Arşiv Kültür Sanat Makaleler Yahudi/Edebiyat

“Bu eşitlikle ilgili değil, kimin söz sahibi olduğuyla ilgili!” 

Her sene Nisan 17-18 Nisan günleri anılan Yom HaŞoa’yı geride bırakırken, soykırım edebiyatı önemini koruyor. Okullarda okutulan makale ve kitaplardan, izlenilen hayat öykülerine; belgesellerden oldukça tartışılan “mizah” veya mutluluğu esas alan soykırım filmlerine kadar geniş bir yelpazede işleniyor Holokost konusu. 

“Soykırım”ı anlamak veya anlamaya çalışmak belki de sonu gelmeyen bir sürecin başlangıcı. Fakat soykırım, bellek ve cinsiyet konuları ile sentezlenince, çok daha ilgi çekici bir hâl alıyor. 

Bu bağlamda karşı karşıya getirmek istediğim iki edebi kişi Jorge Semprún (1923-2011) ve Susanne Heschel (1956-). İkisi aslında tarihin farklı zaman ve sosyokültürel çevrelerinde yaşayıp, farklı fikirlerden beslenip, farklı şekilde kendilerini temsil etmişler. Bu nedenle bu karşı karşıya getirme sembolik bir öneme sahiptir ve sözü geçen yazarların bazı yönlerini ve düşüncelerini ele almaktadır. 

Heschel aynı zamanda bu yazıdaki başlığımın ilham kaynağı. Yentl’in İntikamı: Yahudi Feminizminin Yeni Dalgası (Yentl’s Revenge: The Next Wave of Jewish Feminism) kitabındaki önsözü bu başlıkla açıyor: “It’s Not about Equality-It’s about Who’s in Charge!” Farklı yazarların farklı konu başlıklarında yazdığı makalelerin bir araya getirilmesiyle oluşan derleme; Dindar Yahudi bir feminist olarak ebeveyn olmaktan karışık evliliklere, Mikve ve trans topluluğundan Aşke-normatif Yahudiliğe, hahamlıktan seks eğitimciliğine kadar birçok ilgi çekici konuyu kapsıyor ve kadın kuşağının yaşadığı bir dizi deneyimi anlatıyor. 1923’te Madrid’de doğan Semprún ise, hayatının büyük bir kısmında Fransa’da yaşayıp Fransızca eserler kaleme almıştır. Bu yazıda ve önem teşkil eden iki eserinde de savaş dönemi deneyimleri, hayatta kalma, vahşet, ölüm, tramvatik hafıza gibi konuları ele alıyor. 

Aslında bu iki kişiyi seçmemin sebeplerinden biri, yakın zamanda çalışmalarını okuduğum ve farklılıklar gözlemlediğim iki simgesel kişi olmalarıydı. Elbette ki, fikirleri onlarla aynı çizgide birçok yazar ve düşünür olsa da, bu iki kişinin, ilgimi çeken birçok konsepte farklı bakış açısıyla yaklaştıklarını fark ettim. Bu iki yazarla tanışmamdaki başlıca etken ise, Yom HaŞoa yıldönümüne denk gelen bir zaman diliminde okuduğum bir akademik eser. Bellek, cinsiyet ve soykırım konularında daha derin düşünmeye başlamamın ilham kaynağı Sara R. Horowitz tarafından 2000 yılında yayınlanan “Gender, Genocide, and Jewish Memory”1 adlı makalesi. İçerisinde hem dini hem de edebi hem de akademik çalışmalardan yararlanan makalenin aslında giriş kısmı bence okuyucuyu konuya çekiyor. Girişi için iki farklı kaynaktan yararlanıyor: Biri Midraş’tan, diğeri ise Emanuel Ringelblum’dan. Hem tarihsel konumlanma hem de bakış açısı olarak oldukça farklı olan bu iki kaynak şunu alıntılıyor: 

  • “Yahudi erkeklere, kadınların en iyi yapabileceği işleri verdiler ve onlara “Bu gece bizim için dikiş dikmeli, iplik eğirmeli ve yemek pişirmelisiniz” diye emrettiler. (Moshe Weissman, The Midrash Says: The Book of Sh’mos (Brooklyn: Benei Yakov Publications, 1980), p. 7. The midrash cited is based on one recorded in Tanhuma.
  •  Erkekler dışarı çıkmaz. . . . O uzun kuyrukta duruyor. . . . Kadınlar her yerdeler. . . . Bir koca kaçtığında. . . . karısı tek sağlayıcı olmak zorundadır. (Emanuel Ringelblum, Diary and Notes from the Warsaw Ghetto, September 1939-December 1942

Çeviri farklı yorumlamalara alan açsa da zaman zaman yanıltıcı olabiliyor. Bir adım geri atıp orijinal kaynaklara ve farklı çevirilere bakmakta fayda var. Kaynakların orijinal dilleri İbranice ve Lehçe olmakla beraber, kolaylık açısından Horowitz’in alıntıladığı hâliyle: 

  • To the Jewish men they gave work best done by women, commanding them, “Tonight you must sew, spin, and cook for us.” –The Midrash Says 
  • Men don’t go out. . . . She stands on the long line. . . . The women are everywhere. . . . When a husband escapes . . . his wife has to be the sole provider.. –Emanuel Ringelblum, 1940 

Midraş’tan alınan bölüm aslında Exodus/Shemot kitabında geçen Mısır’daki kölelik zamanıyla bağlantı kuruyor. Bu alıntıyı kişisel deneyimleri üzerinden açıklamak için Horowitz, Long Island’da gittiği Ortodoks Yahudi okulunda öğrendiklerini hatırlıyor. Mısırlıların İsrailoğullarına uyguladığı acımasızlıklardan bir tanesi de o zamanlar özellikle cinsiyete dayalı olan işleri tersine çevirerek vermeleridir. Böylece kadınlara “erkek” işleri, yani dışarıda ve emek yoğun işler yapmaları söylenirken, erkekler de içeride ve hafif olan “kadın” işlerini yapıyorlardı. Makaleden yola çıkarak, bir erkeğe “Kalk ve pişir” denirken ve bir kadına “Bu fıçıyı doldur, kütüğü ikiye böl. Yamaya git ve biraz yeşillik getir” denirdi. Öğretmeni köleliğin ne kadar aşağılayıcı bir şey olduğunu hatırlatmak için erkeklerin kadınların işlerini, kadınların da erkeklerin işlerini yapmaya zorlandığını anlattı. Tanhuma’daki bir midraşa göre bu doğal ve alışkın olmayan durumu tersine çevirmenin olağanüstü ağır işler yapmaktan çok daha kötü olduğu anlatılıyor. İşin komiği, onlara bunu gösterimle anlatan öğretmenin oldukça nazik ve utangaç olmasıydı. Erkeksi bir bedene “dişil” bir angaryayı dayatmak, kaba erkeklik fikrinin daha narin ve bilgin bir erkek bedenine dayatılmasında istemeden başka bir tutarsızlığı akla getiriyordu. 

Ringelblum’un hayat öyküsü de başlı başına etkileyici. Tarihçi ve Varşova Gettosu Yeraltı Arşivi veya kod adı altında Oneg Şabat Yeraltı Arşivi’nin yaratıcısı Emanuel Ringelblum’un bireysel başlayan bu projesi, zaman içinde; Kasım 1940’ta gettonun mühürlenmesinden sonra yeni katkılarla organize bir yeraltı operasyonuna dönüştü. Oneg Şabat yeraltı arşivi, Varşova gettosunun gizli arşiviydi. Cemaat üyelerinin geleneksel Şabat toplantılarına atıfta bulunan Oneg Şabat terimi, yeraltı arşivine uygulandı çünkü organizatörleri düzenli, gizli toplantılarını Şabat günü yapıyorlardı. Arşiv çalışanları sürekli tehlikeyle karşı karşıyaydı. Arşiv çalışanları sürekli tehlikeyle karşı karşıyaydı ama çok geniş bir yelpazede malzeme topladılar. Bir arşiv ve dokümantasyon merkezi hâlini alan belgeler üç bölümde gömüldü. Savaştan sonra, üç önbellekteki belgelerden ikisi kurtarıldı. 

İki farklı kaynaktan yararlanan Horowitz, Amerikalı bir Holokost edebiyatı ve çalışmaları alanında uzman olmasının yanı sıra ve Karşılaştırmalı Edebiyat ve Beşeri Bilimler profesörüdür. Öğrencilerinden gelen talep ve eleştirilerin üzerine yıllar süren öğretmenlik kariyerinde kullandığı kaynakları sorgulamaya başlıyor. Aslında olay, Holokost’u anlatırken hem erkek yazarların hem de onların hayat öykülerinin rafların ve satırların başında olması. Bunu ilk başta kendisi bile fark etmiyor, hatta öğrencilerin bu isyanına pek kulak asmıyor. 

Makalenin bir kısmında, literatür seçimi yaparken dikkat ettiği noktaların yalnızca içerik ve eser kalitesi olmadığından, aynı zamanda öğrencilerin kolaylıkla edinebileceği mevcut olan kaynaklara göre karar verdiğini dile getiriyor. “Hayatta kalan kadınlar tarafından okuduğum romanların çoğunun baskısı tükenmişti. Holokost edebiyatı öğretimi konusundaki düşüncelerime katkıda bulunan akademik kitaplar ve makaleler, kadınlardan, erkeklere kıyasla çok daha az sıklıkla alıntı yapmıştı. Dahası, onları Nazi soykırımının sonuçları üzerine düşünen kişiler olarak nadiren anmışlardır, Primo Levi veya Jean Améry’de olduğu gibi.” Devamında Horowitz, Saul Friedlander’ın işaret ettiği noktayı alıntılayarak, ana anlatı’dan (master narrative) bahsediyor. Bu erkek sesini, erkek deneyimini, erkek belleğini normatif olarak yansıtan bir anlatı. 

Öğrencilerimin sınıf okumaları hakkında sorduğu soru kadın mağdurlar ve hayatta kalanların yazdıklarının, farklı deneyimler ve bakış açıları ortaya çıkarıp çıkarmayacağı ve bu farklılıkların neler olabileceği ve bunun bize Holokost hakkında neler öğretebileceğini merak etmesine neden oldu. 

Aslında buna benzer bir konu geçen aylarda Avlaremoz’un gerçekleştirdiği Dünya Kadınlar Günü çevrimiçi etkinliklerinde bahsedilmişti. Konuşmacı ve aynı zamanda Avlaremoz yazarlarından Tuğa Yavuz, tezinin konusu olan “Holokost’un tarihini kimler yazıyor?”dan ve Holokost’taki kadın dayanışmasından bahsetmişti. Bunu takiben kişisel deneyimlerinden yararlanarak kadınların üstüne bir yük olarak getirilen toplumsal rolleri reddettiğini de vurgulamıştı. 

Sadece dini kaynaklar değil, aynı zamanda edebi kaynaklar da kadınları nasıl “gördükleri” veya algıladıkları konusunda ilginç yaklaşımlara sahip. Aynı zamanda kadına kolayca atadıkları nihai rollere ve görevlere hangi bakış açısıyla karar verdikleri edebiyatta yer alıyor. Horowitz, özellikle Jorge Semprún’un çalışmalarında kendini tekrar eden kadın figürünün kendini tekrar eden bir şekilde nesnelleştirilmesi durumunu ustaca örnekliyor. Semprún, farklı kadın karakterlerini defalarca sadece şehvet unsuru olarak tasvir ediyor ve onları vücutlarına göre tanımlıyor; öte yandan eserlerinde geçen erkek memurların tasvir edilmesi kadınların gördüğü muameleden çok farklı. 

Daha önce bahsettiğim, Horowitz’in öğrencilerinin eleştirisine kulak asmamasının ardından, inanılmaz olan kısım, öğrencilerin uyarıları aracılığıyla yeniden okurken Jorge Semprún’un yaklaşımını fark etmesidir. Daha da ilginci, Semprún’un “Le Grand Voyage” (1963) ve “L’Ecriture ou la vie” (1994) adlı eserleri 30 yıl arayla yazılmış olmasına rağmen bir kalıbı tekrar etmesidir. Eserler, soykırım; toplumsal cinsiyet gibi belirli bakış açılarıyla okunulduğunda, okuyucunun Semprún algısı büyük ölçüde değişebiliyor. Buchenwald’e olan uzun bir tren bir yolculuğu ile başlayan Le Grand Voyage (Büyük Yolculuk)’dan 30 yıl sonra yazılan ve otobiyografi türünde olan L’Ecriture ou la vie (Yazılar veya Hayat) cinsiyetçi bir dil ve motifler kullanıyor. Örneğin: Anlatıcı onlardan defalarca “bu inanılmaz kızlar” diye bahsediyor, “bacaklarını ipek çoraplar, rujun altında canlı dudaklar”, “kucaklayan güzel üniformaları kalçalar” vb. 

Semprun’un anlatı seçimleri, cinsiyetlendirilmiş figürleri tarihsel olmayan belirli şekillerde kullanmıştır. Bu durumda amaca uygun Holokost bilgisi yerine, toplumsal cinsiyet temsili soruları Holokost hafızasını anlamak için önem taşımış oluyordu. 

Soykırımı cinsiyet ve hafıza kavramları bağlamında anlamaya çalışırken farklı eserler ve bakış açıları bize aslında çok fazla şey öğretebilir, aynı zamanda farklı yaklaşımlar sunabilir. Bunlardan biri Yahudi erkeklerin Nazi vahşeti altında – acı çekenler, kurbanlar, direnenler ve hayatta kalanlar olarak – Yahudi kadınlarla eşitliğini savunuyor. Her ikisi de korkunç koşullara maruz kalmıştı. Bir diğeri ise kadına özgü deneyimleri ayırt etmeyi amaçlıyor. Bu deneyimler arasında cinsel saldırı korkusu ve gerçekliği, yabancı erkeklerin yanında çıplaklık, genital kılların tıraş edilmesi, gebeliği tehlikeye atan durumlar, menstrüasyon, amenore hakkında endişelenmek ve kısırlık, fuhuş vb. (Heinemann, 1986, Gender and Destiny: Women Writers and the Holocaust

Edebiyatta, akademide, popüler kültürde, siyasette, sivil yaşam ve daha birçok alanda cinsiyetlere atanan rollere şahit oluyoruz. Farklı deneyimleri geçersiz kılmadan tarih boyunca kenara itilmiş ve sözü edilmemiş hayatta kalma mücadelelerini ve yaşanmışlıkları belleğimizde tutmak dileğiyle…