İndiana Jones ve ardılı olan birçok sinema filminin ilgi çekici teması, aslında büyük bir yalandan ibaret olabilir. Karanlık sanatlar ve Nazi ideolojisini aynı yapının farklı parçaları olarak ele alan iddia ve araştırmalar, gerçekte var olan zulüm ve deliliği örtme çabasına hizmet ediyor.
Kaynak: gazete duvar
Peter Staudenmeir*
Belki Indiana Jones’la başlamıştır… 1981 yılında çekilen Raiders of the Lost Arkpremiered (Kutsal Hazine Avcıları) adlı filmde, izleyiciler, sonsuz bir hırsla dolu ve takıntılı Nazi yöneticilerinin, kendi hain amaçları uğruna eski okült güçleri (büyü, simyacılık vb karanlık sanatların genel adı) kullanmak için nasıl can attıklarını izlemişlerdi. Hızla birkaç on yıl sonrasına geldiğimizde, günümüzün popüler kültürünün Nazi okültizminin imgeleriyle meşgul durumda olduğunu görüyoruz. History Channel’dan video oyunlarına, Hollywood filmlerinden çizgi romanlara, sohbet odalarından Reddit’e ve YouTube’a kadar, Nazi mendeburluğunun altında yatan gizli güçler hakkında sonsuz bir spekülasyon söz konusudur. Konuya ilişkin birçok kitap bulabilirsiniz. Bu mesele, komplo meraklıları ve profesyonel doğru haber sağlayıcıların da gözdesidir. Bir şekilde hepimiz, Indy’nin kendisi (Indiana Jones) gibi, okült uzmanları haline geldik. Yine çoğumuz, esrarengiz sırların Nazizmin anlaşılması için bir anahtar olduğuna ikna olmuş durumdayız.
Bu merak uyandırıcı imaja dair tek sorun bunun yanlış olması değildir. Nazi okültizm efsanesi eğlenceli bir merak konusundan öte, sinemasal ikna gücünün de bir göstergesidir. Etkin biçimde vurguladığı temalar, tarihsel bir anlayıştan uzaklaşılmasına neden oluyor. Nazizmin çarpıtılmış bir imajını ve okültizmin karikatürize bir görünümünü ortaya koyuyor. Ancak aynı zamanda eleştirel düşünce, Nazi dönemindeki okültizmin karmaşık tarihçesini nasıl daha iyi anlamamız gerektiğini görmek için de bir olanak sağlıyor. Nazi kötülüğünü ve bunun arkasındaki pek de gizli olmayan güçleri anlamamıza da yardımcı olması muhtemeldir.
NAZİZM VE OKÜLTİZM İLİŞKİSİ GERÇEK MİYDİ?
Nazizm ile okültizm arasındaki ilişki neden bu kadar büyüleyici ve bu denli uzun zamandır ilgi çekiyor? Hitler’in okültizme düşkün olduğunu öne süren iddialar, henüz iktidara gelmesinden önce dolaşıma girmişti. Bu imaj farklı biçimlerde işleniyor: Karanlık güçlere hizmet eden Nazizm veya gizli sanatların gizli ustaları olan Naziler. Bu fikirlerin kabul görmesinin sebebi, okültizmin kendi tabiatından kaynaklanıyor olabilir. Ezoterik felsefeler (yalnızca ehil olan kişilerin anlayabileceği öne sürülen, gizli ve felsefi düşünce akımları), daha derinde gizlenen bir gerçekliğe, sıradan dünyanın örtüsünün altına uzanan daha yüksek bir gerçekliğe ulaşmayı vaat etmektedir. Sıradan açıklamalar Nazi döneminin iğrençliğini anlatamak için o kadar yetersiz görünüyor ki; bu nedenle ezoterik bir alternatif ilgi çekmektedir. Öte yandan, Nazizmin kendi söylemine de uygundur: Gündelik gerçekliği aşan ve göze çarpmayan bir şeye dair muhteşem hayaller ve bulanık vaatlerle dolup taşan, anlaşılmaz değil, düşündürücü ve baştan çıkarıcı bir imaj…
İşte, tehlike de burada ortaya çıkıyor. Nazizmi öbür dünyadaki kuvvetler üzerinden suçlamak, Hitler’i iktidara getiren basit ve somut nedenleri görünmez kılmaktadır. Bunun da ötesinde, bu tür inançlar yetersiz bir eleştiriye maruz kaldıkları için varlıklarını sürdürebiliyorlar. Nazi rejimi ile okült akımlar arasındaki ilişkiler üzerine sağlam bir kaynak bulmak oldukça nadir bir durumdur. Ayrıca, tamamen yok olmazlar; zira, tarihçiler görünüşte tartışılmamakta olan okültizm meselesinden genelde uzak dururlar; ancak Nazi Almanyası’ndaki statüsüne dair birçok isabetli değerlendirme bulunmaktadır. Genellikle sansasyonalist tutumların gölgesindekalsa da bu konu üzerine ciddi çalışmalar yayınlanmaya devam ediyor. Bu kitaplarda gündeme getirilen kanıtlara dair tartışacak pek çok şey mevcut; fakat ihmal edilen tarihsel kesitini eleştirel bir şekilde inceliyorlar.Çalışmalar bu tarih etrafında büyüyen efsanelerden oldukça farklı bir manzara sunuyor. Nazi okültizminin uzun süredir devam eden popüler imgesinde var olan üç ana unsuru ele alalım: Thule Topluluğu (okültizmle ilgilenen yarı-gizli bir Alman tarikatı) , SS’nin ‘Ahnenerbe’ veya ‘Atalar Mirası’ bürosu ve Wewelsburg Kalesi. Ortak bir görüş, Üçüncü Reich’ın gizemli yüzüne uygun düşen gizemli fenomenlerin her birini, Nazi yönetimiyle okültist akımın gizemli dünyası arasında ayrılmaz bir bağ gibi göstermektedir. Aslında her ikisinin de okült akımla bir bağlantısı mevcuttur; ancak bu bağlantılar efsanelerin bizim inandığımızdan daha sıradan -ve çelişkili biçimde daha açıklayıcı- olduğunu ortaya koymaktadır.
THULE TOPLULUĞU
Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden kısa bir süre sonra meşhur olan Thule Topluluğu, sıkça, Nazi Partisi’nin organize ettiği öne sürülen ‘gizli gruplar’a bir örnek olarak gösterilir. Örgüt gerçekten gizliyken ve mütevazi üyeleri Nazilerin liderliğini devralan figürler haline geldkten sonra artık gizli bir tarikat olmaktan çıkmıştı. Sonrasında organize olan grup, engin okült ilgi alanlarıyla meşgul olan (aslında bir tren makinistinin oğludur) Rudolf von Sebottendorff’un aristokratik takma adını (Thule) kullanıyordu; ancak bir araya geldiği üyelerin kendisine karşı kayıtsız olduğu görülüyor. Thule Topluluğu temelde ezoterik entrikalara değil, sağcı radikalizme adanmış bir siyasi organizasyon olduğu için bu durum şaşırtıcı değildir. Antisemitik propagandanın dışında başlıca faaliyetleri Münih bölgesindeki sol hareketle çatışmalara dayanıyordu. Hitler’in bu grupla hiçbir ilişkisi mevcut değildi. Nazi Partisi’nin bir çeşit kuluçka makinesi olan Thule Topluluğu, Sebottendorff’un megalomanik hayâl gücünün bir ürünüydü. Topluluğun dağılmasının üzerinden yıllar geçtikten sonra, Nazi hareketinin başlangıcında önemli bir etken olduğunu iddia eden sahte bir anı kitabı yayınlandı. Bahsedilen iddialara ilişkin hiçbir kanıt yoktu.
Gelelim Heinrich Himmler’in Ahnenerbe’sine. Bu topluluk, Alman halkının saf bir kana sahip olduğu iddialarını araştırmayı hedefleyen bir SS birimiydi. Himmler’in okültizme dair kişisel ilgisi nedeniyle, Ahnenerbe himayesinde yürütülen araştırmaların bir kısmı ezoterik bağlantılara sahipti. Yine de çoğunun bağlantısı yoktu. Bu organizasyon savaş başlamadan önce geleneksel arkeolojik keşifler, halkbilim ve tarih öncesi araştırmalar üzerine odaklanmıştı. 1939 yılından sonra dikkatleri insan denekler üzerinde yürütülen tıbbi deneyler de dahil olmak üzere askeri çalışmalara yönelmişti. Tarihçi Julian Strube’nin aktardığı üzere, “Ahnenerbe’nin araştırmaları ideolojik tavır ve propaganda nedeniyle Alman akademik dünyasında bir SS etkisi oluşturmak amacıyla yürütülmüştür.” Bu tür bir düşünceyi ‘sahte bilim’ diye nitelendirerek reddetmek mümkündür. Ve bu meselenin büyük kısmı da bundan ibarettir. Fakat bu tepki, anaakım bilim anlayışının bu beldan kurtulmasını engelleyecektir. Ahnenerbe ile birlikte çalışan bir grup insan, çalıştıkları alanlarda akademiler kurdular; Alman akademik çevrelerinden birçoğu Nazi örgütünün kaynklarını gönüllü biçimde kabul etti, Nazi projeleri için materyal temin etti ve bu gibi şeyler gerçekleştirdi. Bütün bunların ‘sözde-bilim’ olarak yaftalanması rahatlatıcı olabilir, ancak meseleyi basite indirger.
WEWELSBURG KALESİ
Benzer bakış açısı, Wewelsburg Kalesi’yle ilgili ürkütücü imgeyi SS örgütünün gizli ritüellerinin bir merkezi olarak gösterir. Bu olağandışı esnek inanış, tarihsel efsanelerin evriminde bir vaka çalışmasına olanak sunmaktadır. Heybetli kalenin kendisi yüzlerce yıllık eski bir yapıya sahip ve Himmler, savaşta Alman zaferinin gerçekleşmesinin ardından onu ideolojik bir simge olması amacıyla göz alıcı bir merkez haline getirmek için savurganca planlar yapmıştı. Nazilerin yenilgisinden sonra eski SS görevlileri, Himmler’in görünüşte şeytani arzularını vurgulayarak sorumluluğu üstlerinden atmak için onu uygun bir araç olarak kullandılar. Kalede yapılan tarihi araştırmalar onlarca yıl sürdü ve SS’in kullandığı bu boş ve basmakalıp hikayeleri ispatlamak amacıyla kullanıldı. O zamana dek efsaneler gerçeği değiştirerek, Nazili sistemi dahilindeki fiili işlevlerini örtbas etmiştir; bu işlev, yakınlarda bulunan toplama kampından sağlanan işgücüyle sürdürülen rutin bürokratik görevlerdir. Wewelsburg Kalesi’ne ilişkin efsane, SS’in gizemli bir tarikat olduğu vurgusu, ezoterik gruplar ve neo-Nazi çevrelerinde özellikle kutsal bir motif olarak süren popüler imajına büyük katkıda bulundu.
Theodor Adorno, Nazi rejiminin çöküşünden kısa bir süre sonra okültizmi “aptalların metafiziği” olarak nitelendirdi. Ezoterik dünya görüşlerini araştıran akademisyenler, bu güçlü yargıyı genelde iyi niyetle eleştirdi. Gizli gelenekler entelektüel açıdan zengin ve çeşitlidir; alışılmış biçimde, ezoterizmin herhangi bir sözüne eşlik eden tuhaf ve fantastik çağrışımlardan çok daha fazlası mevcuttur. Ancak Adorno’nın hedef aldığı bir nokta vardı. Şeytani güçler hakkında yapılan bir tespit, dikkatleri gerçekliği yaratan toplumsal güçlerden uzaklaştırabilir. Dolayısıyla, Nazizm’in koyu anlamsızlığını idrak etmeye yönelik çabalar da söz konusudur. Tarih, elbette tarihçilere ait (bir nesne) değildir. Öte yandan, hâl böyleyken, tarihi kayıtların kendimiz ve söz konusu olan zaman arasındaki rahatsız edici paralelliklerden bahsedip bahsedemeyeceğini dikkatle ele alırız. Nazi Almanyası’na atfedilen korkutucu okült kaynakların gizlenmesi, çoğu zaman, geçmişi anlama konusundaki zorlu işten uzaklaşmamıza neden olan bir etkendir.
Peter Staudenmeir, Wisconsin Marquette Üniversitesi’nde doçenttir. Yazının aslı Aeon sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)
İndiana Jones ve ardılı olan birçok sinema filminin ilgi çekici teması, aslında büyük bir yalandan ibaret olabilir. Karanlık sanatlar ve Nazi ideolojisini aynı yapının farklı parçaları olarak ele alan iddia ve araştırmalar, gerçekte var olan zulüm ve deliliği örtme çabasına hizmet ediyor.
Kaynak: gazete duvar
Peter Staudenmeir*
Belki Indiana Jones’la başlamıştır… 1981 yılında çekilen Raiders of the Lost Arkpremiered (Kutsal Hazine Avcıları) adlı filmde, izleyiciler, sonsuz bir hırsla dolu ve takıntılı Nazi yöneticilerinin, kendi hain amaçları uğruna eski okült güçleri (büyü, simyacılık vb karanlık sanatların genel adı) kullanmak için nasıl can attıklarını izlemişlerdi. Hızla birkaç on yıl sonrasına geldiğimizde, günümüzün popüler kültürünün Nazi okültizminin imgeleriyle meşgul durumda olduğunu görüyoruz. History Channel’dan video oyunlarına, Hollywood filmlerinden çizgi romanlara, sohbet odalarından Reddit’e ve YouTube’a kadar, Nazi mendeburluğunun altında yatan gizli güçler hakkında sonsuz bir spekülasyon söz konusudur. Konuya ilişkin birçok kitap bulabilirsiniz. Bu mesele, komplo meraklıları ve profesyonel doğru haber sağlayıcıların da gözdesidir. Bir şekilde hepimiz, Indy’nin kendisi (Indiana Jones) gibi, okült uzmanları haline geldik. Yine çoğumuz, esrarengiz sırların Nazizmin anlaşılması için bir anahtar olduğuna ikna olmuş durumdayız.
Bu merak uyandırıcı imaja dair tek sorun bunun yanlış olması değildir. Nazi okültizm efsanesi eğlenceli bir merak konusundan öte, sinemasal ikna gücünün de bir göstergesidir. Etkin biçimde vurguladığı temalar, tarihsel bir anlayıştan uzaklaşılmasına neden oluyor. Nazizmin çarpıtılmış bir imajını ve okültizmin karikatürize bir görünümünü ortaya koyuyor. Ancak aynı zamanda eleştirel düşünce, Nazi dönemindeki okültizmin karmaşık tarihçesini nasıl daha iyi anlamamız gerektiğini görmek için de bir olanak sağlıyor. Nazi kötülüğünü ve bunun arkasındaki pek de gizli olmayan güçleri anlamamıza da yardımcı olması muhtemeldir.
NAZİZM VE OKÜLTİZM İLİŞKİSİ GERÇEK MİYDİ?
Nazizm ile okültizm arasındaki ilişki neden bu kadar büyüleyici ve bu denli uzun zamandır ilgi çekiyor? Hitler’in okültizme düşkün olduğunu öne süren iddialar, henüz iktidara gelmesinden önce dolaşıma girmişti. Bu imaj farklı biçimlerde işleniyor: Karanlık güçlere hizmet eden Nazizm veya gizli sanatların gizli ustaları olan Naziler. Bu fikirlerin kabul görmesinin sebebi, okültizmin kendi tabiatından kaynaklanıyor olabilir. Ezoterik felsefeler (yalnızca ehil olan kişilerin anlayabileceği öne sürülen, gizli ve felsefi düşünce akımları), daha derinde gizlenen bir gerçekliğe, sıradan dünyanın örtüsünün altına uzanan daha yüksek bir gerçekliğe ulaşmayı vaat etmektedir. Sıradan açıklamalar Nazi döneminin iğrençliğini anlatamak için o kadar yetersiz görünüyor ki; bu nedenle ezoterik bir alternatif ilgi çekmektedir. Öte yandan, Nazizmin kendi söylemine de uygundur: Gündelik gerçekliği aşan ve göze çarpmayan bir şeye dair muhteşem hayaller ve bulanık vaatlerle dolup taşan, anlaşılmaz değil, düşündürücü ve baştan çıkarıcı bir imaj…
İşte, tehlike de burada ortaya çıkıyor. Nazizmi öbür dünyadaki kuvvetler üzerinden suçlamak, Hitler’i iktidara getiren basit ve somut nedenleri görünmez kılmaktadır. Bunun da ötesinde, bu tür inançlar yetersiz bir eleştiriye maruz kaldıkları için varlıklarını sürdürebiliyorlar. Nazi rejimi ile okült akımlar arasındaki ilişkiler üzerine sağlam bir kaynak bulmak oldukça nadir bir durumdur. Ayrıca, tamamen yok olmazlar; zira, tarihçiler görünüşte tartışılmamakta olan okültizm meselesinden genelde uzak dururlar; ancak Nazi Almanyası’ndaki statüsüne dair birçok isabetli değerlendirme bulunmaktadır. Genellikle sansasyonalist tutumların gölgesindekalsa da bu konu üzerine ciddi çalışmalar yayınlanmaya devam ediyor. Bu kitaplarda gündeme getirilen kanıtlara dair tartışacak pek çok şey mevcut; fakat ihmal edilen tarihsel kesitini eleştirel bir şekilde inceliyorlar.Çalışmalar bu tarih etrafında büyüyen efsanelerden oldukça farklı bir manzara sunuyor. Nazi okültizminin uzun süredir devam eden popüler imgesinde var olan üç ana unsuru ele alalım: Thule Topluluğu (okültizmle ilgilenen yarı-gizli bir Alman tarikatı) , SS’nin ‘Ahnenerbe’ veya ‘Atalar Mirası’ bürosu ve Wewelsburg Kalesi. Ortak bir görüş, Üçüncü Reich’ın gizemli yüzüne uygun düşen gizemli fenomenlerin her birini, Nazi yönetimiyle okültist akımın gizemli dünyası arasında ayrılmaz bir bağ gibi göstermektedir. Aslında her ikisinin de okült akımla bir bağlantısı mevcuttur; ancak bu bağlantılar efsanelerin bizim inandığımızdan daha sıradan -ve çelişkili biçimde daha açıklayıcı- olduğunu ortaya koymaktadır.
THULE TOPLULUĞU
Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden kısa bir süre sonra meşhur olan Thule Topluluğu, sıkça, Nazi Partisi’nin organize ettiği öne sürülen ‘gizli gruplar’a bir örnek olarak gösterilir. Örgüt gerçekten gizliyken ve mütevazi üyeleri Nazilerin liderliğini devralan figürler haline geldkten sonra artık gizli bir tarikat olmaktan çıkmıştı. Sonrasında organize olan grup, engin okült ilgi alanlarıyla meşgul olan (aslında bir tren makinistinin oğludur) Rudolf von Sebottendorff’un aristokratik takma adını (Thule) kullanıyordu; ancak bir araya geldiği üyelerin kendisine karşı kayıtsız olduğu görülüyor. Thule Topluluğu temelde ezoterik entrikalara değil, sağcı radikalizme adanmış bir siyasi organizasyon olduğu için bu durum şaşırtıcı değildir. Antisemitik propagandanın dışında başlıca faaliyetleri Münih bölgesindeki sol hareketle çatışmalara dayanıyordu. Hitler’in bu grupla hiçbir ilişkisi mevcut değildi. Nazi Partisi’nin bir çeşit kuluçka makinesi olan Thule Topluluğu, Sebottendorff’un megalomanik hayâl gücünün bir ürünüydü. Topluluğun dağılmasının üzerinden yıllar geçtikten sonra, Nazi hareketinin başlangıcında önemli bir etken olduğunu iddia eden sahte bir anı kitabı yayınlandı. Bahsedilen iddialara ilişkin hiçbir kanıt yoktu.
Gelelim Heinrich Himmler’in Ahnenerbe’sine. Bu topluluk, Alman halkının saf bir kana sahip olduğu iddialarını araştırmayı hedefleyen bir SS birimiydi. Himmler’in okültizme dair kişisel ilgisi nedeniyle, Ahnenerbe himayesinde yürütülen araştırmaların bir kısmı ezoterik bağlantılara sahipti. Yine de çoğunun bağlantısı yoktu. Bu organizasyon savaş başlamadan önce geleneksel arkeolojik keşifler, halkbilim ve tarih öncesi araştırmalar üzerine odaklanmıştı. 1939 yılından sonra dikkatleri insan denekler üzerinde yürütülen tıbbi deneyler de dahil olmak üzere askeri çalışmalara yönelmişti. Tarihçi Julian Strube’nin aktardığı üzere, “Ahnenerbe’nin araştırmaları ideolojik tavır ve propaganda nedeniyle Alman akademik dünyasında bir SS etkisi oluşturmak amacıyla yürütülmüştür.” Bu tür bir düşünceyi ‘sahte bilim’ diye nitelendirerek reddetmek mümkündür. Ve bu meselenin büyük kısmı da bundan ibarettir. Fakat bu tepki, anaakım bilim anlayışının bu beldan kurtulmasını engelleyecektir. Ahnenerbe ile birlikte çalışan bir grup insan, çalıştıkları alanlarda akademiler kurdular; Alman akademik çevrelerinden birçoğu Nazi örgütünün kaynklarını gönüllü biçimde kabul etti, Nazi projeleri için materyal temin etti ve bu gibi şeyler gerçekleştirdi. Bütün bunların ‘sözde-bilim’ olarak yaftalanması rahatlatıcı olabilir, ancak meseleyi basite indirger.
WEWELSBURG KALESİ
Benzer bakış açısı, Wewelsburg Kalesi’yle ilgili ürkütücü imgeyi SS örgütünün gizli ritüellerinin bir merkezi olarak gösterir. Bu olağandışı esnek inanış, tarihsel efsanelerin evriminde bir vaka çalışmasına olanak sunmaktadır. Heybetli kalenin kendisi yüzlerce yıllık eski bir yapıya sahip ve Himmler, savaşta Alman zaferinin gerçekleşmesinin ardından onu ideolojik bir simge olması amacıyla göz alıcı bir merkez haline getirmek için savurganca planlar yapmıştı. Nazilerin yenilgisinden sonra eski SS görevlileri, Himmler’in görünüşte şeytani arzularını vurgulayarak sorumluluğu üstlerinden atmak için onu uygun bir araç olarak kullandılar. Kalede yapılan tarihi araştırmalar onlarca yıl sürdü ve SS’in kullandığı bu boş ve basmakalıp hikayeleri ispatlamak amacıyla kullanıldı. O zamana dek efsaneler gerçeği değiştirerek, Nazili sistemi dahilindeki fiili işlevlerini örtbas etmiştir; bu işlev, yakınlarda bulunan toplama kampından sağlanan işgücüyle sürdürülen rutin bürokratik görevlerdir. Wewelsburg Kalesi’ne ilişkin efsane, SS’in gizemli bir tarikat olduğu vurgusu, ezoterik gruplar ve neo-Nazi çevrelerinde özellikle kutsal bir motif olarak süren popüler imajına büyük katkıda bulundu.
Theodor Adorno, Nazi rejiminin çöküşünden kısa bir süre sonra okültizmi “aptalların metafiziği” olarak nitelendirdi. Ezoterik dünya görüşlerini araştıran akademisyenler, bu güçlü yargıyı genelde iyi niyetle eleştirdi. Gizli gelenekler entelektüel açıdan zengin ve çeşitlidir; alışılmış biçimde, ezoterizmin herhangi bir sözüne eşlik eden tuhaf ve fantastik çağrışımlardan çok daha fazlası mevcuttur. Ancak Adorno’nın hedef aldığı bir nokta vardı. Şeytani güçler hakkında yapılan bir tespit, dikkatleri gerçekliği yaratan toplumsal güçlerden uzaklaştırabilir. Dolayısıyla, Nazizm’in koyu anlamsızlığını idrak etmeye yönelik çabalar da söz konusudur. Tarih, elbette tarihçilere ait (bir nesne) değildir. Öte yandan, hâl böyleyken, tarihi kayıtların kendimiz ve söz konusu olan zaman arasındaki rahatsız edici paralelliklerden bahsedip bahsedemeyeceğini dikkatle ele alırız. Nazi Almanyası’na atfedilen korkutucu okült kaynakların gizlenmesi, çoğu zaman, geçmişi anlama konusundaki zorlu işten uzaklaşmamıza neden olan bir etkendir.
Peter Staudenmeir, Wisconsin Marquette Üniversitesi’nde doçenttir. Yazının aslı Aeon sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)
Paylaş: