Kulüp’ün ikinci sezonu yayınlananı neredeyse 4 ay oldu. Biz de Rıfat Bali’yle bu sohbeti ta 29 Eylül 2023’te gerçekleştirmiştik. Araya giren savaş, birbiri ardından gelen antisemit olaylar ve hızlı bir gündem sebebiyle röportajı ancak şimdi yayınlıyoruz. İyi okumalar…
Netflix’in Kulüp dizisi Eylül ayında ikinci sezonuyla karşımıza çıkmıştı. Birinci sezon bittiğinde takvim 7 Eylül 1955’i gösteriyordu. İkinci sezon başladığında ise 1960’ı. Aradan geçen 5 sene içerisinde gerçekten neler yaşanmıştı? Yahudiler ve diğer azınlıklar 6-7 Eylül’den nasıl etkilenmiş ve İstiklal Caddesi bu süreçte nasıl Türkleşmişti? Demokrat Parti’ye karşı yapılan 27 Mayıs 1960 tarihli darbeyle sona eren bu ikinci sezonda yine Beyoğlu ve çevresindeki eğlence hayatına tanıklık ettik. Ancak bu dönemde azınlıklar neler yaptmıştı?
Dizinin birinci sezonu özellikle bilmeyenler için Varlık Vergisi ile, Vatandaş Türkçe Konuş ile, Kripto-Rumlar ile ve elbette 6-7 Eylül ile izleyenleri çok etkilemişti. Dizinin ikinci sezonunda ise seyirci askeri darbe ve bazı sağ-sol çatışmaları dışında pek toplumsal bir olaya şahit olmadı. 1955 ile 1960 arasındaki boşluk dizide önümüze sunulan bazı ipuçlarıyla doldurup satır aralarında anlatılmaya çalışıldıysa da bazı noktalar havada kaldı. Bu sebeple bir bilene soralım dedik ve Rıfat Bali ile o günleri konuştuk.
‘6-7 Eylül’den sonra bir Rum göçü olmadı’
Betsy Penso (‘BP’): 6-7 Eylül’den sonra ne oldu? Rumlara ne oldu? Yahudilere ne oldu? Göç dalgası yaşandı mı?
Rıfat Bali (‘RB’): 6-7 Eylül’ü seneler önce Yahudiler özelinde kitabımda yazmıştım, anılardan derlemeler yapmıştık. Benim araştırmalarıma göre ve Fransa’da yaşayan ve Türkiye Rumları kitabının yazarı akademisyen Samim Akgönül’e göre 6-7 Eylül’den sonra bir Rum göçü olmadı. Asıl Rum göçü 1964’te yaşandı. 30’lu yıllarda kabul edilen bir kanunla Yunan uyruklu kişilerin Türkiye’de ikamet etme izinleri[1] vardı. Bu sadece Rumlar için geçerli değildi. Yunan uyruklu Yahudiler de vardı. Türkiye’de bu kişiler yaşayabiliyor ve iş yapabiliyorlardı.
1964’te yaşanan Kıbrıs krizi sebebiyle Türkiye Yunanistan ile yaptığı bu anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi. Ve bir günden diğerine, çok kısa bir süre içerisinde bu kişiler sınır dışı edildiler. Esas göç bu zaman oldu. Sınırdışı edilen Yunan uyrukluların bir kısmı Türk uyruklu Rumlarla evlilerdi. Bu sebeple aileler parçalanmak zorunda kaldığı için Türk uyruklular da gitti. Dolayısıyla Rumlar için asıl göç ve asıl travma 1964’te yaşandı. Yani Rumlar 1955’te gitmediler. Hatta sayılarla konuşursak şunu söyleyebilirim: Tuhaf bir şekilde nüfusları arttı. 1955’te Rum Ortodoks nüfusu 86000 iken 1960’ta 106000’di. 1964’ün tesiri olarak 1965’te ise 73000’e indi.
1964 de facto Rumların sınır dışı edilmesi olsa da, de jure Yunan uyrukluların sınır dışı edilmesiydi. Yunan uyruklular içerisinde Yahudiler de vardı. İlk baştaki furyada birkaç Yahudi ailesi de bu kapsamda sınır dışı edildi. Daha sonra Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinin müdahalesiyle Yahudilerin sınır dışı edilmeleri durduruldu.
Yine Samim Akgönül’den aktararak söylüyorum: o dönemin patriği Athenagoras ve dönemin Demokrat Parti (‘DP‘) milletvekili Hacopulos[2] Rum nüfusuna ‘Türkiye’yi terk etmeyin, yeniden inşa edeceğiz’ telkinlerinde bulundular ve bu insanlar 6-7 Eylül’de ülkeyi terk etmediler. İşlerine devam edebildiler mi edemediler mi çok iyi bilmiyorum ama ayrılmadılar. Tesiri kendini göç olarak göstermediyse de Cumhuriyet tarihinde emsali olmayan bir hadise oldu: Yoğunluğuyla, kitleselliğiyle ve korkunç bir yağma ve katliam teşebbüsü!
Yahudiler 27 Mayıs ihtilali sebebi ile göç ettiler
Türkiye Yahudileri’nin nüfusu da önemli ölçüde azalmadı. 1955’te 46000’di, 1963’te 44000, 1965’te ise 38000’e indi. 6-7 Eylül’ün tesiri göç olarak ortaya çıkmadı. Müthiş bir travma oldu tabii. Bu süreçte Yahudilerin nüfusunun azalması ise 27 Mayıs ihtilalinin tesiri vardır. Türkiye Yahudileri açısından büyük travma 20 sene önce, 1934’te yaşanmıştı ama hem hatırlanıyor muydu? 1934’te Trakya Olayları medya gelişmemiş olduğu için basına yansımamıştı, doğru düzgün fotoğraf bile yok! 6-7 Eylül ise basına yansıdı. İlginç bir şekilde hadisenin olduğu tarihte İstanbul’da iki tane uluslararası konferans düzenlenmişti. Bu yüzden yabancı basın da buradaydı ve her şey ayna gibi yurtdışına yansıdı.
Bu süreçte hayat bir şekilde devam etti. İnsanlar tetikte oldular. Az da olsa göçler oldu. Zihinlerde eskiden beri olan yani 1923’ten 1955’e kadar olan muhtelif problemlerin (Trakya Olayları, Vatandaş Türkçe Konuş, Varlık Vergisi) travmaları zaten vardı… 6-7 Eylül de ‘Canavar yine canlandı’ gibi bir travma yarattı. Bir kısım insan gitti, çoğunluğu kaldı.
1955’ten sonra Vatandaş Türkçe konuş kampanyası biraz canlandı ama kayda değer bir şey olmadı. 6-7 Eylül’ün tazminatları ödendi fakat ödenen tazminatlar anladığım kadarıyla hakikatten zararı karşılayacak meblağlar[3] olmadı hiçbir zaman.
‘6-7 Eylül’ün bir Türkleştirme meselesi olduğunu düşünmüyorum. Ben bunu azınlıkların rehine olarak satranç masasında harcanabilir bir taş olarak görülmeleri olarak adlandırıyorum’
6-7 Eylül hakkında çok şey söylendi. Özellikle 90’lardan sonra resmi tarihe karşı çıkıp ‘yeni tarih anlatımıyla’ anlatanların büyük kısmının değindiği şey, 6-7 Eylül’ün Türkleştirme meselesinin bir kademesi olduğu. Onlara göre bu Türkleştirme hareketi 1915’te başladı ve değişik şekillerde kendini gösteriyor. Ben buna katılmıyorum. Bunu söyleyebilmek için 6-7 Eylül’ü azınlıkları kovmak için gerçekleştirildiğini söylemek lazım. Yani ‘biz bunların ticaretteki hakimiyetlerinden bıktık, bir şekilde onları korkutalım, kovalım’ gibi bir niyet olması lazım. Ama ben bunu daha çok – ki bunu 1970li yıllardan itibaren daha çok göreceğiz – azınlıkların Türkiye ile komşuları arasında veya uluslararası ilişkileri çerçevesinde bir nevi rehine olarak satranç masasında harcanabilir bir taş olarak görülmeleri olarak adlandırıyorum.
Neden? Kıbrıs meselesinde iki taraf var. Şimdi biz bu milliyetçi halkı biliyoruz, biraz onlara gaz verelim de mağazaları tahrip etsinler, diye düşünüyorlar. Kıbrıs’taki müzakere masasında da elimizi kuvvetlendirmek için diyelim ki ‘Bakın bizim halk milliyetçi bir halktır, böyle beklenmedik şeyler çıkabilir!’ Böyle bir niyet vardı ve bu tüm kitlesel hareketlerde olduğu gibi bu da çok kolay şekilde kontrolden çıkıyor ve kimse de kontrol edemiyor. Ben bunu Türkleştirme’nin bir safhası olarak görmüyorum.
‘Dolaylı yolla sermaye el değiştirdi.’
BP: Peki 1955’ten sonra Pera’daki sermaye nasıl Türkleşti? Biz bunu nasıl gözlemleyebiliyoruz?
RB: Bu husus çok çalışılmadı aslında. Tapulardan bakılarak büyük bir ekiple uzun süre çalışılmalı bu konu. Beyoğlu o zamanlar Rum hakimiyetindeydi. 1955’te veya 1964’te yurtdışına gitmiş olan Rumlar’ın kalan mallarını, gayrimenkullerini idare eden, yöneten, vekaletini alan avukatlar vardı. İspat edemem ancak duyduğum kadarıyla, bu durum istismara çok açıktı. Hakkı 5 liraysa 5 kuruş verilmişti. Zavallı insanlar Yunanistan’dan buraya müdahale edemiyorlardı ki. Hele evinde oturan bir kabadayıysa. Dolaylı yolla sermaye el değiştirdi.
BP: Dizide bunu görüyoruz. Pera’yı ele geçirmek isteyen güçlü kişiler var ve yok pahasına Rumların gayrimenkullerini satın almışlar.
RB: Bu Varlık Vergisi gibi bir kanuna vs. tabi olmadığı için elimizde bir liste yok. Kim nasıl nereyi aldı bilemiyoruz. Bunun benzeri Adalar’da da oldu. Özellikle Rumların evleri üç beş kuruşa satıldı. Fırsatçılar çıkıyor bu süreçte ve yağmalıyorlar.
BP: Bu fırsatçılar arasında Yahudiler de var mı?
RB: Olabilir. Niye olmasın. Fırsat bu fırsat demiş olabilirler. Kimdir bilmiyorum. Ama olamaz diyemem. İnsan tabiyatında olan bir şey bu.
BP: 1955’ten sonra ciddi bir göç dalgası olmadığını konuştuk ama yine de bu süreçte yok olan veya el değiştiren meslekler oldu mu?
RB: Bunu tam olarak bilebilmek için ciddi araştırmalar yapmak gerek, henüz yapılmadı. Evet Beyoğlu’ndaki Rum, Levanten, Ermeni esnaf ve meslek sahipleri yok oldu bu süreçte. Dönemin ünlü mücevher mağazaları Franguli, Diyamanştayn gibi… Bunlar yok oldu. Ya 1955’te gittiler, ya 64’te, ya da yaşlandılar ve mesleği devam ettirecek kimseleri kalmadı. Beyoğlu özelinde aşağı yukarı bütün mağazalar yok oldu. Yerlerine de hiçbir şey gelmedi. Bunlara siyah beyaz cevaplar vermek çok zor. Her birinin ayrı ayrı incelenmesi gerekiyor.
BP: Dizideki baş kahramanların Yahudi olduğunu göz önünde bulundurarak tekrar Yahudilere dönersek, 55-60 arasında veya daha geniş anlamda çok partili dönemde yani 50-60 arasında Yahudiler ne yaptılar? Varlık Vergisi’nden sonra İsrael’e göç ettiler mi? İsrael’in kuruluşundan yani 1948’den sonra mı göç ettiler? Kalanlar ne yaptı?
RB: Varlık Vergisi’nden sonra az buçuk bir göç oldu ancak kitlesel bir göç olduğu söylenemez. Kitlesel sıfatı ancak 1949’da yapılan göç[4] için kullanılabilir. Bu göç 1948’de İsrael kurulduktan sonra başladı. Sebebi neydi? Gençler arasında siyonizm duygusu yaygındı, bu gençler gitmek istedi. Varlık Vergisi sonuncusu olmak üzere üstüste gelen bir sürü darbeden sonra bu kararı alanlar oldu… Tabii Varlık Vergisi’nin direkt cüzdana dokunması da önemli bir sebep… Geri dönüş oranları da çok azdı. Yani ‘başarılı’ bir aliya süreci gerçekleştirdiler diyebiliriz. Ama gidenler hangi sosyal sınıftı? Gidenler, çok genç ve idealist olan henüz çalıştığı bir işi olmayan kesimdendi. 1948’den önce yeraltında da olsa siyonist faaliyetler[5] vardı. Aralarında İbranice öğrenenler vardı. Çok az da olsa aralarında İsrael’in Kuruluş Savaşı’nda savaşanlar da oldu. İşi gücü olanlar, küçük veya büyük burjuva ise gitmedi.
Ben kendi ailemden biliyorum. Ben Kasım 1948’de doğdum. Yani göçün başladığı sene doğdum. Ben doğmasaydım bile göç edeceklerini düşünmüyorum. İdare ediyorlardı Türkiye’de. Onlar gibi yüzlerce aile vardı. Her ne kadar Türkiye’de müthiş bir hayatları olmasa da göç etmeyi düşünmeyen, idare eden, alışmış, İbranice bilmeyen, risk almayı istemeyen kişiler vardı… Büyük tüccarlar tabii ki de göç etmedi. Göç etmeyen ticaret erbabının kararı çok da yanlış değildi çünkü Mayıs 1950’den sonra DP döneminin başlamasıyla, bir nevi Özal’ın başlangıç yılları gibi bir süreç başlamış oldu. Dolayısıyla servetlerini kaybetmiş pek çok tüccar 50’li yıllarda servetlerini yeniden inşa etmeye başladılar. Zaten Türkiye’de bugün var olan veya var olmuş olan büyük ticaret sanayi erbabı da bu zamanlarda başladı. Bu dönemin ekonomi ortamı içerisinde para kazandılar, zenginleştiler.
Ekonomik ortam kötüleştiği zaman da bile… 1950’lerin ikinci yarısında ekonomik bir kriz, döviz darboğazı başlamıştı. O zamanların gazetelerine bakarsanız sürekli döviz kaçakçılığı haberleri var. O zamanlar serbest olmadığı için adı döviz kaçakçılığıydı bugün aynı işi yapan yere döviz bürosu diyoruz! Bu döviz kaçakçılığı hikayelerinin %20’si Ermeni, Rum, Türk fakat %80’i Yahudi’ydi.
‘Azınlıklar DP döneminde 6-7 Eylül yaşanmasına rağmen DP taraftarı olmaya devam ettiler’
50-60 arası sanıldığının aksine aslında Türkiye Yahudileri için fena bir dönem değildi. Zaten görüyoruz hatıratlarda… Mesela büyük bayramlarda Roş Aşana’da, Kipur’da esnaftan kimin Yahudi olduğu anlaşılıyor çünkü bütün dükkanlar kapalı… Görülür bir ticaret erbabı var Beyoğlu’nda, Karaköy’de… Bu dönemde para kazandılar sonra da 27 Mayıs ihtilali yaşandı.
BP: Peki 27 Mayıs Türkiye Yahudilerini neden bu kadar derinden etkiledi de önemli bir göç dalgası oluştu?
RB: Göç dalgalarına baktığında daima böyle bir ‘fırlama’ olduğu zaman baş gösteriyor.
BP: Gerçi 15 Temmuz’dan sonra da aynısı oldu.
RB: Ben de onu diyecektim. 15 Temmuz’dan sonra da aynısı oldu. 12 Eylül’den sonra da aynısı oldu. 27 Mayıs’ta da askeri nizam geldi. Gerçi Türkiye Yahudileri çok da Cumhuriyet Halk Partisi (‘CHP‘) yanlısı değillerdi. Hatta sadece Yahudiler de değil hiç bir azınlık grubu değildi. Hepsi DP taraftarıydı. DP döneminde 6-7 Eylül yaşanmasına rağmen DP taraftarı olmaya devam ettiler. Çünkü DP onlar için bir nevi ANAP gibi, ki zaten ANAP da DP’nin devamıdır, bir nevi merkez sağ, liberal görüş, ticaret ve sanayiye serbestlik tanıyan – ki bu çok önemli azınlıklar açısından – bir partiydi. Her ne kadar 6-7 Eylül’de parmakları olsa da…
BP: Yani azınlıklar 6-7 Eylül’den DP’yi sorumlu tutmadılar mı? Kendilerince beraat mi ettirdiler? Çünkü 6-7 Eylül’den sonra bir kez daha seçim oldu ve DP tekrar kazandı. Tekrar DP’ye oy verdiler sanki…
RB: Evet azınlıklar 57’de olan seçimde de DP’ye oy vermeye devam ettiler. Çünkü CHP onlar için Varlık Vergisi[6] demekti. Yakın tarihe kadar bu hala böyleydi. 20 sene öncesine kadar CHP’ye karşı müthiş bir nefret vardı. Aynı şekilde İsmet İnönü’nün de şahsına karşı nefret vardı. Varlık Vergisi, onun döneminde gerçekleşti nihayetinde. Dolayısıyla evet DP’yi akladılar. ‘Olmuş bir çılgınlık, lümpen takım delirdi, kıskandı’ diye düşündüler. Ki bunlar da gerçek faktörler… Hakikatten zenginle fakir arasında müthiş bir farklılık vardı. Bugün de var bu farklılık. Ancak o günkü İstanbul’da farklıydı. Bugünkü İstanbul 18 milyon. O günkü İstanbul 1-1,5 milyonken azınlıkların görünür olması başka bir şeydi. Hele İstiklal Caddesi’nde görünür olmaları, yerleşmiş olmaları bambaşka bir şey. Görüyoruz, saldırgan kürkü çalıyor ama giymiyor parçalıyor… Böyle insani bir faktör var. Bundan dolayı DP’ye oy vermeye devam ettiler. 1960’tan sonra ise bir tereddüt yaşadılar. Tekrar bir servet beyannamesi mi vermek gerekir yeniden bir vergi mi gelir… Hep böyle bir korku kapladı içlerini böyle zamanlarda. Böyle bir şey olmadı sonunda ama böyle bir tedirginlik vardı üzerlerinde.
‘Zenginleşme ‘ekip işi’, zaman işi. Kimse 8 Eylül sabahı zengin uyanmadı’
BP: ‘8 Eylül zenginleri’ diye bir terim kullanıldı dizide. 6-7 Eylül’den sonra 8 Eylül sabahı bir anda zengin olanlardan bahsediliyordu. Ben literatürde hiç böyle bir kullanım görmedim duymadım, siz de sanırım bilmiyorsunuz. Bu zenginleşme bir gecede oldu algısı yaratıyor aslında.
RB: İlk defa duydum ben de. 6-7 Eylül zenginleri bile yaygın bir terim değil aslında. Bu çekici bir slogan olsun diye herhalde senaryoya bu şekilde almışlar. İzleyici anlasın diye kullanmışlardır. Bu şimdi tekrarlana tekrarlana yerleşebilir.
BP: Ama bu da çok doğru bir kullanım değil çünkü zenginleşme bir gecede olmadı, değil mi?
RB: Tabii ki olmadı! Rumlar gitti ertesi gün bu kişiler malların üzerlerine oturmadılar. Bir süreç var bunun arkasında…
BP: Dizi sanki her şey bir gecede olmuş hissi veriyor ama… Onun da doğru olmadığını belki belirtmek gerek… Evet pogrom bir günde yaşandı ama bu zenginleşme bir günde yaşanmadı.
RB: Tapularda sahtekarlık, tapuların değişmesi, bunlar ‘ekip işi’, zaman işi… Kimse 8 Eylül sabahı zengin uyanmadı. Bu iş senelere yayılıyor. Davalar açılıyor, onlar sonuçlanıyor.
‘Beyoğlu’nun Türkleşmesi sadece 1955’le olmadı’
BP: Evet dizide de aslında buna benzer bir dava var. Kulüp’ün mülkiyeti için açılmış bir gaiplik davası. 5 yıl geçmesini bekliyorlar gaiplik için. Gerçi Niko’nun 6 Eylül 1955’te ‘kaybolduğunu’ varsayarsak gaiplik kararı da 5 sene dolmadan veriliyor 27 Mayıs 1960’dan önce…
RB: Bedrettin Dalan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu zamanlara da bakmak lazım. O zaman bütün Tarlabaşı yıkıldı. Oraları hep Rumlarındı[7]. Orta halli Rumların hepsi Beyoğlu ve Tarlabaşı’nda oturuyorlardı. Oralar nasıl istimlak edildi, bu da ayrı bir soru işareti. Demek istediğim Beyoğlu’nun Türkleşmesi sadece 1955’le olmadı. Tarlabaşı’nda pek çok yer boş kalmıştı, sahipleri Yunanistan’daydı… Bu gibi olaylar da çok etkiledi.
BP: 27 Mayıs darbesinden önce seçilmiş iki tane, hatta üç tane DP milletvekili var, Salomon Adato[8], İsak Altabev[9], Yusuf Salman[10]… Onlardan bahsedelim istiyorum. Duruşları Yahudi toplumunu yansıtıyor muydu? Tabii ki bir toplumun tamamı homojen değil herkes aynı şeyi düşünmüyor fakat Yahudi toplumunun baskın resmi bir görüşü vardır ya, bu milletvekillerinin duruşlarıyla söylemleriyle paralel miydi, nasıldı?
RB: DP’de ilk gayrimüslim milletvekillerindendi Salamon Adato. O büyük hukukçulardan biriydi. 1954’te bir uçak kazasında ölmüştü. 1946’da ve 1950’de iki defa milletvekili seçilmişti. O zamanlardaki ve hatta şu anda hala geçerli: Partiler cemaatlere gidip biz sizden birini liste başı yapmak istiyoruz diyorlardı. Bugün pek öyle değil ama o zamanlarda liste başı olarak dönemin başarılı işadamları yada hukukçuları gösterilirdi. Adato bence kelimenin tam anlamıyla bir milletvekiliydi. Sadece Yahudilerle ilgili konularda değil başka konularda da söz söyleyen biriydi. Ondan sonra bir süreliğine o zamanki cemaat başkanı Hanri Soriano[11] milletvekili seçildi. Fakat kısa bir süreliğineydi. Onlardan sonra seçilen iki milletvekili 27 Mayıs’tan sonra tutuklandı: Yusuf Salman ve İsak Altabev…
Bu bahsettiklerim tabii hep DP milletvekilleri. CHP de aday gösteriyordu. Mesela meşhur gazeteci Sami Kohen[12] CHP’den adaydı, fakat kazanamadı. CHP de İstanbul’da azınlık oylarını almak için bu isimleri liste başı yapmak istiyordu. İstanbul o zamanlar hala küçük ve azınlık toplumları da bu ölçekte büyüktü.
Yusuf Salman önemli bir tüccardı. İsak Altabev ise Koç grubunda çalışan üst düzey bir yöneticiydi. İkisinin de siyasetle bir alakası yoktu. Yusuf Salman yine de daha aktifti diyebilirim.
İsak Altabev ise daha çok mali konularla ilgilenmişti diyebilirim. İkisinin de millevekili olarak pek bir katkısı olmadı ve maalesef 27 Mayıs’ta DP milletvekili oldukları için onlar da bu kazanda tutuklandılar ve Yassıada’ya götürüldüler. İkisi de Yassıada’da vefat etti: biri kalp krizinden biri beyin kanamasından. Şoka uğradılar, yaşlı insanlardı. Ne mecliste çok fazla bir varlık gösterebildiler, ne de milletvekili olmaları bir işe yaradı. Maalesef bu insanlar orada öldüler. Yıllar önce Bensiyon Pinto[13] bir konuşmasında bu iki kişiden şehitlerimiz diye bahsetmişti.
BP: Yanlış hatırlamıyorsam İsak Altabev Yassıada’da duruşmaya çıkmış ve kimse savunmuyorken Adnan Menderes’i savunmaya devam etmişti.
RB: Evet ama bunu şöyle okumak lazım: Bu insanlar ciddi manada Menderes’i seviyorlardı. Hepsi beraber Yassıada’dalar, bunun verdiği duygusal bir bağ var. Ne yapacak? Kendisini kurtarmak için onu satacak mı? Böyle insanlar değillerdi. Yahudi cemaati ne yaptı? Hiçbir şey… O dönemin FKD Başkanı, Bnai Brith ABD Başkanı’na yazdı: ‘Sakın ha, oralardan müdahale etmeye kalkmayın vs.’ minvalinde. Yardım edilirse, dışarıdan müdahale var hissi yaşanacaktı. Sadece o milletvekilleri için değil tüm Yahudi toplumu için kötü bir durum oluşabilir korkusuyla hiçbir şey yapamadılar. Eminim bu insanlar çok pişman olmuşlardır siyasete girdiklerine…
BP: Yanlış hatırlamıyorsam başka milletvekilleri sıyrılmak için Menderes aleyhine konuşmuşlardı, acaba İsak Altabev’in bu sessizliğini kayadez kültürünün bir parçası olarak değerlendirebilir miyiz?
RB: Ben işin vahametini kimsenin anladığın düşünmüyorum. Bence kimse bu işin sonunun idama varacağını tahmin etmiyordu. Kendileri zaten herhangi bir skandala karışmamışlar, bir açıkları vs. olmamış. Bence Menderes’i içtenlikle seviyorlardı. Bu bağlılıklarını da sürdürdüler. Bunun kayadezle bir ilgisi yok.
‘Kayadez’i popüler kültüre siz mal ettiniz!’
BP: Laf kayadez’e gelmişken şunu sormak istiyorum: Diziyi izledikten sonra biraz gerçeklik algımı yitirdim. Biz birbirimize sohbet ederken, ‘sessiz ol, çok konuşma’ anlamında uyarmak için ‘şşş kayadez’ mi diyorduk? Buna benzer o kadar fazla sahne vardı ki bir anda kendimden şüphe etmeye başladım. Biz kayadez’i sadece bir terim olarak kullanmıyor muyduk? Yani sohbet içerisinde değil de, durum değerlendirmesi yaparken…
RB: Bugünkü dijital dünyada ve sosyal medya sayesinde ortaya çıkan şeyler çığ gibi büyüyor ve hakikat haline geliyor. Böyle bir şey yok! Pogrom kelimesi de o şekilde. 6-7 Eylül için pogrom deniyor. Trakya için pogrom deniyor. Ben merak ettim ne zamandan beri bunlara pogrom deniyor? Bazı kavramları doğru kullanmak lazım. Pogrom Çarlık Rusya’sında Yahudilere karşı yapılan insanları yok etme fiiliydi. Bir kez 6-7 Eylül’de insanları yok etme fiili yok, belki niyet var ama niyet okumuyorum. Müthiş bir kitlesel travma hareketi var. Haneye tecavüz var. Yağma var.
BP: Ama şu anda pogrom bir terim olarak kullanılıyor. Bu yağma, bu şiddet belli bir etnik gruba yönelik yapıldığı zaman pogrom diyoruz. Sadece Rusya’da vuku bulmuş şeyler için kullanılmıyor.
RB: Ben pogrom terimini kullanmıyorum çünkü pogrom olması için bence çok sayıda insan öldürülmesi lazım. Burada tabii ki ölüm var ama bu sayı 100’lere 200’lere çıkmıyor. Öyle olsa pogrom denebilir.
BP: Ama pogromun tanımında belli bir kişi sayısının ölmesi gerekmiyor. Biz de aksine bu gibi azınlıklara uygulanan şiddet olaylarını tanımlarken pogrom kelimesini kullanmayı tercih ediyoruz.
RB: Kayadez de bunun gibi. Kayadez’i siz [Avlaremoz] icat ettiniz! Popüler kültüre mal ettiniz! Dizide de bu sebeple kullanıldığını düşünüyorum. Avlaremoz 2016’da kurulduğunda bu söylemi ilk defa geniş kitleler duydu. Bu tekrarlana tekrarlana dizi senaryosuna kadar gitti. Ben hayatımda hiç insanların birbirlerine sessiz kalmaları için ‘şş kayadez’ diye uyardıklarını duymadım. Yok öyle bir şey!
Kayadez fazla görünmemeyi ifade eden bir terime dönüştü, böylece dizilere de girdi. Dönüp kendinize bakın, sizin sayenizde girdi çünkü… ‘Kayadez’ kelimesi İspanyolca ve Fransızca’nın egemen olduğu bir Yahudi toplumunda kullanılıyordu. Fransızca konuşan Yahudi toplumunda bu ‘toute vérité n’est pas bonne à dire’ (Her hakikatin söylenmesi makbul değildir) idi. Sonra toplum Ango-Frankon bir topluma dönüşünce ‘low-profile’ konuşma denmeye başladı. Bence low profile çok daha yaygın bir kullanım. Kamusal alana düşük profille çıkacaksın! Low profile kelimesini Türk popüler kültürüne mal etmek ama imkansız! Çünkü İngilizce bir kelime ve telaffuzu farklı! Kayadez yazıldığı gibi okunuyor, kendine has, daha çabuk popüler kültürün parçası olabiliyor.
‘Resmi söylem Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında, devletin iyiliği için çalışan bir cemaattir. Zaten aksisi düşünülemez. Biraz itirazlar olur fakat o kadar.’
BP: Yahudiler’in kitleler halinde DP’yi desteklediklerini konuştuk. Peki ya Rumlar ve Ermeniler? Onların da benzer bir eğilimi var mıydı? Onlar da Yahudiler gibi kitlesel olarak mı davranıyorlardı yoksa kendi içlerinde bir bölünmüşlük var mıydı? Yahudiler genelde daha apolitktir, diğer cemaatler de benzer şekilde mi refleks gösteriyordu?
RB:Hrant Dink’in ortaya çıkışına yani 1996’ya kadar azınlıklar arasında hiç bir zaman kamusal alanda bu denli bir ihtilaf çıkmadı. Zaten Türkçe gazete yoktu Ermeni basınında. Dolayısıyla aralarında bir ihtilaf vardıysa da biz anlamıyorduk. O tarihe kadar tıpkı Rum ve Yahudilerde olduğu gibi Ermeniler’de de toplumun ileri gelenleri genelde siyasi hayata atılırdı. Mıgırdıç Şellefyan diye çok önemli bir Ermeni tüccar vardı mesela bunlar arasında; o zamanlar adı kötü anılan biriydi, şimdilerde kimse hatırlamıyordur onu. Demirel’in yeğeni Yahya Demirel ile birlikte bir takım hayali ihracat[14] işlerine girmişlerdi. Sonra kendisi İsviçre’ye yerleşti zaten. Hukukçular yine bu toplumlarda da siyasetçi olmak üzere öne çıkardı… Tüm azınlık toplumlarında böyleydi bu. Devlete yaranmayı mümkün kılan bir takım insanlar da… Ta ki Agos ve Hrant Dink ortaya çıkana kadar. Tabii ki Agos ve Hrant Dink bir anda kendi kendisine ortaya çıkmadı. Demek ki kazanda bir şeyler fokurdamış ama ne fokurdamış biz bilmiyoruz…
1950-1960 arası Rumlar ve Ermeniler de DP’yi destekliyorlardı. Daha sonra da hepsi ANAP’ı desteklediler. Seçimlerde CHP’den onların da adayları çıktı fakat seçilmediler. CHP o dönemde artık biraz değişip azınlık oylarının da peşine düşmüştü.
Bugün için de rahatlıkla söyleyebiliriz: Yahudiler hala apolitik. Ermeniler için de apolitik diyebiliriz. Gayri resmi olarak vicdanı yansıtan STK aktivistleri çıkıyor aralarından… Avlaremoz olarak siz de bir noktada gayriresmi olarak vicdanı yansıtıyorsunuz. Fakat bence müesses nizamın bakış tarafından bu gayriresmi aktörlerin çok da bir önemi yok. Çünkü onlar için önemli olan resmi aktörler ve onların tavırları. Resmi aktörlerin duruşlarını biz basına yansıdığı kadarıyla görebiliyoruz. Kapalı kapılar ardında ne konuştuklarını bilmiyoruz. 50 sene sonra ancak arşivlerden okunacak ne konuşulduğu kapılar ardında… Artık o zaman kim hayattaysa o öğrenecek! Dolayısıyla resmi söylem apolitik bir söylemdir. Resmi söylem Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında, devletin iyiliği için çalışan bir cemaattir. Zaten aksisi düşünülemez. Biraz itirazlar olur, fakat o kadar.
Kulüp’ün ikinci sezonundaki dini ritüeller ve Yahudi gelenekleri hakkında Rav Mendy Chitrik ile yaptığımız röportajı okuyun!
[1] Bali, Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “Türkiye ile Yunanistan Arasında İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi”nin kanunlaşmasına referans vermekte. Detaylı bilgi için: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/46386
Kulüp’ün ikinci sezonu yayınlananı neredeyse 4 ay oldu. Biz de Rıfat Bali’yle bu sohbeti ta 29 Eylül 2023’te gerçekleştirmiştik. Araya giren savaş, birbiri ardından gelen antisemit olaylar ve hızlı bir gündem sebebiyle röportajı ancak şimdi yayınlıyoruz. İyi okumalar…
Netflix’in Kulüp dizisi Eylül ayında ikinci sezonuyla karşımıza çıkmıştı. Birinci sezon bittiğinde takvim 7 Eylül 1955’i gösteriyordu. İkinci sezon başladığında ise 1960’ı. Aradan geçen 5 sene içerisinde gerçekten neler yaşanmıştı? Yahudiler ve diğer azınlıklar 6-7 Eylül’den nasıl etkilenmiş ve İstiklal Caddesi bu süreçte nasıl Türkleşmişti? Demokrat Parti’ye karşı yapılan 27 Mayıs 1960 tarihli darbeyle sona eren bu ikinci sezonda yine Beyoğlu ve çevresindeki eğlence hayatına tanıklık ettik. Ancak bu dönemde azınlıklar neler yaptmıştı?
Dizinin birinci sezonu özellikle bilmeyenler için Varlık Vergisi ile, Vatandaş Türkçe Konuş ile, Kripto-Rumlar ile ve elbette 6-7 Eylül ile izleyenleri çok etkilemişti. Dizinin ikinci sezonunda ise seyirci askeri darbe ve bazı sağ-sol çatışmaları dışında pek toplumsal bir olaya şahit olmadı. 1955 ile 1960 arasındaki boşluk dizide önümüze sunulan bazı ipuçlarıyla doldurup satır aralarında anlatılmaya çalışıldıysa da bazı noktalar havada kaldı. Bu sebeple bir bilene soralım dedik ve Rıfat Bali ile o günleri konuştuk.
‘6-7 Eylül’den sonra bir Rum göçü olmadı’
Betsy Penso (‘BP’): 6-7 Eylül’den sonra ne oldu? Rumlara ne oldu? Yahudilere ne oldu? Göç dalgası yaşandı mı?
Rıfat Bali (‘RB’): 6-7 Eylül’ü seneler önce Yahudiler özelinde kitabımda yazmıştım, anılardan derlemeler yapmıştık. Benim araştırmalarıma göre ve Fransa’da yaşayan ve Türkiye Rumları kitabının yazarı akademisyen Samim Akgönül’e göre 6-7 Eylül’den sonra bir Rum göçü olmadı. Asıl Rum göçü 1964’te yaşandı. 30’lu yıllarda kabul edilen bir kanunla Yunan uyruklu kişilerin Türkiye’de ikamet etme izinleri[1] vardı. Bu sadece Rumlar için geçerli değildi. Yunan uyruklu Yahudiler de vardı. Türkiye’de bu kişiler yaşayabiliyor ve iş yapabiliyorlardı.
1964’te yaşanan Kıbrıs krizi sebebiyle Türkiye Yunanistan ile yaptığı bu anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi. Ve bir günden diğerine, çok kısa bir süre içerisinde bu kişiler sınır dışı edildiler. Esas göç bu zaman oldu. Sınırdışı edilen Yunan uyrukluların bir kısmı Türk uyruklu Rumlarla evlilerdi. Bu sebeple aileler parçalanmak zorunda kaldığı için Türk uyruklular da gitti. Dolayısıyla Rumlar için asıl göç ve asıl travma 1964’te yaşandı. Yani Rumlar 1955’te gitmediler. Hatta sayılarla konuşursak şunu söyleyebilirim: Tuhaf bir şekilde nüfusları arttı. 1955’te Rum Ortodoks nüfusu 86000 iken 1960’ta 106000’di. 1964’ün tesiri olarak 1965’te ise 73000’e indi.
1964 de facto Rumların sınır dışı edilmesi olsa da, de jure Yunan uyrukluların sınır dışı edilmesiydi. Yunan uyruklular içerisinde Yahudiler de vardı. İlk baştaki furyada birkaç Yahudi ailesi de bu kapsamda sınır dışı edildi. Daha sonra Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinin müdahalesiyle Yahudilerin sınır dışı edilmeleri durduruldu.
Yine Samim Akgönül’den aktararak söylüyorum: o dönemin patriği Athenagoras ve dönemin Demokrat Parti (‘DP‘) milletvekili Hacopulos[2] Rum nüfusuna ‘Türkiye’yi terk etmeyin, yeniden inşa edeceğiz’ telkinlerinde bulundular ve bu insanlar 6-7 Eylül’de ülkeyi terk etmediler. İşlerine devam edebildiler mi edemediler mi çok iyi bilmiyorum ama ayrılmadılar. Tesiri kendini göç olarak göstermediyse de Cumhuriyet tarihinde emsali olmayan bir hadise oldu: Yoğunluğuyla, kitleselliğiyle ve korkunç bir yağma ve katliam teşebbüsü!
Yahudiler 27 Mayıs ihtilali sebebi ile göç ettiler
Türkiye Yahudileri’nin nüfusu da önemli ölçüde azalmadı. 1955’te 46000’di, 1963’te 44000, 1965’te ise 38000’e indi. 6-7 Eylül’ün tesiri göç olarak ortaya çıkmadı. Müthiş bir travma oldu tabii. Bu süreçte Yahudilerin nüfusunun azalması ise 27 Mayıs ihtilalinin tesiri vardır. Türkiye Yahudileri açısından büyük travma 20 sene önce, 1934’te yaşanmıştı ama hem hatırlanıyor muydu? 1934’te Trakya Olayları medya gelişmemiş olduğu için basına yansımamıştı, doğru düzgün fotoğraf bile yok! 6-7 Eylül ise basına yansıdı. İlginç bir şekilde hadisenin olduğu tarihte İstanbul’da iki tane uluslararası konferans düzenlenmişti. Bu yüzden yabancı basın da buradaydı ve her şey ayna gibi yurtdışına yansıdı.
Bu süreçte hayat bir şekilde devam etti. İnsanlar tetikte oldular. Az da olsa göçler oldu. Zihinlerde eskiden beri olan yani 1923’ten 1955’e kadar olan muhtelif problemlerin (Trakya Olayları, Vatandaş Türkçe Konuş, Varlık Vergisi) travmaları zaten vardı… 6-7 Eylül de ‘Canavar yine canlandı’ gibi bir travma yarattı. Bir kısım insan gitti, çoğunluğu kaldı.
1955’ten sonra Vatandaş Türkçe konuş kampanyası biraz canlandı ama kayda değer bir şey olmadı. 6-7 Eylül’ün tazminatları ödendi fakat ödenen tazminatlar anladığım kadarıyla hakikatten zararı karşılayacak meblağlar[3] olmadı hiçbir zaman.
‘6-7 Eylül’ün bir Türkleştirme meselesi olduğunu düşünmüyorum. Ben bunu azınlıkların rehine olarak satranç masasında harcanabilir bir taş olarak görülmeleri olarak adlandırıyorum’
6-7 Eylül hakkında çok şey söylendi. Özellikle 90’lardan sonra resmi tarihe karşı çıkıp ‘yeni tarih anlatımıyla’ anlatanların büyük kısmının değindiği şey, 6-7 Eylül’ün Türkleştirme meselesinin bir kademesi olduğu. Onlara göre bu Türkleştirme hareketi 1915’te başladı ve değişik şekillerde kendini gösteriyor. Ben buna katılmıyorum. Bunu söyleyebilmek için 6-7 Eylül’ü azınlıkları kovmak için gerçekleştirildiğini söylemek lazım. Yani ‘biz bunların ticaretteki hakimiyetlerinden bıktık, bir şekilde onları korkutalım, kovalım’ gibi bir niyet olması lazım. Ama ben bunu daha çok – ki bunu 1970li yıllardan itibaren daha çok göreceğiz – azınlıkların Türkiye ile komşuları arasında veya uluslararası ilişkileri çerçevesinde bir nevi rehine olarak satranç masasında harcanabilir bir taş olarak görülmeleri olarak adlandırıyorum.
Neden? Kıbrıs meselesinde iki taraf var. Şimdi biz bu milliyetçi halkı biliyoruz, biraz onlara gaz verelim de mağazaları tahrip etsinler, diye düşünüyorlar. Kıbrıs’taki müzakere masasında da elimizi kuvvetlendirmek için diyelim ki ‘Bakın bizim halk milliyetçi bir halktır, böyle beklenmedik şeyler çıkabilir!’ Böyle bir niyet vardı ve bu tüm kitlesel hareketlerde olduğu gibi bu da çok kolay şekilde kontrolden çıkıyor ve kimse de kontrol edemiyor. Ben bunu Türkleştirme’nin bir safhası olarak görmüyorum.
‘Dolaylı yolla sermaye el değiştirdi.’
BP: Peki 1955’ten sonra Pera’daki sermaye nasıl Türkleşti? Biz bunu nasıl gözlemleyebiliyoruz?
RB: Bu husus çok çalışılmadı aslında. Tapulardan bakılarak büyük bir ekiple uzun süre çalışılmalı bu konu. Beyoğlu o zamanlar Rum hakimiyetindeydi. 1955’te veya 1964’te yurtdışına gitmiş olan Rumlar’ın kalan mallarını, gayrimenkullerini idare eden, yöneten, vekaletini alan avukatlar vardı. İspat edemem ancak duyduğum kadarıyla, bu durum istismara çok açıktı. Hakkı 5 liraysa 5 kuruş verilmişti. Zavallı insanlar Yunanistan’dan buraya müdahale edemiyorlardı ki. Hele evinde oturan bir kabadayıysa. Dolaylı yolla sermaye el değiştirdi.
BP: Dizide bunu görüyoruz. Pera’yı ele geçirmek isteyen güçlü kişiler var ve yok pahasına Rumların gayrimenkullerini satın almışlar.
RB: Bu Varlık Vergisi gibi bir kanuna vs. tabi olmadığı için elimizde bir liste yok. Kim nasıl nereyi aldı bilemiyoruz. Bunun benzeri Adalar’da da oldu. Özellikle Rumların evleri üç beş kuruşa satıldı. Fırsatçılar çıkıyor bu süreçte ve yağmalıyorlar.
BP: Bu fırsatçılar arasında Yahudiler de var mı?
RB: Olabilir. Niye olmasın. Fırsat bu fırsat demiş olabilirler. Kimdir bilmiyorum. Ama olamaz diyemem. İnsan tabiyatında olan bir şey bu.
BP: 1955’ten sonra ciddi bir göç dalgası olmadığını konuştuk ama yine de bu süreçte yok olan veya el değiştiren meslekler oldu mu?
RB: Bunu tam olarak bilebilmek için ciddi araştırmalar yapmak gerek, henüz yapılmadı. Evet Beyoğlu’ndaki Rum, Levanten, Ermeni esnaf ve meslek sahipleri yok oldu bu süreçte. Dönemin ünlü mücevher mağazaları Franguli, Diyamanştayn gibi… Bunlar yok oldu. Ya 1955’te gittiler, ya 64’te, ya da yaşlandılar ve mesleği devam ettirecek kimseleri kalmadı. Beyoğlu özelinde aşağı yukarı bütün mağazalar yok oldu. Yerlerine de hiçbir şey gelmedi. Bunlara siyah beyaz cevaplar vermek çok zor. Her birinin ayrı ayrı incelenmesi gerekiyor.
BP: Dizideki baş kahramanların Yahudi olduğunu göz önünde bulundurarak tekrar Yahudilere dönersek, 55-60 arasında veya daha geniş anlamda çok partili dönemde yani 50-60 arasında Yahudiler ne yaptılar? Varlık Vergisi’nden sonra İsrael’e göç ettiler mi? İsrael’in kuruluşundan yani 1948’den sonra mı göç ettiler? Kalanlar ne yaptı?
RB: Varlık Vergisi’nden sonra az buçuk bir göç oldu ancak kitlesel bir göç olduğu söylenemez. Kitlesel sıfatı ancak 1949’da yapılan göç[4] için kullanılabilir. Bu göç 1948’de İsrael kurulduktan sonra başladı. Sebebi neydi? Gençler arasında siyonizm duygusu yaygındı, bu gençler gitmek istedi. Varlık Vergisi sonuncusu olmak üzere üstüste gelen bir sürü darbeden sonra bu kararı alanlar oldu… Tabii Varlık Vergisi’nin direkt cüzdana dokunması da önemli bir sebep… Geri dönüş oranları da çok azdı. Yani ‘başarılı’ bir aliya süreci gerçekleştirdiler diyebiliriz. Ama gidenler hangi sosyal sınıftı? Gidenler, çok genç ve idealist olan henüz çalıştığı bir işi olmayan kesimdendi. 1948’den önce yeraltında da olsa siyonist faaliyetler[5] vardı. Aralarında İbranice öğrenenler vardı. Çok az da olsa aralarında İsrael’in Kuruluş Savaşı’nda savaşanlar da oldu. İşi gücü olanlar, küçük veya büyük burjuva ise gitmedi.
Ben kendi ailemden biliyorum. Ben Kasım 1948’de doğdum. Yani göçün başladığı sene doğdum. Ben doğmasaydım bile göç edeceklerini düşünmüyorum. İdare ediyorlardı Türkiye’de. Onlar gibi yüzlerce aile vardı. Her ne kadar Türkiye’de müthiş bir hayatları olmasa da göç etmeyi düşünmeyen, idare eden, alışmış, İbranice bilmeyen, risk almayı istemeyen kişiler vardı… Büyük tüccarlar tabii ki de göç etmedi. Göç etmeyen ticaret erbabının kararı çok da yanlış değildi çünkü Mayıs 1950’den sonra DP döneminin başlamasıyla, bir nevi Özal’ın başlangıç yılları gibi bir süreç başlamış oldu. Dolayısıyla servetlerini kaybetmiş pek çok tüccar 50’li yıllarda servetlerini yeniden inşa etmeye başladılar. Zaten Türkiye’de bugün var olan veya var olmuş olan büyük ticaret sanayi erbabı da bu zamanlarda başladı. Bu dönemin ekonomi ortamı içerisinde para kazandılar, zenginleştiler.
Ekonomik ortam kötüleştiği zaman da bile… 1950’lerin ikinci yarısında ekonomik bir kriz, döviz darboğazı başlamıştı. O zamanların gazetelerine bakarsanız sürekli döviz kaçakçılığı haberleri var. O zamanlar serbest olmadığı için adı döviz kaçakçılığıydı bugün aynı işi yapan yere döviz bürosu diyoruz! Bu döviz kaçakçılığı hikayelerinin %20’si Ermeni, Rum, Türk fakat %80’i Yahudi’ydi.
‘Azınlıklar DP döneminde 6-7 Eylül yaşanmasına rağmen DP taraftarı olmaya devam ettiler’
50-60 arası sanıldığının aksine aslında Türkiye Yahudileri için fena bir dönem değildi. Zaten görüyoruz hatıratlarda… Mesela büyük bayramlarda Roş Aşana’da, Kipur’da esnaftan kimin Yahudi olduğu anlaşılıyor çünkü bütün dükkanlar kapalı… Görülür bir ticaret erbabı var Beyoğlu’nda, Karaköy’de… Bu dönemde para kazandılar sonra da 27 Mayıs ihtilali yaşandı.
BP: Peki 27 Mayıs Türkiye Yahudilerini neden bu kadar derinden etkiledi de önemli bir göç dalgası oluştu?
RB: Göç dalgalarına baktığında daima böyle bir ‘fırlama’ olduğu zaman baş gösteriyor.
BP: Gerçi 15 Temmuz’dan sonra da aynısı oldu.
RB: Ben de onu diyecektim. 15 Temmuz’dan sonra da aynısı oldu. 12 Eylül’den sonra da aynısı oldu. 27 Mayıs’ta da askeri nizam geldi. Gerçi Türkiye Yahudileri çok da Cumhuriyet Halk Partisi (‘CHP‘) yanlısı değillerdi. Hatta sadece Yahudiler de değil hiç bir azınlık grubu değildi. Hepsi DP taraftarıydı. DP döneminde 6-7 Eylül yaşanmasına rağmen DP taraftarı olmaya devam ettiler. Çünkü DP onlar için bir nevi ANAP gibi, ki zaten ANAP da DP’nin devamıdır, bir nevi merkez sağ, liberal görüş, ticaret ve sanayiye serbestlik tanıyan – ki bu çok önemli azınlıklar açısından – bir partiydi. Her ne kadar 6-7 Eylül’de parmakları olsa da…
BP: Yani azınlıklar 6-7 Eylül’den DP’yi sorumlu tutmadılar mı? Kendilerince beraat mi ettirdiler? Çünkü 6-7 Eylül’den sonra bir kez daha seçim oldu ve DP tekrar kazandı. Tekrar DP’ye oy verdiler sanki…
RB: Evet azınlıklar 57’de olan seçimde de DP’ye oy vermeye devam ettiler. Çünkü CHP onlar için Varlık Vergisi[6] demekti. Yakın tarihe kadar bu hala böyleydi. 20 sene öncesine kadar CHP’ye karşı müthiş bir nefret vardı. Aynı şekilde İsmet İnönü’nün de şahsına karşı nefret vardı. Varlık Vergisi, onun döneminde gerçekleşti nihayetinde. Dolayısıyla evet DP’yi akladılar. ‘Olmuş bir çılgınlık, lümpen takım delirdi, kıskandı’ diye düşündüler. Ki bunlar da gerçek faktörler… Hakikatten zenginle fakir arasında müthiş bir farklılık vardı. Bugün de var bu farklılık. Ancak o günkü İstanbul’da farklıydı. Bugünkü İstanbul 18 milyon. O günkü İstanbul 1-1,5 milyonken azınlıkların görünür olması başka bir şeydi. Hele İstiklal Caddesi’nde görünür olmaları, yerleşmiş olmaları bambaşka bir şey. Görüyoruz, saldırgan kürkü çalıyor ama giymiyor parçalıyor… Böyle insani bir faktör var. Bundan dolayı DP’ye oy vermeye devam ettiler. 1960’tan sonra ise bir tereddüt yaşadılar. Tekrar bir servet beyannamesi mi vermek gerekir yeniden bir vergi mi gelir… Hep böyle bir korku kapladı içlerini böyle zamanlarda. Böyle bir şey olmadı sonunda ama böyle bir tedirginlik vardı üzerlerinde.
‘Zenginleşme ‘ekip işi’, zaman işi. Kimse 8 Eylül sabahı zengin uyanmadı’
BP: ‘8 Eylül zenginleri’ diye bir terim kullanıldı dizide. 6-7 Eylül’den sonra 8 Eylül sabahı bir anda zengin olanlardan bahsediliyordu. Ben literatürde hiç böyle bir kullanım görmedim duymadım, siz de sanırım bilmiyorsunuz. Bu zenginleşme bir gecede oldu algısı yaratıyor aslında.
RB: İlk defa duydum ben de. 6-7 Eylül zenginleri bile yaygın bir terim değil aslında. Bu çekici bir slogan olsun diye herhalde senaryoya bu şekilde almışlar. İzleyici anlasın diye kullanmışlardır. Bu şimdi tekrarlana tekrarlana yerleşebilir.
BP: Ama bu da çok doğru bir kullanım değil çünkü zenginleşme bir gecede olmadı, değil mi?
RB: Tabii ki olmadı! Rumlar gitti ertesi gün bu kişiler malların üzerlerine oturmadılar. Bir süreç var bunun arkasında…
BP: Dizi sanki her şey bir gecede olmuş hissi veriyor ama… Onun da doğru olmadığını belki belirtmek gerek… Evet pogrom bir günde yaşandı ama bu zenginleşme bir günde yaşanmadı.
RB: Tapularda sahtekarlık, tapuların değişmesi, bunlar ‘ekip işi’, zaman işi… Kimse 8 Eylül sabahı zengin uyanmadı. Bu iş senelere yayılıyor. Davalar açılıyor, onlar sonuçlanıyor.
‘Beyoğlu’nun Türkleşmesi sadece 1955’le olmadı’
BP: Evet dizide de aslında buna benzer bir dava var. Kulüp’ün mülkiyeti için açılmış bir gaiplik davası. 5 yıl geçmesini bekliyorlar gaiplik için. Gerçi Niko’nun 6 Eylül 1955’te ‘kaybolduğunu’ varsayarsak gaiplik kararı da 5 sene dolmadan veriliyor 27 Mayıs 1960’dan önce…
RB: Bedrettin Dalan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu zamanlara da bakmak lazım. O zaman bütün Tarlabaşı yıkıldı. Oraları hep Rumlarındı[7]. Orta halli Rumların hepsi Beyoğlu ve Tarlabaşı’nda oturuyorlardı. Oralar nasıl istimlak edildi, bu da ayrı bir soru işareti. Demek istediğim Beyoğlu’nun Türkleşmesi sadece 1955’le olmadı. Tarlabaşı’nda pek çok yer boş kalmıştı, sahipleri Yunanistan’daydı… Bu gibi olaylar da çok etkiledi.
BP: 27 Mayıs darbesinden önce seçilmiş iki tane, hatta üç tane DP milletvekili var, Salomon Adato[8], İsak Altabev[9], Yusuf Salman[10]… Onlardan bahsedelim istiyorum. Duruşları Yahudi toplumunu yansıtıyor muydu? Tabii ki bir toplumun tamamı homojen değil herkes aynı şeyi düşünmüyor fakat Yahudi toplumunun baskın resmi bir görüşü vardır ya, bu milletvekillerinin duruşlarıyla söylemleriyle paralel miydi, nasıldı?
RB: DP’de ilk gayrimüslim milletvekillerindendi Salamon Adato. O büyük hukukçulardan biriydi. 1954’te bir uçak kazasında ölmüştü. 1946’da ve 1950’de iki defa milletvekili seçilmişti. O zamanlardaki ve hatta şu anda hala geçerli: Partiler cemaatlere gidip biz sizden birini liste başı yapmak istiyoruz diyorlardı. Bugün pek öyle değil ama o zamanlarda liste başı olarak dönemin başarılı işadamları yada hukukçuları gösterilirdi. Adato bence kelimenin tam anlamıyla bir milletvekiliydi. Sadece Yahudilerle ilgili konularda değil başka konularda da söz söyleyen biriydi. Ondan sonra bir süreliğine o zamanki cemaat başkanı Hanri Soriano[11] milletvekili seçildi. Fakat kısa bir süreliğineydi. Onlardan sonra seçilen iki milletvekili 27 Mayıs’tan sonra tutuklandı: Yusuf Salman ve İsak Altabev…
Bu bahsettiklerim tabii hep DP milletvekilleri. CHP de aday gösteriyordu. Mesela meşhur gazeteci Sami Kohen[12] CHP’den adaydı, fakat kazanamadı. CHP de İstanbul’da azınlık oylarını almak için bu isimleri liste başı yapmak istiyordu. İstanbul o zamanlar hala küçük ve azınlık toplumları da bu ölçekte büyüktü.
Yusuf Salman önemli bir tüccardı. İsak Altabev ise Koç grubunda çalışan üst düzey bir yöneticiydi. İkisinin de siyasetle bir alakası yoktu. Yusuf Salman yine de daha aktifti diyebilirim.
İsak Altabev ise daha çok mali konularla ilgilenmişti diyebilirim. İkisinin de millevekili olarak pek bir katkısı olmadı ve maalesef 27 Mayıs’ta DP milletvekili oldukları için onlar da bu kazanda tutuklandılar ve Yassıada’ya götürüldüler. İkisi de Yassıada’da vefat etti: biri kalp krizinden biri beyin kanamasından. Şoka uğradılar, yaşlı insanlardı. Ne mecliste çok fazla bir varlık gösterebildiler, ne de milletvekili olmaları bir işe yaradı. Maalesef bu insanlar orada öldüler. Yıllar önce Bensiyon Pinto[13] bir konuşmasında bu iki kişiden şehitlerimiz diye bahsetmişti.
BP: Yanlış hatırlamıyorsam İsak Altabev Yassıada’da duruşmaya çıkmış ve kimse savunmuyorken Adnan Menderes’i savunmaya devam etmişti.
RB: Evet ama bunu şöyle okumak lazım: Bu insanlar ciddi manada Menderes’i seviyorlardı. Hepsi beraber Yassıada’dalar, bunun verdiği duygusal bir bağ var. Ne yapacak? Kendisini kurtarmak için onu satacak mı? Böyle insanlar değillerdi. Yahudi cemaati ne yaptı? Hiçbir şey… O dönemin FKD Başkanı, Bnai Brith ABD Başkanı’na yazdı: ‘Sakın ha, oralardan müdahale etmeye kalkmayın vs.’ minvalinde. Yardım edilirse, dışarıdan müdahale var hissi yaşanacaktı. Sadece o milletvekilleri için değil tüm Yahudi toplumu için kötü bir durum oluşabilir korkusuyla hiçbir şey yapamadılar. Eminim bu insanlar çok pişman olmuşlardır siyasete girdiklerine…
BP: Yanlış hatırlamıyorsam başka milletvekilleri sıyrılmak için Menderes aleyhine konuşmuşlardı, acaba İsak Altabev’in bu sessizliğini kayadez kültürünün bir parçası olarak değerlendirebilir miyiz?
RB: Ben işin vahametini kimsenin anladığın düşünmüyorum. Bence kimse bu işin sonunun idama varacağını tahmin etmiyordu. Kendileri zaten herhangi bir skandala karışmamışlar, bir açıkları vs. olmamış. Bence Menderes’i içtenlikle seviyorlardı. Bu bağlılıklarını da sürdürdüler. Bunun kayadezle bir ilgisi yok.
‘Kayadez’i popüler kültüre siz mal ettiniz!’
BP: Laf kayadez’e gelmişken şunu sormak istiyorum: Diziyi izledikten sonra biraz gerçeklik algımı yitirdim. Biz birbirimize sohbet ederken, ‘sessiz ol, çok konuşma’ anlamında uyarmak için ‘şşş kayadez’ mi diyorduk? Buna benzer o kadar fazla sahne vardı ki bir anda kendimden şüphe etmeye başladım. Biz kayadez’i sadece bir terim olarak kullanmıyor muyduk? Yani sohbet içerisinde değil de, durum değerlendirmesi yaparken…
RB: Bugünkü dijital dünyada ve sosyal medya sayesinde ortaya çıkan şeyler çığ gibi büyüyor ve hakikat haline geliyor. Böyle bir şey yok! Pogrom kelimesi de o şekilde. 6-7 Eylül için pogrom deniyor. Trakya için pogrom deniyor. Ben merak ettim ne zamandan beri bunlara pogrom deniyor? Bazı kavramları doğru kullanmak lazım. Pogrom Çarlık Rusya’sında Yahudilere karşı yapılan insanları yok etme fiiliydi. Bir kez 6-7 Eylül’de insanları yok etme fiili yok, belki niyet var ama niyet okumuyorum. Müthiş bir kitlesel travma hareketi var. Haneye tecavüz var. Yağma var.
BP: Ama şu anda pogrom bir terim olarak kullanılıyor. Bu yağma, bu şiddet belli bir etnik gruba yönelik yapıldığı zaman pogrom diyoruz. Sadece Rusya’da vuku bulmuş şeyler için kullanılmıyor.
RB: Ben pogrom terimini kullanmıyorum çünkü pogrom olması için bence çok sayıda insan öldürülmesi lazım. Burada tabii ki ölüm var ama bu sayı 100’lere 200’lere çıkmıyor. Öyle olsa pogrom denebilir.
BP: Ama pogromun tanımında belli bir kişi sayısının ölmesi gerekmiyor. Biz de aksine bu gibi azınlıklara uygulanan şiddet olaylarını tanımlarken pogrom kelimesini kullanmayı tercih ediyoruz.
RB: Kayadez de bunun gibi. Kayadez’i siz [Avlaremoz] icat ettiniz! Popüler kültüre mal ettiniz! Dizide de bu sebeple kullanıldığını düşünüyorum. Avlaremoz 2016’da kurulduğunda bu söylemi ilk defa geniş kitleler duydu. Bu tekrarlana tekrarlana dizi senaryosuna kadar gitti. Ben hayatımda hiç insanların birbirlerine sessiz kalmaları için ‘şş kayadez’ diye uyardıklarını duymadım. Yok öyle bir şey!
Kayadez fazla görünmemeyi ifade eden bir terime dönüştü, böylece dizilere de girdi. Dönüp kendinize bakın, sizin sayenizde girdi çünkü… ‘Kayadez’ kelimesi İspanyolca ve Fransızca’nın egemen olduğu bir Yahudi toplumunda kullanılıyordu. Fransızca konuşan Yahudi toplumunda bu ‘toute vérité n’est pas bonne à dire’ (Her hakikatin söylenmesi makbul değildir) idi. Sonra toplum Ango-Frankon bir topluma dönüşünce ‘low-profile’ konuşma denmeye başladı. Bence low profile çok daha yaygın bir kullanım. Kamusal alana düşük profille çıkacaksın! Low profile kelimesini Türk popüler kültürüne mal etmek ama imkansız! Çünkü İngilizce bir kelime ve telaffuzu farklı! Kayadez yazıldığı gibi okunuyor, kendine has, daha çabuk popüler kültürün parçası olabiliyor.
‘Resmi söylem Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında, devletin iyiliği için çalışan bir cemaattir. Zaten aksisi düşünülemez. Biraz itirazlar olur fakat o kadar.’
BP: Yahudiler’in kitleler halinde DP’yi desteklediklerini konuştuk. Peki ya Rumlar ve Ermeniler? Onların da benzer bir eğilimi var mıydı? Onlar da Yahudiler gibi kitlesel olarak mı davranıyorlardı yoksa kendi içlerinde bir bölünmüşlük var mıydı? Yahudiler genelde daha apolitktir, diğer cemaatler de benzer şekilde mi refleks gösteriyordu?
RB: Hrant Dink’in ortaya çıkışına yani 1996’ya kadar azınlıklar arasında hiç bir zaman kamusal alanda bu denli bir ihtilaf çıkmadı. Zaten Türkçe gazete yoktu Ermeni basınında. Dolayısıyla aralarında bir ihtilaf vardıysa da biz anlamıyorduk. O tarihe kadar tıpkı Rum ve Yahudilerde olduğu gibi Ermeniler’de de toplumun ileri gelenleri genelde siyasi hayata atılırdı. Mıgırdıç Şellefyan diye çok önemli bir Ermeni tüccar vardı mesela bunlar arasında; o zamanlar adı kötü anılan biriydi, şimdilerde kimse hatırlamıyordur onu. Demirel’in yeğeni Yahya Demirel ile birlikte bir takım hayali ihracat[14] işlerine girmişlerdi. Sonra kendisi İsviçre’ye yerleşti zaten. Hukukçular yine bu toplumlarda da siyasetçi olmak üzere öne çıkardı… Tüm azınlık toplumlarında böyleydi bu. Devlete yaranmayı mümkün kılan bir takım insanlar da… Ta ki Agos ve Hrant Dink ortaya çıkana kadar. Tabii ki Agos ve Hrant Dink bir anda kendi kendisine ortaya çıkmadı. Demek ki kazanda bir şeyler fokurdamış ama ne fokurdamış biz bilmiyoruz…
1950-1960 arası Rumlar ve Ermeniler de DP’yi destekliyorlardı. Daha sonra da hepsi ANAP’ı desteklediler. Seçimlerde CHP’den onların da adayları çıktı fakat seçilmediler. CHP o dönemde artık biraz değişip azınlık oylarının da peşine düşmüştü.
Bugün için de rahatlıkla söyleyebiliriz: Yahudiler hala apolitik. Ermeniler için de apolitik diyebiliriz. Gayri resmi olarak vicdanı yansıtan STK aktivistleri çıkıyor aralarından… Avlaremoz olarak siz de bir noktada gayriresmi olarak vicdanı yansıtıyorsunuz. Fakat bence müesses nizamın bakış tarafından bu gayriresmi aktörlerin çok da bir önemi yok. Çünkü onlar için önemli olan resmi aktörler ve onların tavırları. Resmi aktörlerin duruşlarını biz basına yansıdığı kadarıyla görebiliyoruz. Kapalı kapılar ardında ne konuştuklarını bilmiyoruz. 50 sene sonra ancak arşivlerden okunacak ne konuşulduğu kapılar ardında… Artık o zaman kim hayattaysa o öğrenecek! Dolayısıyla resmi söylem apolitik bir söylemdir. Resmi söylem Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında, devletin iyiliği için çalışan bir cemaattir. Zaten aksisi düşünülemez. Biraz itirazlar olur, fakat o kadar.
Kulüp’ün ikinci sezonundaki dini ritüeller ve Yahudi gelenekleri hakkında Rav Mendy Chitrik ile yaptığımız röportajı okuyun!
[1] Bali, Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “Türkiye ile Yunanistan Arasında İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi”nin kanunlaşmasına referans vermekte. Detaylı bilgi için: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/46386
[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Aleksandros_Hacopulos
[3] https://www.agos.com.tr/tr/yazi/2362/6-7-eylul-yagmasinin-yaralarini-sarmak
[4] https://www.librakitap.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=904:cumhuriyet-yillarinda-turkiye-yahudileri-aliya-bir-toplu-gocun-oykusu-1946-1949-2ci-baski&catid=10:tum-kitaplar&Itemid=105
[5] https://www.librakitap.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=720:betar-turkiye-bir-siyonist-genclik-hareketinin-hikayesi-1933-1971&catid=10&Itemid=105
[6] https://satis.librakitap.com.tr/varlik-vergisi
[7] https://www.agos.com.tr/tr/yazi/4699/tarlabasi-sehrin-soylulastirma-adina-soysuzlastirilmasidir
[8] https://tr.wikipedia.org/wiki/Salamon_Adato
[9] https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0sak_Altabev
[10] https://tr.wikipedia.org/wiki/Yusuf_Salman
[11] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hanri_Soriano
[12] https://tr.wikipedia.org/wiki/Sami_Kohen
[13] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/isak-ishak-altabev-1900-1962/
[14] https://www.ntv.com.tr/turkiye/hayali-ihracatin-mucidi-oldu,6Sm7HMI_o0GYrmDh0qLCdA
Paylaş: