1938 yılının en önemli gündem maddelerinden biri Yahudi mültecilerdi. Onlardan birinin, Aladar Reisner’in anlatısı Türkiye basınında da yer buldu. Çünkü o ve ailesi Tuna Nehri üstünde bir dubaya sığınmak zorunda kalanlar arasındaydı.
Aladar Reisner, Avusturyalı Yahudi bir aileden. Kendi anlatımıyla asırlardan beri bu topraklarda yaşıyordu. Reisner’ların hayatı diğer Avusturya Yahudileri gibi, Nazi Almanyası’nın ülkelerini 12 Mart 1938’de işgal etmesiyle değişti.
Reisner ailesi Çekoslovakya ve Macaristan sınırına yakın Kittsee’de bir otel işletiyor, bölgenin önde gelen ailelerinden biri olarak görülüyordu. Susanne Heim ve Caroline Pearce’in “German Reich 1938-August 1939” kitabına göre Naziler bölgeye girdiğinde Aladar Reisner’e üç gün içinde, eşi, annesi ve iki çocuğuyla birlikte ülkeyi terk etmesi emredildi. Reisner bunu intihar olasılığıyla yanıtlayınca cevap çarpıcıydı: “İyi, böylece dünyada daha az Yahudi olur!”
Kıyafetleri ve hatta çarşaflarına kadar tüm mal varlıklarına el konulan aile, ülkeyi terk edeceklerine dair söz vermek zorunda kaldı. Bu imkansız gibiydi çünkü pasaportlarına el konulmuştu.
Alfred Land’ın “Das Drama an der Donau” makalesine göre Reisner ailesiyle birlikte bölge Yahudilerine yönelik baskın 16 Nisan 1938’de, yani Pesah’ın ilk gününde düzenlendi. Aladar Reisner, yaşadıklarını ABD’li gazeteci Hubert Renfro Knickerbocker’a anlatacaktı. Muhtemelen Türkiye basınında yer alan anlatı da bu haberdi.
Son Telgraf’ta 12 Temmuz 1938’de yayımlanan yazı “Hakiki bir hikaye” vurgusu ile başlamakta ve Aladar Reisner’in ağzından “Hiçbir memleket tarafından kabul olunmayan 51 Yahudi muhacirinin Tuna nehri ortasında eski bir duba üzerinde yaşamak mecburiyetinde kalışını” konu almaktaydı:
“Kitse’nin en maruf otellerinden birinin sahibi olan Aladar Reysner, bu zavallıların sergüzeştini şu suretle anlatıyor:
– Kitse’de 3,000 nüfus vardır. Bunların 38 i Yahudıdir. Civardaki Pama köyünde 13 Yahudi daha vardır. Asırlardanberi burada yaşıyorduk. Benim ailem, yüz sene evvel buraya yerleşmiştir.
“Hitler gelinciye kadar Yahudi aleyhtarlığı nedir, bilmiyorduk. Zira Avusturyalılar bize memleket çocukları muamelesi yapıyorlardı.”
Hakikaten, Aladar Reysmer’in veçhen bir Avusturyalı köylüden hiç farkı yok.
– Şehrin bütün kulüblerinde aza idim. Bütün cemiyetlerde kabul olunuyordum ve her yerde hürmet görüyordum. Otelim çok işlekti. Almanlar geldikten sonra müşterilerim daha fazlalaştı. Fakat, az sonra bütün Yahudilerin pasaportlarını topladılar.
Nisanın birinci günü, Gestapa’ya mensub beş kişi kasabaya geldi. Ben, karım ve 65 yaşındaki anam, iki ve dört yaşındaki çocuklarım henüz uykuda idik. Bizi yataktan kaldırdılar ve hepimizi binanın altındaki mahzene kapattılar.
“Az sonra sırık gibi uzun sarışın bir adam yanımıza geldi. Yirmi dört yaşlarında ya var, ya yoktu. Müfreze kumandanı imiş. Bana hitaben:
“-Baksana, bana pis Yahudi. Hile ile, dolandırıcılıkla. hırsızlıkla kazandığın paraları nereye koydun söyle”
Aladar Reysmer biran sustu çehresi kızardı. Yanında oynıyan çocuklarına:
Diye suratıma bir tokat yapıştırdı. Yere yuvarlandım.
Ağlıyarak: ·Ben namuslu bir adamım … dedim. yalvardım. Aldırmadı. Tekme ile vurmağa başladı. Nihayet dayanacak halim kalmadı:
– Evet. dedim. Hırsızım… Paralar işte orada…
Servetimin hırsızı oldum!
Derhal bir kağıd suzattı:
– İmza et şunu!…
Dedi. Bu kağıda bakınız ne yazılı idi: “Ben, Yahudi olduğumu, mevcud paramı hırsızlıkla kazandığımı itiraf ederim. Bunu Rayhiş hükumetine arzumla hibe ediyorum. Ve Alman toprağından yine arzumla ayrılıyorum…”
Tabii imza etmekten başka çarem yoktu.
Beş dakikada varımı yoğumu kaybetmiştim. Otelimin kıymeti 3,000 şilin idi. İki evim daha vardı. Mecmu servetim 500.000 Rayhiş mark kadar tutuyordu.
Otelime derhal, Alman Gestapo karargahını yerleştirdiler …”
Aladar, yumruklarını sıkıyordu. Dili kurumuştu:
– Nazilerden bir kaçı başka Yahudilerin evine gittiler. Akşam olunca hepimizi bir sürü halinde kamyonlara doldurdular. Nereye götürüldüğümüzü bilmiyorduk. Ne bir santim para ve ne de bir kostüm almamıza müsaade verdiler. Geceyarısına doğru Tuna nehri kenarına geldik. Bizi bir sandala koydular. Kendileri de küreğe oturdular. Az nehrin ortasında bir kum adasına bıraktılar, uzaklaştılar.
Burada uzun müddet kalamazdık. Açlıktan ölmemiz muhakkaktı. Hududu geçmeye teşebbüs ettik. Fakat muvaffak olamadık. Her gittiğimiz yerden koğulduk. Çekler, Macarlar da bizi kabul etmediler. Nihayet, Macar hükümeti, Macaristandaki Yahudilerin ricası üzerine bize bu dubayı verdi…”
Eski duba üzerinde
Nasıl, yerleştiklerini görmek için salın içerisine girdim. Bu boş bir dubadan başka birşey değildi. İkiye ayrılmıştı. Bir kısmı erkeklere, diğer kısmı da kadınlara ve çocuklara tahsis olunmuştu. Hepsi birer ot minder üzerinde yatıyordu. Üzerlerinde, beygirlere örtülen birer örtü vardı. Hemen hepsi karaya çıkmıya can atıyor. Fakat, hiçbir millet bunlara bu müsaadeyi vermediğinden nehrin ortasında çalkalanıp duruyorlar.”
“German Reich 1938–August 1939” kitabına göre, Reisner ailesi sonunda ABD’ye ulaştı. Mülklerineyse 31 Mayıs 1938’de Gestapo’nun kararıyla el konulmuş ve Nazi Almanyası’nın kullanımına sunulmuştu. İşgal döneminde Kittsee sınır polisinin ofisleri Reisner ailesinin otelinde olacaktı.
Bugün Reisner ailesinin oteli hala Avusturya’da açık. “Gasthause Leban” adlı işletme üçüncü kuşak tarafından yönetiliyor. Fakat bu “üçüncü kuşak” Reisner’lere ait değil. İşletmecileri, savaş sonrası Reisner ailesine iade edilen otelde 1956’da çalışmaya başlayan, 1962’deyse yeni sahipleri olan Maria ve Jakob Leban’ın torunları. Otelin tanıtımında Aladar Reisner’in de adı anılıyor: “Savaş başlamadan önce Amerika’ya göç eden Aladar Reisner tarafından inşa edilmiştir.”
1938 yılının en önemli gündem maddelerinden biri Yahudi mültecilerdi. Onlardan birinin, Aladar Reisner’in anlatısı Türkiye basınında da yer buldu. Çünkü o ve ailesi Tuna Nehri üstünde bir dubaya sığınmak zorunda kalanlar arasındaydı.
Aladar Reisner, Avusturyalı Yahudi bir aileden. Kendi anlatımıyla asırlardan beri bu topraklarda yaşıyordu. Reisner’ların hayatı diğer Avusturya Yahudileri gibi, Nazi Almanyası’nın ülkelerini 12 Mart 1938’de işgal etmesiyle değişti.
Reisner ailesi Çekoslovakya ve Macaristan sınırına yakın Kittsee’de bir otel işletiyor, bölgenin önde gelen ailelerinden biri olarak görülüyordu. Susanne Heim ve Caroline Pearce’in “German Reich 1938-August 1939” kitabına göre Naziler bölgeye girdiğinde Aladar Reisner’e üç gün içinde, eşi, annesi ve iki çocuğuyla birlikte ülkeyi terk etmesi emredildi. Reisner bunu intihar olasılığıyla yanıtlayınca cevap çarpıcıydı: “İyi, böylece dünyada daha az Yahudi olur!”
Kıyafetleri ve hatta çarşaflarına kadar tüm mal varlıklarına el konulan aile, ülkeyi terk edeceklerine dair söz vermek zorunda kaldı. Bu imkansız gibiydi çünkü pasaportlarına el konulmuştu.
Alfred Land’ın “Das Drama an der Donau” makalesine göre Reisner ailesiyle birlikte bölge Yahudilerine yönelik baskın 16 Nisan 1938’de, yani Pesah’ın ilk gününde düzenlendi. Aladar Reisner, yaşadıklarını ABD’li gazeteci Hubert Renfro Knickerbocker’a anlatacaktı. Muhtemelen Türkiye basınında yer alan anlatı da bu haberdi.
Son Telgraf’ta 12 Temmuz 1938’de yayımlanan yazı “Hakiki bir hikaye” vurgusu ile başlamakta ve Aladar Reisner’in ağzından “Hiçbir memleket tarafından kabul olunmayan 51 Yahudi muhacirinin Tuna nehri ortasında eski bir duba üzerinde yaşamak mecburiyetinde kalışını” konu almaktaydı:
“Kitse’nin en maruf otellerinden birinin sahibi olan Aladar Reysner, bu zavallıların sergüzeştini şu suretle anlatıyor:
– Kitse’de 3,000 nüfus vardır. Bunların 38 i Yahudıdir. Civardaki Pama köyünde 13 Yahudi daha vardır. Asırlardanberi burada yaşıyorduk. Benim ailem, yüz sene evvel buraya yerleşmiştir.
“Hitler gelinciye kadar Yahudi aleyhtarlığı nedir, bilmiyorduk. Zira Avusturyalılar bize memleket çocukları muamelesi yapıyorlardı.”
Hakikaten, Aladar Reysmer’in veçhen bir Avusturyalı köylüden hiç farkı yok.
– Şehrin bütün kulüblerinde aza idim. Bütün cemiyetlerde kabul olunuyordum ve her yerde hürmet görüyordum. Otelim çok işlekti. Almanlar geldikten sonra müşterilerim daha fazlalaştı. Fakat, az sonra bütün Yahudilerin pasaportlarını topladılar.
Nisanın birinci günü, Gestapa’ya mensub beş kişi kasabaya geldi. Ben, karım ve 65 yaşındaki anam, iki ve dört yaşındaki çocuklarım henüz uykuda idik. Bizi yataktan kaldırdılar ve hepimizi binanın altındaki mahzene kapattılar.
“Az sonra sırık gibi uzun sarışın bir adam yanımıza geldi. Yirmi dört yaşlarında ya var, ya yoktu. Müfreze kumandanı imiş. Bana hitaben:
“-Baksana, bana pis Yahudi. Hile ile, dolandırıcılıkla. hırsızlıkla kazandığın paraları nereye koydun söyle”
Aladar Reysmer biran sustu çehresi kızardı. Yanında oynıyan çocuklarına:
– Haydi çocuklarım, dedi. Gidiniz, bunları işitmeyiniz… Tabii Nazilere, hırsız olmadığı, kimseye dolandırmadığımı, kimsenin parasını çalmadığımı söyledim.
Halbuki o bu sözlerime ehemmiyet bile vermedi·
– Yalancı!.
Diye suratıma bir tokat yapıştırdı. Yere yuvarlandım.
Ağlıyarak: ·Ben namuslu bir adamım … dedim. yalvardım. Aldırmadı. Tekme ile vurmağa başladı. Nihayet dayanacak halim kalmadı:
– Evet. dedim. Hırsızım… Paralar işte orada…
Servetimin hırsızı oldum!
Derhal bir kağıd suzattı:
– İmza et şunu!…
Dedi. Bu kağıda bakınız ne yazılı idi: “Ben, Yahudi olduğumu, mevcud paramı hırsızlıkla kazandığımı itiraf ederim. Bunu Rayhiş hükumetine arzumla hibe ediyorum. Ve Alman toprağından yine arzumla ayrılıyorum…”
Tabii imza etmekten başka çarem yoktu.
Beş dakikada varımı yoğumu kaybetmiştim. Otelimin kıymeti 3,000 şilin idi. İki evim daha vardı. Mecmu servetim 500.000 Rayhiş mark kadar tutuyordu.
Otelime derhal, Alman Gestapo karargahını yerleştirdiler …”
Aladar, yumruklarını sıkıyordu. Dili kurumuştu:
– Nazilerden bir kaçı başka Yahudilerin evine gittiler. Akşam olunca hepimizi bir sürü halinde kamyonlara doldurdular. Nereye götürüldüğümüzü bilmiyorduk. Ne bir santim para ve ne de bir kostüm almamıza müsaade verdiler. Geceyarısına doğru Tuna nehri kenarına geldik. Bizi bir sandala koydular. Kendileri de küreğe oturdular. Az nehrin ortasında bir kum adasına bıraktılar, uzaklaştılar.
Burada uzun müddet kalamazdık. Açlıktan ölmemiz muhakkaktı. Hududu geçmeye teşebbüs ettik. Fakat muvaffak olamadık. Her gittiğimiz yerden koğulduk. Çekler, Macarlar da bizi kabul etmediler. Nihayet, Macar hükümeti, Macaristandaki Yahudilerin ricası üzerine bize bu dubayı verdi…”
Eski duba üzerinde
Nasıl, yerleştiklerini görmek için salın içerisine girdim. Bu boş bir dubadan başka birşey değildi. İkiye ayrılmıştı. Bir kısmı erkeklere, diğer kısmı da kadınlara ve çocuklara tahsis olunmuştu. Hepsi birer ot minder üzerinde yatıyordu. Üzerlerinde, beygirlere örtülen birer örtü vardı. Hemen hepsi karaya çıkmıya can atıyor. Fakat, hiçbir millet bunlara bu müsaadeyi vermediğinden nehrin ortasında çalkalanıp duruyorlar.”
“German Reich 1938–August 1939” kitabına göre, Reisner ailesi sonunda ABD’ye ulaştı. Mülklerineyse 31 Mayıs 1938’de Gestapo’nun kararıyla el konulmuş ve Nazi Almanyası’nın kullanımına sunulmuştu. İşgal döneminde Kittsee sınır polisinin ofisleri Reisner ailesinin otelinde olacaktı.
Bugün Reisner ailesinin oteli hala Avusturya’da açık. “Gasthause Leban” adlı işletme üçüncü kuşak tarafından yönetiliyor. Fakat bu “üçüncü kuşak” Reisner’lere ait değil. İşletmecileri, savaş sonrası Reisner ailesine iade edilen otelde 1956’da çalışmaya başlayan, 1962’deyse yeni sahipleri olan Maria ve Jakob Leban’ın torunları. Otelin tanıtımında Aladar Reisner’in de adı anılıyor: “Savaş başlamadan önce Amerika’ya göç eden Aladar Reisner tarafından inşa edilmiştir.”
Paylaş: