz parçalanmış insanlarız” demişti. Bedenleri yekpare, ruhları paramparça insanlar. Onun yaşadıkları bir acı sağanaydı kalplerde onarılması güç yaralar açan… Sonra yine kapadı gözlerini.

1943… Gestapo çaldı kapılarını. Anne Auguste evde yoktu onlar da küçük kardeş Ralph’i aldılar. Auguste eve geldiğinde karşılaştığı manzara korkunçtu. Tüm eşyalar kırılmış, yataklar yerlere atılmış, kitaplar yırtılmış, ocak dağıtılmıştı. Az önce Gestapo’nun zayıf kollarından tutup, sürükleyerek götürdüğü Ralph’in acısı sinmişti duvarlara o kadar… Dayanamadı. Oğlu daha çok gençti, yaşamının büyük bir kısmı korku ve endişeyle örülü bu evin duvarları arasında geçmişti. Margot’unu düşündü sonra. İş yerindeydi hâlâ. Margot 21 yaşına gelmişti. Güçlüydü, başarabilirdi. Teslim olmaya karar verdi. Oğlunu çıktığı ölüm yolculuğunda yalnız bırakmayacaktı. Evden ayrılmadan önce Margot’a versinler diye komşuya bırakmak için küçük bir çanta hazırladı. Alelacele bulduğu yıpranmış bir kağıt parçasına Margot’un ömrü boyunca koyununda saklayacağı o notu yazdı. Gitti…

Margot eve geldiğinde komşularını gördü ardına kadar açık kapının önünde. Anladı. Merdivenlerdeydi. Bir basamak, bir basamak daha… Komşusu, annesinin giderken bıraktığı küçük çantayı uzattı. Margot çantayı açtı ve eline ilk o not geldi. Annesinden kendisine kalan son şeydi o not. Notta, “Ralph’i aldılar. Onu nereye götürürlerse ben de oraya gideceğim. Hayatta kal. Kendini kurtamaya çalış” diye yazmıştı Auguste. “Hayatta kal. Kendini kurtarmaya çalış” sözü kızına vasiyetiydi Auguste’nin. Gittiği yolun dönüşü olmadığını biliyordu. Margot, yıllar sonra bir konuşmasında o notu bulduğu ana ilişkin olarak, “Annemin, benim yeterince güçlü olduğuma inandığını düşünüyorum. Gençtim ve cesaret gösterebilirdim. Annem, ‘Margot başarabilir’ diye düşünmüş olmalı” diyecekti. Çantadan bir defter ve bir de kolye çıkmıştı. Elde kalan son anılar…

TOPLAMA KAMPI ZAMANLARI

Margot bundan sonra 15 ay boyunca saklandı Gestapo’dan. Antifaşist Almanlar sakladı onu. Margot o Almanlara hep minnet duydu. Bir konuşmasında onları anlatması istendiğinde şunları söyleyecekti: “İyi insanlardı. Hepsi çok iyi insanlardı. Daha önce hiç görmediğim, hiç tanımadığım iyi insanlardı. Birileri sıkıntı çektiğinde kafalarını başka tarafa çevirmeyecek, yaşamlarını onun için tehlikeye atacak kadar cesur ve iyi insanlardı.”

Gezi teknesi Özgürlük Anıtı’nı geride bırakırken açtı gözlerini. Yüreği kabarıyordu her düşündüğünde. Ara ara bir arkadaşıyla sohbet ederken kahkahalarla güldüğü de olmuştu ama kalbinde hiç kabuk bağlamayan o yara kendini hep hatırlatmıştı. Hüzne, acıya hiç galip gelememişti yaşamı boyunca. Acının bir milimetre dahi yer bırakmadan hakim olduğu kalbi hiç aşık olamamıştı örneğin. Rüzgâr soğuk esiyordu. Paltosunu sıkıca çekti göğsüne doğru. Başını yasladı kocasının omuzuna. Kapadı gözlerini… Geçmişe döndü zaman yeniden.

Takvim yaprakları 1944 yılını gösteriyordu. Margot, bir kimlik kontrolü sırasında yakalandı. Teslim ettiler Gestapo’ya onu. Sonra Theresienstadt toplama kampı günleri başladı. Margot’un narin bedeni toplama kampı koşullarına tahmin ettiğinden daha güçlü bir şekilde direniyordu. Bu direnç günlerinden birinde gelecekte eşi olacak Adolf Friedländer ile tanıştı. Bu iki masum, kampta bulunan bir haham tarafından 1945 yılında evlendirildi. Annesi ve kardeşinin el ele, göz göze ölüme yürüdüğünü bilmiyordu henüz. Auguste verdiği sözü tutmuştu, oğlunu yalnız bırakmamıştı. Birbirine sığınmış bu iki masum kalp, katledildiler bir Auschwitz sabahında. Bir Nazi subayı elindeki kara kalemle çizdi o iki numaranın, damganın üzerini. O kadar…

Gözlerini açtı yeniden. Gezi teknesinin arka camından uzaklaşan Özgürlük Anıtı’na baktı uzun uzun. Özgürlük… Ne çok bedel ödenmişti bir avuç özgürlük için. Annesi, babası, kardeşi, adını bilmediği, yüzlerini hiç görmediği milyonlarca insan yitip giderken kötülük denizinde o hayatta kalmıştı. Parçalanmıştı ama işte bir kez. Hem de öylesine değil bir daha birleşmemek üzere parçalara ayrılmıştı. Şimdi gözlerinden akan her damla yaş o acıları anıtlaştırıyordu yüreğinde. Öyle güzel bir sıcaklığı vardı ki annesinin. Annesinin sıcaklığını çalmıştı Nazi terörü ondan. Eli çantasına gitti. Yanından hiç ayırmadığı, annesinin son kez ellerinin, gözlerinin değdiği o kolyeyi aldı ve usulca taktı boynuna. Kapattı gözlerini yeniden

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hemen ardından 1946’da eşi Adolf ile birlikte ABD’ye gitti. Margot, burada terzilik yaptı ve bir seyahat acentesinde çalıştı. Margot Friedländer, ABD yıllarını anlatırken “ABD’de çalıştım, vergi ödedim. İyi bir vatandaştım ama annem, kardeşim, babam yanımda yoktu. Orası bir şey ifade etmiyordu benim için” demişti.

BABA OCAĞINA DÖNÜŞ

Eşi Adolf’un 1997 yılında vefatının ardından anılarını kaleme almaya başladı. Auschwitz kampından kurtuluş hikayesini anlattığı yazısı Berlin’de bir belgesel yapımcısının dikkatini çekti. Margot Friedländer , 2003 yılında Berlin Senatosu’nun “zulüm gören ve göç ettirilen vatandaşlar” temalı bir projesi kapsamında Almanya’ya davet edildi. Daveti kabul etti.

Margot, neredeyse 60 yıl önce puslu bir Almanya sabahında, kalbine çöreklenmiş keskin bir acıyla terk ettiği ana yurduna, baba ocağına dönüyordu. Yaşlı bedeni güçlüydü hâlâ. Kendisinden umudu çalmaya çalışanlara inat tutunuyordu yaşama. Uçağa binişi, Berlin Havalimanı’nda inişi… Hepsi sanki bir saniye içerisinde olup bitivermişti. Öylesine bir heyecandı. Berlin’deki ilk gecenin ardından sabah yürümek için çıktı sokağa. Ayakları onu Leibnizstraße’ye getirdiğinde durdu. Etrafına baktı uzun uzun. Şöyle demişti bir söyleşinde o an için, “Mutluluktan ölebilirdim. Nefes alabiliyordum artık. Bu benim Berlinimdi.”

Margot, 2010 yılında bir daha ABD’ye dönmemek üzere geldi Almanya’ya. Nazi Almanyası’nda yaşanan vahşete ve soykırıma ilişkin onlarca röportaj verdi, çok sayıda toplantıya konuşmacı olarak katıldı. Hiç yorulmadı, hiç susmadı. “Sadece yaşamını yitiren Yahudiler için değil katledilen tüm insanlar adına konuşuyorum. Özellikle gençlere sesleniyorum, bir daha holokostlar yaşanmasını engelleyebiliriz, asla ve asla olmamasını sağlayabiliriz” dedi, gittiği her yerde.

Margot Friedländer’ın, bir asrı geçen yaşamı faşizmin bir toplumu nasıl canavarlaştırdığını gösteren anıttır. O, Nazizm ve faşizm karşıtı mücadelesiyle bir deniz feneri gibi aydınlattı çevresini.

SON SÖZ

Yazıyı sonlandırmadan önce vurgulamak istediğim önemli bir nokta var. Bu biyografileri iki sebeple kaleme alıyorum. Esasında antisemitizm, neonazizm, neofaşizm, Almanya ve Avrupa Birliği politikaları üzerine çalışan bir gazeteciyim. Ancak bu konularda yaptığım araştırmalar ve okumalar bana Nazi Almanyası tarihine içkin Yahudi anlatımında büyük bir eksiklik olduğunu gösterdi. Nedir bu? Birçok insanın düşündüğünün aksine Yahudiler 2. Dünya Savaşı’nın pasif birer nesnesi değiller. Yahudiler, Almanya’da faşizm boy göstermeye başladığı ilk andan itibaren devrimci örgütler içerisinde yer alıp devasa bir mücadeleye vücut verdiler. Yahudi antifaşistler; Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya ve daha birçok Avrupa ülkesinde antifaşist mücadelede ön saflarda yer aldılar. Antifaşist mücadeleye adını bildiklerimiz yanında hiç tanıyamadığımız belki binlerce belki on binlerce belki de yüz binlerce Yahudi yüreğini, bedenini koydu. O nedenle Yahudiler, savaşın çaresizleri değil direngen, mücadeleci özneleridir.

Buna ek olarak genç kuşaklar bugün yaşadıkları hayatın nerelerden, hangi mücadelelerden kotarılıp getirildiğini bilsin, öğrensin ve geçmişleriyle gurur duysunlar istedim. Tek temennim insanların inançları, etnik kökenleri, ten renkleri, sesleri ve yüzleri nedeniyle ayrıştırılmadığı, saygı ekseninde şekillenen bir dünyada yaşayabilmek. Şu yazıda bir harf bile bu temenniye hizmet edebilirse ne büyük mutluluk. Dayanışmayla.