Kaynak: Sara Yanarocak
1971 yılı, Türkiye için zorlu günler başlamıştı. Ülkedeki sağ-sol çatışmaları artık ayyuka çıkmaya başlamıştı. Ülkede çatışmaların olmadığı, yaralılar veya ölenlerin olmadığı gün olmuyordu. Kanımca ülke yavaş yavaş uçuruma sürükleniyordu. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası, sol düşüncelerin güçlenmesine karşı birleşen sağ görüşlü partilerin örgütlenmesiyle, 1970’li yıllarda başlayan ve 12 Eylül muhtırası sonrası, az da olsa bitme eğilimi gösteren silahlı çatışmalar ve katliamlar dönemiydi. Görüş ayrılığı sonucu Türkiye’de ülkücüler sağcı, sosyalistler/komünistler ise solcu cephede kutuplaşmışlardı. Hemen sonrasında ise iç savaş ortamı oluşmuş, güvenlik güçleri ile bu örgütler arasındaki silahlı çatışmalarda bir çok ölüm ile yaralanma olayları yaşanıyordu.
Yaşam artık hiç de kolay değildi. Apolitik aileler bu durumları kavrayamıyorlarken, ülkeyi siyasal çıkarları için arena gibi gören devlet idarecileri buna nihai çözüm getirmek yerine, ateşe daha çok benzin atıyorlardı. Özellikle Müslüman Türk ailelerinin evleri matem ocağına dönmüştü. Çocuklarını bin bir emekle üniversiteye gönderen Anadolu insanlarının çocukları, okullarında yıkanan beyinleri sayesinde birer silahlı anarşiste dönüşmüşlerdi.
Radyodan dinlediğimiz haberler gerçekten çok ürkütücüydü. Gerçi Kadıköy/Moda genellikle daha nezihtir veya sakindir diye düşünülse de, sabahları uyandığımız zaman apartmanların ön cephelerine büyük harflerle yazılmış sağ veya sol düşüncenin sloganlarını görüyorduk. Ben 15 yaşında bir kız olarak, okula gidip geliyor, bunları hikaye gibi dinliyordum ama varoşlarda ve yoksul kişilerin mahallelerinde ateş bacayı sarmıştı. Daha sonra, bu olayları anlatan filmleri izlediğimiz zaman, gerçeği daha iyi kavramış, çekilen acıları daha sağlıklı duyumsayabilmiştik. Hani “ateş düştüğü yeri yakar” derler ya, tam da öyleydi işte.
Bunların hepsi yaşanırken, hayat bir yandan da süregeliyordu. Kadıköy Or–Ahayim’in tekrar hayata geçirilmesinden sonra, artık ayda bir toplanıp, çift olarak bir araya gelip, evlere gidip bağış topluyor ve makbuz kesiyorduk. Hastane vakfı adına toplanan bu gelir, bir mutemet aracılığı ile hastane vakfına teslim edilirdi. Biz gençler topladığımız paraları teslim ettikten sonra diskoteğe dansa giderdik. O yıllarda Kadıköy yakasında iki diskotek vardı. Bir tanesi Kızıltoprak’taki Burç Club, diğeri ise, Caddebostan’daki Club Budak.
Ben, arada bir kuzinim Karolin’i de bize çağırırdım. Cumartesi akşamından bize gelirdi, o akşam evde ikimiz çok eğlenirdik. Onu da arkadaşlarımla tanıştırmıştım. Hep beraber dansa gider, çok eğlenirdik, artık arada bir Avrupa yakası tarafındaki Modül ve Hydromel adlı diskolara da gidiyorduk. Annemle biraz cebelleşiyordum ama idare ediyorduk. Annem artık büyüdüğümü kabullenmeye başlamıştı galiba! Aynı yıl içinde, yine Or-Ahayim faaliyetleri çerçevesinde Çınar Oteli’nde bir balo tertiplenmişti. Ablamın genç kızlık dönemlerinde yapılmış olan bu balolara katılmıştım ama küçük bir kızdım. Oysa bu baloda ben de grubun üyesi olarak vardım. O yıl çok moda olan lame bir tünik gömlek ve altına bol paçalı siyah bir pantolon giymiştim. O gece ailelerimiz de bu baloya katılmışlardı. Bizim Kadıköy’lü orkestra o gece yine çok güzel bir müzik dinletisi sunmuşlardı. Sonra saatlerce dans etmiştik. Hey gidi güzel gençlik hey!
Bu arada ablamın doğumu yaklaşmaya başlamıştı. Şubat sonu bir aksilik olasılığına karşı, Venezya ve Niso, eniştemin anne ve babasının evine yerleşmişlerdi. Çünkü onlar Kurtuluş’ta oturuyorlardı, ablam ise Dr. Şalom Benhabib eşliğinde Ataman Kliniği’nde doğum yapacaktı. O zaman Boğaz Köprüsü yoktu. Oraya gittikleri 2. hafta biz ailece ablamı görmek için Kurtuluş’a gittiğimizde, evlerinde komşuları ve küçük oğulları da vardı. Çok şeker bir oğlancıktı, ben de onu öpmüş, yanaklarını sıkmıştım. Ablamın durumu çok iyiydi, kayınvalidesi ve görümceleri ona prenses gibi bakıyorlardı.
Bundan 8-10 gün sonra benim lenflerim şişti, ateşim yükseldi, döküntüler de çıkınca doktor eve geldi ve müjdeyi verdi. Kızamıkçık olmuşum. Annem, ablama telefonda beni anlatırken, o gün benim öptüğüm komşu çocuğun da aynı hastalıktan yattığını söyledi. Annemi bir telaş sardı, ya Venezya da hastalık kaptıysa diye. Neyse ki ablama bir şey bulaşmamıştı.
O günlerde, ben hala yatarken, Türkiye yine çalkalanmaya başlamıştı. Ordu hükümete 12 Mart muhtırasını vermişti. Babam “darbe olursa yandık” diyordu. Venezya artık doğurmak üzereydi.
12 Mart Muhtırası, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, 12 Mart 1971 tarihinde, Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi hükümetini istifaya zorlayarak, ülke idaresinde dolaylı bir şekilde müdahale etmek için, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunduğu yazılı muhtıradır.
Sağ-Sol çatışmasının en tepe noktalarına ulaştığı o günlerde, Muhtıra; 12 Mart günü TRT radyolarında yayınlandı. Muhtırayla özet olarak; askerin, ülkenin durumunun iyiye gitmediğini, güçlü bir hükümetin derhal kurulup ülkenin sorunlarını çözmesi gerektiğini, aksi takdirde ordunun yönetime el koyacağını dile getirildi. Sonuç olarak Demirel hükümeti devrildi. Her ne kadar asker muhtıra verdiyse de, devlet yönetimini ele almaya sıcak bakmıyordu. Sonunda hukuk profesörü olan Nihat Erim, önce CHP’den istifa etti ve ardından, yeni kurulan Partiler Üstü Başbakanı olarak, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından göreve getirildi. Ama pek de başarılı olduğu söylenemezdi. Bunu ilerideki yazılarımda anlatacağım.
Darbe olmamıştı, herkes rahat bir nefes almıştı. Ben hastalığımın 12. günündeyken, 17 Mart sabahı yeğenim Ari Altaras dünyaya geldi. Annemler gece çok geç saatte gelen bir telefonla kalkıp, araba vapuruyla karşıya geçmişler, o sırada uyuduğum için, beni uyandırmamışlar, biz Suzan teyzemle evde iken, ablam çok zor bir doğumla ve sezaryen olarak bebeğini dünyaya getirmişti. Uyandığımda teyzem, bana tam da ablamın doğumda olduğunu söylerken, babam aramış ve bebeğin doğduğunu müjdelemişti. Teyzemle ben sevinçten sarılmış ve zıplamaya başlamıştık. Saatler sonra narkozdan uyanan ablacığımla da telefonla konuşmuştuk. Çok yorgundu ama mutluydu tabii ki. Öğleden sonra babam eve gelmiş ve bize tüm hikayeyi anlatmıştı. Bebek 4 kilo ve 54 santimdi. Omuzları takıldığı için doğamamıştı, sonunda sezaryenle dünyaya gelebilmişti. Benim ufak tefek ablacığım, kocaman bir bebeği içinde büyütmüştü. Babam mutluydu, ama annem endişeliydi, kaç gün geçmesine rağmen ablamın ateşi düşmüyordu. Benim kızamıkçık yüzünden hastaneye gitmem yasaktı. Mikrop döneminin bitmesinden sonra, ancak cumartesi günü nihayet hastaneye gidebilmiştim. Bebek çok güzeldi. Bembeyaz tenli, altın saçlıydı. Gözlerini eniştemden almıştı. Muhteşem koyu mavi gözleri vardı. Onu görür görmez içim sıcacık olmuştu. O, ömrümün ilk bebeğiydi. Ben ona aşık olmuştum. O anda aldığım kesin bir kararla artık sadece yeğenim Ari’ye kendimi adamaya karar vermiştim. Bunu da uzun bir süre uygulamıştım. İnanın, benim o yaşımda, bu kadar saf, temiz ve koşulsuz bir sevgi olduğu zaman, başka hiçbir şeye ihtiyaç olmuyor zaten.
Uzun lafın kısası, bebek tombul ve çok sağlıklı olduğu için, tam 8 günlükken Brit-mila (sünnet) edilmişti. Akrabalar, dostlar, arkadaşlar, ablamın hastane odası ve altta sünnetin yapıldığı salon insanlarla dolup taşıyordu. Ablam dantel mavi geceliği ve sabahlığı ile yatağında oturuyordu. Dünya güzeli bebek, bembeyaz dantelli brit mila giysileri içinde resim gibiydi. Tatlılar, hediyeler, fotoğrafçılar, şekerlikler, kahkahalar bitip el ayak çekilince, ablamın doktoru odaya gelmiş ve ablamı muayene ettikten sonra, hastanın o gün taburcu olamayacağını söylemişti. Ablamın ameliyat dikişleri, komplikasyon yüzünden hala enfekte idi. Bu yüzünden başlayan ateşi hala inmemişti. Doktor en az üç gün daha hastanede antibiyotik tedavisine devam etmek gerektiğini açıklayınca, hepimiz o gün daha sonra eve döndük. Ablam, eniştem, bebek ve annem hastanede kalmışlardı.
Bebek 11 günlükken nihayet bir taksi evimizin önünde durdu. Aman Tanrım nihayet eve gelmişlerdi. O kadar sevinçliydim ki bunu kelimelerle tarif etmem imkansız. Bebeği portatif mavi bir karyolaya yatırmışlardı. Ona bakmaya doyamıyordum. Ablam çok zayıflamıştı. Doktor ona vitamin iğneleri vermişti. İşte artık yepyeni bir yaşam bölümü, hayatıma egemen olmaya başlamıştı.
71 yılı daha çok şeye gebeydi. Şimdi düşünürken, bayağı şey sığdırmışız o yıla. Bebek 40 günlük olduğu zaman, ablamlar artık kendi evlerine gitmişlerdi. Bu benim için çok trajik değildi, çünkü evleri arka sokağımızdaydı. Okuldan gelir, üzerimi değişir ve hemen kuzumu görmeye giderdim. Ablam galiba biraz geri plana itilmişti, bebeği görür görmez hemen kucağıma alır, başını omuzuma dayar ve ona alçak sesle şarkılar söylemeye başlardım. Onunla ilgili her şeyi bilirdim. Altını değiştirirdim, mamasını hazırlardım. Sonra kanapeye uzanır onu göğsüme yatırır ve ders çalışırdım. O benim maviş gözlü beyaz kuzumdu. Ona “Arişko Pipirişko” derdim.
O sene, Mayıs ayında bizim evde boya badana vardı. Boya kokusu bana alerji yaptığından sürekli aksırıyordum. Gözlerim o kadar yanıyordu ki pancar gibi kızarmışlardı. O sıkıntı içinde radyoyu açınca iğrenç haber kulaklarımda çalındı. İsrail’in İstanbul’daki Başkonsolosu Ephraim Elrom, Sol fraksiyon tarafından kaçırılmış ve rehin alınmıştı! Önce yanlış anladığımı sandım. Bu olaylar ve İsrail ne alaka?
O günlerde Türkiye korkunç ve ürkütücü olaylara sahne oluyordu. 12 Mart askeri muhtırasından sonra, banka soygunları, devrimci sol ile ülkücü militanların silahlı çatışmaları, her iki taraftan gencecik insanların ölmeleri, genç insanların idam edilmesi, bir halk devrimi gerçekleştirmeyi hayal eden devrimci sol militanların, devrim pratiğini öğrenmek için, gizlice Suriye’ye Filistin kamplarına gitmeleri, Türkiye’ye geri dönüp şehir ve kır gerillalığına soyunmaları. İşte bu çalkantılı dönemin en önemli eylemlerinden biri, dönemin İsrail Başkonsolosu Ephraim Elrom’un 17 Mayıs 1971 Pazartesi günü kaçırılıp, rehin alınmasıydı. THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları, Elrom’un serbest bırakılması karşılığında, hapiste bulunan devrimci militanların (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan) serbest bırakılmalarını istediler. Nihat Erim hükümeti bu isteği reddettiği gibi, tarihe mal olan “Balyoz Harekatı” ile dönemin bütün sol görüşlü aydınlarını tutukladı. Balyoz Harekatı ve akabinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı ile İstanbul’un ev ev aranması, Elrom’un infaz edilmesini çabuklaştırdı. İnfazdan önce 20 Mayıs 1971 tarihinde saat 17.00de THKP-C’nin verdiği mühlet doldu. Hükümetten her hangi bir adım gelmiyordu. Aynı zamanda Elrom’a dair herhangi bir haber de yoktu. Karşılıklı bekleyiş sürmeye devam etti. Bu koşullar altında fazla beklemenin faydası olmayacağı anlaşılmıştı. 22 Mayıs günü saat 18.00 civarında Efraim Elrom başından vurularak öldürüldü. Ev hemen boşaltıldı. THKP-C’ler aktör Yılmaz Güney ile irtibata geçerek saklanma konusunda yardım istediler. Yılmaz Güney, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçıyı kendi arabasıyla alarak, Levent’teki evine götürdü ve çatı katında sakladı. Kolluk kuvvetleri evi bastıysa da militanları bulamadı. Elrom’un cesedi, 23 Mayıs 1971 Pazar sabahı saat 04.15’te Nişantaşı’ndaki bir apartman dairesinde bulundu. Anarşistler yakalanmamak için sık sık ev değiştiriyorlardı. Nitekim 28 Mayıs günü, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı saklandıkları evlerde yakalandılar.
Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir, Maltepe’de bir binbaşının evine girip, ailenin 14 yaşındaki kızı Sibel Erkan’ı rehin aldılar. Ev kuşatılmıştı. Çayan ve Cevahir’in aileleri ikna için getirildiyse de sonuç alınamadı. Çocuğa bir zarar verilmeyeceği ancak teslim olmayacaklarını bildirdiler.
1 Haziran 1971 günü operasyon genişletildi ve son hazırlıklar tamamlandı. Yoğun bir saldırı başlatıldı ve Hüseyin Cevahir vurulup yaşamını yitirdİ. Mahir Çayan ise yaralı olarak ele geçirildi.
Daha sonraki soruşturmalarda “Neden İsrailli konsolos kaçırıldı?” diye sorulduğunda “Emperyalist Amerika’nın, Siyonist maşası İsrail bu iş için en uygunuydu” diye cevaplamışlardı…
Kaynak: İsrail Başkonsolosu Ephraim Elrom: Çok cesur Bir Adamdı. Rıfat N. Bali – Libra Kitap
[…] https://www.avlaremoz.com/2021/02/03/kadikoylu-kucuk-sara-15/ […]