“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı için “terör örgütü propagandası yapmak” ile suçlanan akademisyenlerden Noemi Levy 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasında 30 ay hapis cezasına çarptırıldı.
2 senenin üzerindeki mahkumiyet kararlarında, hükmün açıklanmasının geri bırakılması mekanizması uygulanmıyor. Bir başka deyişle karar kesinleştiği takdirde, mahkumiyet kararı icra edilecek. Yani, Mahkemenin verdiği kararı istinaf mahkemesi onarsa Levy cezaevine girecek.
Barış İçin Akademisyenlerin imzacılarının davaları sürerken Levy’nin avukatı mahkemenin kararı ile ilgili “Anayasa Mahkemesi Ayşe Çelik davasında hızla karar verdi. BAK başvurularını birleştirdi. Alacağı kararı beklememiz gerekiyor” dedi. Levy ise duruşmada mütaalayı bildiğini ve beyanının aynı olduğunu söyledi.
Hakim, AYM kararının beklenmesi talebini reddetti. Levy’nin avukatının başka bir beraat kararını örnek gösterdiği sırada hakim avukatın sözünü keserek “O beraat o mahkemenin ayıbı. Terör örgütünü övmek ifade özgürlüğü mü? Bir bayana tecavüz etmek ifade özgürlüğü müdür? Yani şurada bir kadına tecavüz edilse bunu savunabilir misiniz?” dedi.
Noemi Levy’nin Kasım 2018’de, yargılandığı davadaki beyanı şu şekildeydi:
“Sayın Mahkeme Heyeti,
Hukuki savunmayı avukatıma bırakıp burada kısaca neden barış bildirisini imzaladığımı ve iddianamedeki suçlamalarla ilgili ne düşündüğümü anlatmakla yetineceğim.
Öncelikle Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildiriyi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak imzalamadığımı belirtmek isterim.
Türkiye’ye 23 yaşında yerleştim, Türkiyeli köklerim yoktur. Olaya Fransız kalabilirdim ama sessiz kalmak için bir yabancı pasaportun bana verdiği bahanenin ne etik ne siyasi olarak kabul edilebilir olduğunu düşündüm, bir insan olarak ve insanlık adına imzaladım.
Bu bildiriyi imzaladıktan sonra T.C. vatandaşlığına başvurmamın sebeplerinden biri ise, vatandaşlığın getirdiği hukuki ve siyasi sorumluluğu bu mahkemede dahil tam olarak yerine getirmek istememdir.
Bildiride bahsedilen sokağa çıkma yasakları, yıkımlar, denetimsiz ve orantısız şiddet kullananımından kaynaklanan sivil ölümler ulusal ve uluslararası medyalarda yer aldı, birçok bağımsız raporlarda belgelendi.
O hukuksuz ve haksız devlet şiddetine karşı tepki vermek için, barışa için imza attım. Bu imzayla gurur duymuyorum: keşke bu tepkiyi daha çok güçlü bir şekilde ifade edebilseydik; keşke de savaşın mağdurlarının daha fazla yanlarında olabilseydik.
Birkaç paragraflık bir metne imza atmış olmamız bir asgari insani tepkiydi, meslekleri bilgi ve eleştirel düşünce üretimi ve paylaşımı olan akademisiyenlerden beklenebilecek türden.
Acılara derman olmadı, barışı ve demokrasiyi de getirmedi. Ama bu asgari tepki az olsa da sessizlik ve ilgisizlik duvarını yıkmaya katkıda bulunduğu için iyi ki olmuştur, iyi de ki imzalamışım.
Bu davaya gelince aylardır yargılanan akademisyenler ve avukatları iddianamedeki suçlamalarının kanıtsız ve asılsız olduklarını gösterdiler, bunlardan farklı düşünmüyorum.
Boğaziçi Üniversiteden ihraç edildikten sonra tarihten hukuka geçiş yapmaya karar verdim, haksızlık ve eşitsizliklere karşı daha somut ve anlamlı bir biçimde mücadele edebilme ümidiyle. Ancak ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkının bu kadar açık bir şekilde yok sayıldığı bir davada hukukun yetersiz, belki de yersiz olduğunu düşünüyorum.
Adaletinden şüphelendiği, tutarsız ve keyfi uygulamalarıyla gündeme gelen bir adalet sisteminde yargılanmak elbette kaygı verici ama iddianameyi okurken bir insan ve yeni vatandaş olarak beni daha fazla bile kaygılandıran sorular aklıma geldi.
Cezaevleri siyasi tutuklu ve mahkumlarla dolup taşmışken, ağır ceza mahkemelerin bizi ve benzer suçlarla suçlanan sayısız vatandaşları yargılamak için bu kadar çaba ve enerji harcarken, Sur sokaklarında, Cizre bodrumlarında, Nusaybın evlerinde devlet güçleri tarafından öldürülen veya yaralanan vatandaşlar için ne zaman adalet sırası gelecek?
Zorla kaybettirilenlerin, işkenceye maruz kalanların, evleri yıkılanların sırası daha gelmediği için mi bekliyorlar? Yoksa onlar da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden adalet talep etmek zorunda kalacaklar?
Esas devleti zayıflatan, demokrasiyi ve toplumsal barışı yaralayan eleştiri değil, tekrarlanan keyfi şiddet, cezasızlık, adaletsizliktir.
Yaşam, adalet ve özgürlük haklarına saygı gösterilecek bir ülkede yaşamak her vatandaşın hakkıdır, bu hakları savunmak hepimizin sorumluluğudur.
Bütün bu nedenlerle hakkımdaki tüm suçlamaları reddediyorum ve beraatımı talep ediyorum.”
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı için “terör örgütü propagandası yapmak” ile suçlanan akademisyenlerden Noemi Levy 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasında 30 ay hapis cezasına çarptırıldı.
2 senenin üzerindeki mahkumiyet kararlarında, hükmün açıklanmasının geri bırakılması mekanizması uygulanmıyor. Bir başka deyişle karar kesinleştiği takdirde, mahkumiyet kararı icra edilecek. Yani, Mahkemenin verdiği kararı istinaf mahkemesi onarsa Levy cezaevine girecek.
Barış İçin Akademisyenlerin imzacılarının davaları sürerken Levy’nin avukatı mahkemenin kararı ile ilgili “Anayasa Mahkemesi Ayşe Çelik davasında hızla karar verdi. BAK başvurularını birleştirdi. Alacağı kararı beklememiz gerekiyor” dedi. Levy ise duruşmada mütaalayı bildiğini ve beyanının aynı olduğunu söyledi.
Hakim, AYM kararının beklenmesi talebini reddetti. Levy’nin avukatının başka bir beraat kararını örnek gösterdiği sırada hakim avukatın sözünü keserek “O beraat o mahkemenin ayıbı. Terör örgütünü övmek ifade özgürlüğü mü? Bir bayana tecavüz etmek ifade özgürlüğü müdür? Yani şurada bir kadına tecavüz edilse bunu savunabilir misiniz?” dedi.
Noemi Levy’nin Kasım 2018’de, yargılandığı davadaki beyanı şu şekildeydi:
“Sayın Mahkeme Heyeti,
Hukuki savunmayı avukatıma bırakıp burada kısaca neden barış bildirisini imzaladığımı ve iddianamedeki suçlamalarla ilgili ne düşündüğümü anlatmakla yetineceğim.
Öncelikle Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildiriyi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak imzalamadığımı belirtmek isterim.
Türkiye’ye 23 yaşında yerleştim, Türkiyeli köklerim yoktur. Olaya Fransız kalabilirdim ama sessiz kalmak için bir yabancı pasaportun bana verdiği bahanenin ne etik ne siyasi olarak kabul edilebilir olduğunu düşündüm, bir insan olarak ve insanlık adına imzaladım.
Bu bildiriyi imzaladıktan sonra T.C. vatandaşlığına başvurmamın sebeplerinden biri ise, vatandaşlığın getirdiği hukuki ve siyasi sorumluluğu bu mahkemede dahil tam olarak yerine getirmek istememdir.
Bildiride bahsedilen sokağa çıkma yasakları, yıkımlar, denetimsiz ve orantısız şiddet kullananımından kaynaklanan sivil ölümler ulusal ve uluslararası medyalarda yer aldı, birçok bağımsız raporlarda belgelendi.
O hukuksuz ve haksız devlet şiddetine karşı tepki vermek için, barışa için imza attım. Bu imzayla gurur duymuyorum: keşke bu tepkiyi daha çok güçlü bir şekilde ifade edebilseydik; keşke de savaşın mağdurlarının daha fazla yanlarında olabilseydik.
Birkaç paragraflık bir metne imza atmış olmamız bir asgari insani tepkiydi, meslekleri bilgi ve eleştirel düşünce üretimi ve paylaşımı olan akademisiyenlerden beklenebilecek türden.
Acılara derman olmadı, barışı ve demokrasiyi de getirmedi. Ama bu asgari tepki az olsa da sessizlik ve ilgisizlik duvarını yıkmaya katkıda bulunduğu için iyi ki olmuştur, iyi de ki imzalamışım.
Bu davaya gelince aylardır yargılanan akademisyenler ve avukatları iddianamedeki suçlamalarının kanıtsız ve asılsız olduklarını gösterdiler, bunlardan farklı düşünmüyorum.
Boğaziçi Üniversiteden ihraç edildikten sonra tarihten hukuka geçiş yapmaya karar verdim, haksızlık ve eşitsizliklere karşı daha somut ve anlamlı bir biçimde mücadele edebilme ümidiyle. Ancak ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkının bu kadar açık bir şekilde yok sayıldığı bir davada hukukun yetersiz, belki de yersiz olduğunu düşünüyorum.
Adaletinden şüphelendiği, tutarsız ve keyfi uygulamalarıyla gündeme gelen bir adalet sisteminde yargılanmak elbette kaygı verici ama iddianameyi okurken bir insan ve yeni vatandaş olarak beni daha fazla bile kaygılandıran sorular aklıma geldi.
Cezaevleri siyasi tutuklu ve mahkumlarla dolup taşmışken, ağır ceza mahkemelerin bizi ve benzer suçlarla suçlanan sayısız vatandaşları yargılamak için bu kadar çaba ve enerji harcarken, Sur sokaklarında, Cizre bodrumlarında, Nusaybın evlerinde devlet güçleri tarafından öldürülen veya yaralanan vatandaşlar için ne zaman adalet sırası gelecek?
Zorla kaybettirilenlerin, işkenceye maruz kalanların, evleri yıkılanların sırası daha gelmediği için mi bekliyorlar? Yoksa onlar da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden adalet talep etmek zorunda kalacaklar?
Esas devleti zayıflatan, demokrasiyi ve toplumsal barışı yaralayan eleştiri değil, tekrarlanan keyfi şiddet, cezasızlık, adaletsizliktir.
Yaşam, adalet ve özgürlük haklarına saygı gösterilecek bir ülkede yaşamak her vatandaşın hakkıdır, bu hakları savunmak hepimizin sorumluluğudur.
Bütün bu nedenlerle hakkımdaki tüm suçlamaları reddediyorum ve beraatımı talep ediyorum.”
Paylaş: