Yahudi/Edebiyat

İyi Aile Kızları ve Cebi Delik Rum Oğlanları: Sevgi Soysal’ın Yürümek Romanında Azınlıklar 

Gavurkesen Paşa’dan Büyükada’da ilk gençliğe, Sevgi Soysal’ın Yürümek romanında azınlıklar hikayenin bir parçası ve toplumda konumlandırılma biçimleri bize eserin yazıldığı dönem hakkında bilgi veriyor.  

Sevgi Soysal’ın Yürümek romanını ilk önce Duygu Çayırcıoğlu’nun Kadınca Bilmeyişlerin Sonu isimli kitabında duydum. “Feminizmin suskunluk dönemi” olarak sınıflandırdığı 60’lı ve 70’li yıllarda kadın yazarların metinlerini inceleyen Çayırcıoğlu, kitap boyunca iki Sevgi Soysal metnine yer veriyor: Tante Rosa ve Yürümek. Tante Rosa’nın Almanya’da geçen ancak ele alınan toplumsal baskılar açısından evrensel olarak nitelendirebileceğimiz hikayesine karşılık, Yürümek’te sıkça Türkiye’nin farklı şehirlerinden tasvirler gözlemliyoruz, bu açıdan Yürümek Türkiyeli bir roman. Hikaye Ankara’dan Tirebolu’ya, İstanbul’dan İmroz’a (Gökçeada) zıplarken, dönemin toplumsal dinamiklere tanık oluyoruz. Tabii bu tanıklığa Türklerin azınlıklarla olan ilişkileri de dahil. Romanın merkezinde, aşağı yukarı aynı sınıftan gelen biri kadın diğeri erkek iki farklı karakterin toplumsal cinsiyet kalıpları ile mücadelesi yer alsa da, bu deneyimlerin azınlıklarla olan ilişkiler doğrultusunda da şekillendiğini düşünüyorum. Yürümek’te Türkçe edebiyat kanonunun diğer romanlarının aksine, azınlıklar hikayenin bir parçası ve toplumda konumlandırılma biçimleri bize dönem hakkında bilgi veriyor.  

Aslında yukarıda yaptığım kanona dair gönderme, Anadolu Kültür’ün Adalet Atlası ismindeki podcastte Tanpınar edebiyatına dair bir eleştiriden yola çıktı. Mehmet Fatih Uslu’nun yorumuna göre Cumhuriyet dönemi rejiminin benimsediği Türk-Sünni kimlik ile beraber toplum tekilleşir ve gayrimüslim nüfusun başına kötü şeyler gelir, ancak huzursuzluğu kaleme alan Tanpınar Osmanlı nostaljisi yaparken, Osmanlı’nın çoğulcu yapısını unutur. Tanpınar’ın görmezden geldiği gayrimüslüm nüfus, Yürümek romanında temsil edilir, hatta yaşadığı mağduriyetler de ifşa edilir. Ancak en nihayetinde amaçları ana karakterlerin kendilerini sorgulamalarına aracı olmaktır. Bu nedenle, Yürümek romanına azınlık perspektifinden bakacak olursak, yapabileceğimiz inceleme ancak ana karakterler Ela ve Memet ekseninde ilerleyebilir. 

Gavurkesen Paşa ve maskülenliğin hükmü 

Yürümek Ela ve Memet’in çocukluktan erişkinliğe, toplumsal cinsiyet kalıpları ve cinsellik konusunda yaşadığı kaygıları ve yılmışlıkları ele alıyor. Memet, özellikle çocukluk döneminde maskülenliğin beklentileri altında ezilen biri. Onun için maskülenlik hamaset ile özdeşleşmiş ancak kendi kurguladığı ideale yaklaşmakta zorlanıyor. Memet’e çelme takan, burnunu kanatan, silahını çalan ve dedesinin “Gavurkesen Paşa” lakabını onurla taşıyan Nuri, onun için derin bir özgüvensizlik sebebi. Silah mevzusu o kadar bir travma ki, yıllar sonra ilk cinsel ilişkiye girdiği anın sonrası eve döndüğünde Memet, nerede kaldığını sorgulayan annesine Freud’u mezarında ters döndürecek bir cevap veriyor: “Nuriden tabancamı geri aldım.” 

Memet’in bir nevi model maskülen olarak kodladığı Nuri’nin, “Gavurkesen Paşa” soyundan gelmesi bir tesadüf değil. Nuri’nin dedesi (veya dedesinin dedesi) rivayete göre sayısız Rum katletmiş, bu sebeple de ailesi mahalle arasında bu ünvanı almış. Aslında bu ünvan, maskülenliğin ötekiyle olan ilişkisine ışık tutuyor. Maskülenlik, Nuri’nin yaşadığı toplumun gözünde ötekine hükmetmek, bu hüküm uğruna şiddete başvurmak, ve en önemlisi de ötekinin itaatkarlığı ile ödüllendirilmek demek. Memet’in çocuk yaştan kaygısı, bu maskülen kalıba sığmamak. Memet’in yıllar sonra, Rum bir ihtiyarın canını yakan motorcuya hemşeri olarak seslendiğini görüyoruz. Memet iktidar olamazsa da iktidar ile ittifak kurabileceğini fark ediyor ve böylelikle de maskülenlik ile barışıyor. 

Ada içinde hiyerarşi 

Romanda azınlık karakterlerle ilk tanıştığımız an, Ela’nın Büyükada’da geçirdiği yaz gerçekleşiyor. Bu kısımda Ela’nın yengesi Sabiha Hanım, Ermeni terzisi ve konuğu Madam Mado ve Rum komşuları Madam Marika hikayeye dahil oluyor. Sabiha Hanım’ın çevresiyle olan ilişkisi Türkiye’de etnik gruplar arasındaki hiyerarşiyi açık ediyor. Sabiha Hanım, konuğunu aileye “Ermeni ama pırlanta” olarak tanıtıyor. Madam Marika, adaya taşınan Yahudilerden şikayet ediyor ve onlardan tezgahtar takımı olarak bahsediyor. Tüm bu dinamikler arasında belki de en şaşırtıcısı, Sabiha Hanım’ın Madam Mado’ya emlak konusunda akıl verirken, hiç çekinmeden kayınbiraderi Hulusi Bey’in kaldıkları yalıyı Varlık Vergisi sırasında bir İtalyan tacirden aldıklarını söylemesi. Sohbet ettiği kişinin Varlık Vergisi’nden etkilenebileceği Sabiha Hanım’ı ilgilendirmiyor. Bu kayıtsızlık hali, etnik kimlikler arasında hiyerarşinin ne kadar normalleştirildiğini vurguluyor. Türkiye’de servetin hangi gruplardan hangi gruba aktarıldığı, kimlerin bu tarz politikaları fırsat bildiği, bu diyalogda herhangi bir yanlışlık yokmuşçasına sergileniyor. 

Büyükada’da Ela’nın fakir Rum bir oğlan olan Aleko ile gizlice çamlıkta buluşacağını öğreniyoruz. Ancak bu buluşma, Ela’nın babası Hulusi Bey tarafından yasaklanıyor. Yengesi Ela’nın iyi bir aile kızı olarak abileri olan diğer iyi aile kızlarıyla buluşması gerektiği öğüdünü veriyor. Bu öğüde rağmen, Ela’nın Aleko ile buluştuğuna şahit oluyoruz. Roman klişelerinin aksine, Aleko ve Ela arasındaki ilişki, masum ve tutkulu bir yasak aşk yerine bol doz kaygı ve hayal kırıklığı içeriyor. Ela Aleko ile cinselliğini keşfetmek istiyor, ancak ona öğretilenler bu deneyimden zevk almasına engel oluyor. Aleko ile öpüştükten sonra babasının ölmesi, Ela’nın  iyice pişmanlık duymasına sebep oluyor. Memet’in ilk cinsel deneyimi ona maskülenlik idealine ulaştığına dair güvence verirken, Ela’nın cinsel deneyimi onu daha da özgüvensiz yapıyor. Bu noktada kız ve erkek çocuklar için kurgulanan cinselliğin, birbirinden ne kadar farklı olduğunu anlıyoruz. 

Aleko-Ela ilişkisini daha detaylı incelemeden önce, modern Türkçe edebiyatın bir başka Aleko’sunu, Bilge Karasu’nun “Oda Oda Dünya” isimli öyküsündeki genç Rum Aleko’dan bahsetmek istiyorum. Troya’da Ölüm Vardı isimli kitabında yayımlanan bu öyküde, ismi bilinmeyen bir anlatıcı ile Aleko isimli Rum bir çocuğun bir kilisedeki buluşmasına şahit oluyoruz. Anlatıcı ve Aleko, Yalıburnu’ndan tanışıyorlar. Bu ikili, Aleko’nun babasını kaybettiği dönem tam olarak ismi konulmayan ancak duygusal bir ilişki yaşamışlar. Daha sonra anlatıcı Yalıburnu’ndan ayrılmış. Bu dönem belli ki Aleko için zorlu geçmiş. Aleko şimdi annesiyle Taksim’e taşınmış, ait olduğu toplumdan ve dinden kendisini uzaklaştırmış. Bunun bir sebebi de Aleko’nun anlatıcıyla olan ilişkisi; Rum olmayan bir yabancıyla beraber kiliseyi “kirletmek” istememesi. Anlatıcının kimliği tam olarak açıklanmasa da, Karasu’nun edebiyatına aşina olanlar Aleko ve anlatıcı arasındaki ilişkiyi eşcinsel bir aşk olarak okuyabilir. Bu okumaya göre, ait olduğu toplumun Aleko’yu dışlamasında iki faktör var; ötekiyle ilişkisi kadar kendisinin de öteki oluşu.  

Karasu’nun Aleko’su ve Troya’da Ölüm Vardı’daki ötekileşmiş bütün erkek karakterler, erkek olmanın getirdiği yalnızlığı, buhranı ve kaygıları, bir başka karaktere yaslanarak başkaldırıyor. Soysal’ın Ela karakteri, kadın olmanın buhranından bir türlü çıkamıyor, başkaldıramıyor, hapis olmuş hissediyor. Aleko ile ilişkisinde sadece cinselliğin utancı ve kaygısı yok Ela’da, aynı zamanda reddedemediği bir iyi aile kızı kimliği var. Ağzını şapırdatarak yemek yiyen Aleko’dan iğrenen Ela, “iyi ki Aleko’dan çocuğum olmayacak” diye seviniyor.  

Korkunun, inançsızlığın suskunluğu 

Yürümek’in finalinde İmroz adasında bir çıkarmaya tanık oluyoruz. Ela, beraber hora teptiği, kadeh tokuşturduğu, denize girdiği Rum ada halkını düşman olarak görmeyi reddetse de, bu duruma itiraz etse de, korkunun, kuşkunun, inançsızlığın sözcüklere sığmadığını fark ederek suskun kalır. Bu suskunluk, Memet ile olan ilişkisine bir ayna görevi üstlenir aslında, Memet ile Ela konuşamaz, sadece sevişebilir, seviştikçe hem Memet hem o kendi bireysel deneyimlerine, travmalarına, kaygılarına dalarlar.  En nihayetinde, İmroz şarabı İstanbul’a dönüldüğünde biter, geriye sadece dipteki kötü alkol tadı kalır.  

Ela’nın çıkarmanın sessiz ama bir o kadar da belirgin şiddetine karşı suskunluğu, roman boyunca azınlıkların görevini tam olarak deşifre etmemize yardımcı oluyor aslında. Yürümek’te azınlıklar, bilmeyişlerin kurbanıdır bir nevi. Bilmeyişlerin geçmişidir aynı zamanda, toplumun hükmü altında itaat etmeye zorlanan, bilmekte geç kalmış olanlardır. Ela da Soysal’ın bir başka efsane karakteri Tante Rosa gibi zaman zaman asap bozar, okuyucu olarak onun suskunluğu karşısında öfkeleniriz. Yürümek’te azınlıklar, bu suskunluk halinin bedelini ödemişlerdir. Onlar yürüyememiştir, ancak Ela’nın romanın son satırında vestiyerden paltosunu alması, yürüyemeyen herkese umut verir.