İspanya’dan gelen Yahudi göçmenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşmeleriyle birlikte bu göçmenler ile yerli Romaniote (Rumca konuşan Bizans Musevileri) arasında 16. yy’ın sonlarından günümüze dek uzanan yoğun bir musiki paylaşımı oluşmuştur. Bu Musevi toplumunun müzisyenleri, gelişiminin her basamağından (eski Osmanlı formundan günümüz modern formuna kadar) olmak üzere Türk makam geleneğini benimserlerken; Musevi dinî ve toplumsal ritüelleri ile bağlantılı çeşitli musiki icralarının temeli olarak görülen musiki türlerini de icra etmişlerdir.
Kaynak: Sanatlog / Edwin Seroussi – Sabah Ülkesi, 44. Sayı
Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslim azınlıkların gelişmesini sağlayan benzersiz toplumsal koşullar musiki alanındaki böylesi bir etkileşime zemin hazırlamıştır. İmparatorluğun son dönemlerinde (19. yy’ın sonu ila 20. yy’ın başlarında) gerçekleşen Osmanlı Yahudilerinin kitlesel göçü, bu musiki icra ve kompozisyonlarının Avrupa, Amerika ve İsrail’e yayılmasına neden olmuştur. Türkiye’de kalan Musevi toplumu ve Osmanlı Yahudilerinin kıtalararası diasporası Osmanlı Musevi Musikisi olarak adlandırdığım bu musikiyi icra etmişlerdir. Bu musiki Musevi ayinlerinde İbranice dinî şiir ve ilahilerin Osmanlı makam sistemine göre icra edilmesiydi. Osmanlı’da Divan’a gereken alanlarda hizmet etmesi amacıyla farklı etnisite ve dine mensup azınlıklar istihdam edilmekteydi; bu politikanın bir parçası olarak Osmanlı Musevi müzisyenleri kendi toplumlarının da ötesine uzanarak, bu çok bileşenli Osmanlı kültürel teşebbüsüne katılmışlardır.
Bir başka deyişle, Museviler ile Musevi olmayan Osmanlı meslektaşları arasında gelişen musiki etkileşimi İstanbul’da Sultan’ın Divanı gibi elit seviyede gerçekleşmiştir. Ne var ki, müziksel etkileşimin gerçekleştiği başka alanlar da bulunmaktaydı. Sözgelimi sufi tarikat merkezleri Musevilerin yabancı olmadığı mekânlardı.
Esasen Yahudi-Sufi etkileşiminin kökleri İslam’ın ortaya çıkışına dek uzanmaktadır, ancak bu etkileşimin Osmanlı kolu, musiki kültürü açısından en zengin kollardan biridir. Yahudilerin Sufi ritüellerine benzerlik taşıyan yarı-dinî toplantılarına dair ilk bilgiler 6. yy’ın ortalarında Filistin’in kuzeyinde bir yerleşim birimi olan Safed şehrine uzanmaktadır. Bu şehirdeki Yahudi mistik hareketinin liderlerince başlatılan aktif dua ayinleri, birçoğu geceleri, özellikle de Şabat günlerinde gerçekleşen yeni ritüellere dönüşmüştür. Bu mistikler, ruhani arzularına ulaşmak için musikinin gücünü keşfetmişler ve bu düşünce, toplulukların yeni bir şarkı repertuarı geliştirmesinde etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudi toplulukları bu dinî pratikleri Safed’den almıştır; böylelikle Osmanlı Yahudilerinin arasında giderek artan bir musiki hareketliliği oluşmuş; bu durum aynı zamanda yeni İbrani şiir ve ezgi arayışlarına zemin hazırlamıştır. Sufi tarikatlar, 13. yy’dan itibaren Filistin’i kendilerine mekân edinmişlerdir. 16. yy’a gelindiğinde ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Seferad göçmenler tarafından icra edilen musiki etkinliklerinin merkezi hâline gelmiş olan Safed’de en az sekiz Sufi cemaati bulunmaktaydı. Safed’in Yahudi yerleşimcileri için şehirdeki bu Sufi mevcudiyeti ve tekkelerinde gerçekleştirdikleri ritüeller uzak durulması neredeyse imkânsız şeylerdi. Zyara (evliyaların türbelerine yapılan ziyaret) gibi dinî pratikler, cemaatle birlikte mütalaa ile öğrenme, kendini toplumdan uzaklaştırarak inzivaya çekilme ve tefekkür edebilmek için tabiatı gözlemleme Safed kabalistlerinin alışılagelmiş ritüelleriydi; dolayısıyla bu ritüeller Sufi pratiklerini de yansıtmaktadır. 16. yy’da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İber yarımadalı Yahudi sürgünler arasında en öne çıkan dinî otorite olup, kendisi de bir mistik olan Haham Joseph Karo’nun (1488-1575) Safed’e varmadan önce Edirne (eski adıyla Adrianople)’deki bir Sufi tekkesine yaptığı ziyaret, Yahudi ruhani liderlerin Sufi camia ile olan yakınlığını gözler önüne sermektedir.
Karo, yaşadığı olağanüstü ve coşkulu tecrübeyi anlatırken heybetli bir ses cümbüşünden bahsetmektedir. Yosef Karo Sufi merkezine girdiği anda kendisini ele geçiren bir melek tarafından şiddetle azarlanmıştır. Bunun gibi yaşanmış tecrübeler muhtemelen sadece ona özgü değildi; dolayısıyla en azından Karo vasıtasıyla [Sufi rituelleri] Safed dinî pratikleri üzerinde birçok etki bırakmıştır.
16. yy’da Safed şehri ve çevresindeki Yahudiler arasında gelişen bu ruhani gece ibadetlerinin olası Sufi arkaplanı böylelikle sağlam bir hipotez sayılmaktadır. Ne var ki, Safed’de Yahudi ve Sufi mistikleri arasındaki ilişkinin sınırlı sayıdaki kayıtları gözden geçirildiğinde bazı tereddütler de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, Osmanlı Filistin ve Suriye’sinde gelişen Yahudilerin gece müzikli ibadet toplantılarının ne derece Sufi pratiklerinden derlendiği ya da bu toplantıların daha eski Musevi dinî geleneklerinin birer uzantısı olup olmadığı henüz açıklığa kavuşmamış bir konudur. Bu gece ibadetlerinde ek olarak okunan dualar ve kıraat edilen mezmurlar, özellikle siyasi gerginliklerin Yahudi topluluklarına karşı tehdit oluşturduğu zamanlarda Orta Çağ İspanya’sında belgelenmiş olan dinî pratiklerdir. Ayrıca, bakkashot (sözlük anlamı “arayış şiirleri”) repertuarı Orta Çağ İspanya’sında sabah ibadeti öncesi siddurim’de (dua rabıtası) yer almaktaydı ki bu durum, belki de dindar insanların sinagoga gün doğumundan önce gelip ruhani hazırlıkları tatbik etme alışkanlığı ile açıklanabilir. Yahudi musiki icraları üzerinde kesin bir Sufi etkisi olduğu şüphe götürse de, Sufi fikirlerinin bu icralardaki etkisi tartışılmazdır; hatta musikinin insan ruhu üzerindeki kuvvetli etkisi Safed çevresinin önemli simalarının yazılarına da nüfuz etmiştir. Eliyahu de Vidas (1518-1592) mühim eseri Reshit Hokhmah’ta (Venedik 1579) bu yazımız için önemli olan bu konunun bazı yönlerine dikkat çekmiştir. Gökkubbedeki güneşten yayılan coşkulu bir ezgiyi eserinde tartışırken Vidas aynı zamanda kozmolojik seslere ve onların insan tarihinin gidişatındaki etkilerine değinmiştir. Aynı zamanda kendisi, dinî olmayan musiki icrasına karşı katı bir tutum izleyerek, enstrümantal musikiye, kadınların şarkı söylemesine ve bunların içki kullanımı ile birlikte icra edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Diğer yandan, Tevrat’ı öğrenirken Tanrı’ya yapılan övgülerin terennüm edilmesi (“şarkı” formunda yeniden düzenlenmiş olarak okunması) ya da duaların ve dinî şiirlerin okunması insanın Dvekut’a (Allah’a gönül bağıyla bağlanmaya) ulaşmasını sağlayan bir yoldur.
Musikinin etkileri ve gücü hakkındaki bu karşılıklı cazibe ve kuşku ikilemi Tanrı’nın kendisine övgüde bulunulması isteği ve Sufilikten alınan ya da Sufilikle paylaşılan fikirler, 16. yy’ın ikinci yarısına doğru Osmanlı Yahudilerinin makam temelli dinî musiki icralarının hızla artmasına zemin oluşturmuştur. Osmanlı topraklarındaki Yahudilerin musikisindeki bu yeni hareketliliğin yanı sıra Musevi yaşamının (mesihle ilgili beklentilerle coşmuş bir şekilde) ruhani bir yön kazanması bu dönemin karakteristik özelliğidir. Belirli zamanlardaki geleneksel dinî ayinlerin sık sık araya girmesi nedeniyle, oluşmakta olan bu yeni müzik hareketi için daha fazla zaman ayırmak adına alternatif dinî ayin zamanlarının belirlenmesi Safed kabalistleri için bir zorunluluk hâline gelmişti.
Israel Najara tarafından yayımlanan ve makamlara göre düzenlenmiş ilk İbranice mecmua olma özelliğini taşıyan Zemirot Israel (Safed, 1587) o dönemdeki gelişmelerden uzak kalmamıştır. Mecmuada, Galillee (Celile) şehrindeki Sufi ritüelleri ve musikinin insan hayatını değiştirdiğine dair fikirlere rastlanmaktaydı. Bu dinî pratikler Safed’in 1604 yılında yağmalanmasının ardından pek çok kabalistin sığındığı Şam ve Halep’teki Suriye Yahudileri tarafından da icra edilmekteydi. Najara’nın Suriye’deki varlığı, Halep şehrinin yıllara meydan okuyan musiki geleneği ile birlikte, Musevi şiiri ve Osmanlı musikisi arasında muhteşem ve benzersiz bir sentez oluşturdu. Najara’nın Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki geçici ikametleri ve nihayetinde Gazze’ye daimi olarak yerleşmesi büyük ihtimalle birçok Yahudi şehir merkezinde bu yeni musiki icrasının yayılmasına yardımcı oldu.
Türk makam musikisinin sahte mesih Sabatay Sevi’nin müridleri tarafından kullanılmış olması, bu sanattaki Yahudi varlığını ortaya koymuştur. Sabatay Sevi ve onun mesih hareketi ile Sufi ritüel pratikleri arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Sabatay’ın irtidadından sonra, çoğunlukla Osmanlı Yahudileri olan müridleri ibadet ezgilerinde Türk makamlarını kullanmıştır. 17. yy’a ait bir elyazmasında yer alan Yahudi İspanyolcası dilindeki Sabatayist ilahi koleksiyonu ile Najara’nın derleme mecmuası olan Zemirot Israel arasında benzerlikler çoktur. Haham Israel Hazzan’ın rivayetine göre, Sabatay Sevi İslam dinine geçişinden sonra Edirne’deki Bektaşi tarikatının zikir toplantılarına katılmıştır.
Zaman içerisinde, bazı Osmanlı Yahudi musiki icraları aynı coğrafyada varlık gösteren Sufi musiki icralarına benzerlik göstermeye başlamıştır. Örneğin Halep Yahudileri arasında bakkashot’un icrası, şarkıların farklı makamlarla birleştirilmesi anlamına gelen fasıl olarak görülmüştür. Yahudi musikisindeki bu fasıl türü Halep’teki muhafazakâr Kadiri tarikatı olan Hilaliye’nin repertuarını andırmaktadır. Bu Sufi repertuarında her hafta icra edilen beş sabit fasıl bulunmaktadır (beş namaz vakti ve İslam’ın beş şartında olduğu gibi). Benzer şekilde her biri farklı makamda olmak üzere sabit bakkashot repertuarı kış aylarında, her Şabat gününde Halep sinagogunda icra edilmekteydi.
Filistin ve Suriye’deki Musevi-Sufi ilişkisine benzer olarak, Anadolu ve Trakya Yahudileri ile Mevlevi tarikatı arasında da bir ilişki bulunmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Mevlevi tarikatı mensupları, saray musikisinde bestekâr, öğretmen ve icracılar olarak önemli bir yere sahiptiler. Dahası, Mevlevi ayinleri çok gelişmiş enstrümantal ve sözlü kompozisyonlar hâlinde icra ediliyordu. 500 yıl boyunca Türkiye, Suriye, Irak ve Filistin’deki Osmanlı Yahudi müzisyenleri ve müzikseverleri bu Sufi müzisyenlerle çeşitli ve yakın ilişkiler kurmuşlardır. Onların repertuarlarından faydalanmışlar, ibadethane ve tekkelerini sık sık ziyaret etmişlerdir. Yahudi müzisyenlerin İstanbul ya da Edirne’deki Sufi toplantılarına katılmalarını teşvik eden sosyal faktör, Mevlevi tekkelerinin diğer İslami müesseselerin aksine gayrimüslimlere açık ve ılımlı olması olabilir. Kimi zaman yazarların bizzat yaşadıkları tecrübelere dayanan modern Musevi Osmanlı tarihyazımcılığı, yakın dönemde gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun her bir köşesinde Musevi ve Sufiler arasında yakın bir musiki ilişkisi olduğunu göstermektedir.
Menahem Azuz doğum yeri olan Edirne ile ilgili olarak 1946 yılında şunları aktarmıştır: “Sürgün edilen Yahudiler İspanya’dan Edirne’ye ulaştıklarında, Müslüman derviş ilahi korolarını model alarak bir müzisyen korosu kurdular. Bu Müslüman dervişlerinin korolarında, dervişlerin ilahileri değişmeyen makamlarla her hafta okunuyordu.” Bu kısmen eksik rivayeti okurken dikkatli olmak gerekir. Yahudilerin Osmanlı musiki geleneğini benimsemeleri çok daha uzun bir süre sonrasında gerçekleşmiştir, İspanya’dan sürüldükten hemen sonra değil. Edirne’deki Yahudi mevcudiyeti 16. yy’ın başlarından itibaren birçok engel ve başarısızlıkla karşılaştı. Bu nedenle Edirne’de “Yahudi Hazanlar ve İbrani Şairler” okulunun kurulması, ki sonradan Maftirim olarak adlandırıldı, 17. yy’ın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki Osmanlı Hükümdarı IV. Mehmet (1649-1687) divanını Edirne’ye taşımış, hükümdarın ve sarayın Edirne’ye taşınmasıyla da oradaki Yahudi yerleşimi ciddi manada canlanmıştır.
Tarihçi Abraham Rosanes’in tuttuğu kayıtlara göre, Haham Israel Najara’nın müridi olan şair ve bestekâr Avtalyion ben Mordechai’nin, Edirne’deki Mevlevi Tekkesi ile yakın bağları vardı. Rosanes, Avtaliyon’un Türkler arasında Küçük Hoca Haham (“Ermiş”, Seferad düşünürleri ve toplum liderlerine verilen İbranice bir unvandır) Aftalyon olarak bilindiğini yazılarına eklemiştir. Yunan Makedonya’sında Selanik’in uydu şehri olan Serez’deki Yahudi topluluklarıyla ilgili olarak Mercado Covo aşağıdaki kaydı tutmuştur: “O zamanlarda (Sultan II. Selim dönemi, 1566-1574) Osmanlı’nın neredeyse her önemli şehrinde Mevlevi tekkeleri kurulmuştu. Bu tarikatın mensupları, dinî tören ve ibadetlerinde ney adı verilen, çok hoş ve hüzünlü bir melodisi olan; dinleyenlerin kalbini dağlayıp arzuyla dolduran uzunca bir flüt kullanıyorlardı. Musevi kantorlar (hazzanim), hanendeler (mezammerim) ve ozanlar (paytanım), her perşembe bu semah dönen dervişlerin dinî toplantılarına katılırlardı. Böylelikle, onları izleyerek ve dinleyerek birçok şeyi öğrenen bazı kantorlar (koro şefleri) oryantal (şarkî) ezgileri benimsediler. Bu doğu melodilerini yeniden düzenleyip bizim kutsal şiir ve şarkılarımıza (piyutim ve pizmonim) uygun hâle getirdiler.”
Osmanlı Sefardimleri arasında musikinin gelişmesinde Edirne’nin rolü, orada bulunan Mevlevi tekkesinin etkilerinden dolayı büyüktür. Bu Mevlevi tekkesi Türk sanat musiki geleneğini muntazam şekilde muhafaza etmesiyle bilinmekteydi. Bu konuda, “Mısırlı İbrahim” olarak da bilinen Halep doğumlu Yahudi müzisyen Abraham Levi Hayat örnek olarak gösterilebilir. Kendisi, Mısır’da kaldıktan sonra (ki bu lakabının Mısırlı olmasının sebebidir), 19. yy’ın sonlarına doğru Türkiye’ye yerleşmiş; tanınmış Mevlevi üstadlarından olan Hoci Karami Efendi’den eğitim almıştır. Yahudilerin Türklere musiki öğrettikleri de olmuştur. Haham Abraham Mendil (1829-1881) Kulekapı Mevlevihanesi olarak da bilinen Galata Mevlevihanesi şeyhlerinden Ataullah Efendi’nin musiki hocasıydı.
Konuyla alakalı başka bir örnek ise Osmanlı Yahudilerinin bulunduğu başka bir köşeden, Manastır şehrinden verilebilir (günümüzdeki adı Bitola olan bu şehir Makedonya Cumhuriyeti’ndedir). Yerli Yahudi topluluk liderleri, her cuma akşamı cami ve mahalli tekkelerdeki dinî merasimlere davet edilirdi. Bu münasebetler sebebiyle, Manastır Yahudileri dinî merasimlerini Türk musikisi kökenli musikiye göre icra ettiler. Bu durumun şahitlerinden birine göre, Manastır Yahudileri “tekke ilahi ve ezgilerini kendi musikilerine uyarladılar. Bu tekkelere eski padişahların yüksek rütbeli Yahudi memurları cuma geceleri [daha doğrusu perşembeyi cumaya bağlayan geceler] gidip Müslüman meslektaşlarına saygılarını sunarlardı.”
Magnesia (Yunanistan’da bir bölge) doğumlu olan ve sonraları İzmir, Rodos Adası ve Kudüs’te aktif şekilde sanatını icra etmiş olan Hanende (Kantor) Moşe Vital, gençliğinde (1920’lerde) cuma günü öğleden sonraları dervişlerin toplantılarına katılmıştır. Hanende Moşe Vital’in anılarıyla karışık şu gözlemleri de 20. yy’ın başlarında Musevilerle Mevleviler arasındaki yakınlığı ve musiki alışverişini çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer:
“Adlarını saydığım hanendeler (Shem-Tov Chikiar, Salomon ve Isaac Algazi, Eliyahu Hacohen) derviş musikisinden çok etkilenmiştir. Dervişler Türkiye’deki dindar Müslüman gruplarındandır. Tarih boyunca dinî tesirleri olmuştur. Dinî ritüellerinde dinî müzik eserleri okurlar, enstrümantal musiki icra ederler ve aynı zamanda bir iki saat semah dönerler. Dinleyenler hazdan ve coşkudan kendilerinden geçerler. Bu dinî gruplardan olan Mevlevi dervişleri arasında şarkı okumasını, enstrüman çalmasını bilen ve muhteşem ve müstesna şekilde musiki icra eden dervişler vardı. Çocukken, hatırlıyorum, ben de her cuma günü öğle üzeri evden kaçar (o vakitlerde okul bitmiş olurdu), dervişlerin tekkelerindeki törenleri seyretmeye ve onların güzel ezgilerini dinlemeye giderdim. (…) İzmir’de başka Yahudi musikiseverler de bu törenlerde icra edilen musikiyi dinlemek için sık sık tekkeye gelirlerdi. Her derviş sadece iyi şarkı söylemesini değil, İslam musiki sanatını da mükemmel şekilde bilirdi. Dervişler makamları da çok iyi bilirlerdi. (…) Bizim hazanlarımız onların güzel ezgilerini dervişlerden öğrendiler, öğrendiklerini bizim sinagoglarımıza getirdiler.”
Algazi’yi sinagogda dinlemiş olan İzmir doğumlu Abraham Altalef Mevlevilerin Algazi’yi (1889-1950) sinagoga dinlemeye geldiklerini ve onu heyecanla dinlediklerini anlatmıştır.
Yayımlanmış olan tek Maftirim mecmuası olan Shirei Israel be-Eretz ha-Qedem (İstanbul 1926), Yahudi müzisyenlerin Mevlevi musiki icralarına yabancı olmadığına dair kanıt niteliğindedir. Bu etkiyi İsmail Dede Efendi (1778-1846) tarafından güfte giydirilen İbrani şiirlerinde de görmekteyiz. Çağdaş kaynaklar şunu da göstermektedir: Türkiye’de Yahudilerle Sufiler arasındaki bağ imparatorluk dönemini de aşarak, -her ne kadar Türk hükûmeti 1925’te resmî olarak Sufi tekkelerini kapattırmış olsa da-, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam etmiştir. Bir röportajda, amcası ve aynı zamanda akıl hocası maftirim şefi olan din adamı Samuel Benaroya (1908-2003) hatıralarını aktarırken çocukluğunda Yahudi müzisyenlerin Edirne’deki Mevlevi tekkelerine ve aynı şekilde Mevlevi müzisyenlerin de sinagoglara yaptıkları karşılıklı ziyaretleri anlatmıştır.
Türkiye’de Sufi ve Yahudi hanendeler arasındaki karşılıklı etkileşim yakın zamana kadar devam etmiştir. Türk seküler ve dinî müziğinin en önemli icracılarından biri olan Kani Karaca (1930-2004) gayrıresmî şekilde en az iki dinî İbranice komposizyonu kaydetmiştir; bu komposizyonlardan biri ünlü bestekâr Moshe Cordova’ya (1881-1967) aittir. Bülent Aksoy’un kişisel bir söyleşide anlattığına göre, 20. yy’ın ikinci yarısında İstanbul’daki Yahudilerin en önemli müzisyenleri arasında bulunan kanuni David Behar, 1990’ların başında bu iki eseri Kani Karaca’ya öğretmiştir. Anlatılanlara göre David Behar, inanılmaz keskin hafızasıyla ünlü Kani Karaca’nın tüm İbranice repertuarı “hafızaya alacağı” korkusuyla daha fazla İbranice kutsal şarkı öğretmemiştir.
İspanya’dan gelen Yahudi göçmenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşmeleriyle birlikte bu göçmenler ile yerli Romaniote (Rumca konuşan Bizans Musevileri) arasında 16. yy’ın sonlarından günümüze dek uzanan yoğun bir musiki paylaşımı oluşmuştur. Bu Musevi toplumunun müzisyenleri, gelişiminin her basamağından (eski Osmanlı formundan günümüz modern formuna kadar) olmak üzere Türk makam geleneğini benimserlerken; Musevi dinî ve toplumsal ritüelleri ile bağlantılı çeşitli musiki icralarının temeli olarak görülen musiki türlerini de icra etmişlerdir.
Kaynak: Sanatlog / Edwin Seroussi – Sabah Ülkesi, 44. Sayı
Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslim azınlıkların gelişmesini sağlayan benzersiz toplumsal koşullar musiki alanındaki böylesi bir etkileşime zemin hazırlamıştır. İmparatorluğun son dönemlerinde (19. yy’ın sonu ila 20. yy’ın başlarında) gerçekleşen Osmanlı Yahudilerinin kitlesel göçü, bu musiki icra ve kompozisyonlarının Avrupa, Amerika ve İsrail’e yayılmasına neden olmuştur. Türkiye’de kalan Musevi toplumu ve Osmanlı Yahudilerinin kıtalararası diasporası Osmanlı Musevi Musikisi olarak adlandırdığım bu musikiyi icra etmişlerdir. Bu musiki Musevi ayinlerinde İbranice dinî şiir ve ilahilerin Osmanlı makam sistemine göre icra edilmesiydi. Osmanlı’da Divan’a gereken alanlarda hizmet etmesi amacıyla farklı etnisite ve dine mensup azınlıklar istihdam edilmekteydi; bu politikanın bir parçası olarak Osmanlı Musevi müzisyenleri kendi toplumlarının da ötesine uzanarak, bu çok bileşenli Osmanlı kültürel teşebbüsüne katılmışlardır.
Bir başka deyişle, Museviler ile Musevi olmayan Osmanlı meslektaşları arasında gelişen musiki etkileşimi İstanbul’da Sultan’ın Divanı gibi elit seviyede gerçekleşmiştir. Ne var ki, müziksel etkileşimin gerçekleştiği başka alanlar da bulunmaktaydı. Sözgelimi sufi tarikat merkezleri Musevilerin yabancı olmadığı mekânlardı.
Esasen Yahudi-Sufi etkileşiminin kökleri İslam’ın ortaya çıkışına dek uzanmaktadır, ancak bu etkileşimin Osmanlı kolu, musiki kültürü açısından en zengin kollardan biridir. Yahudilerin Sufi ritüellerine benzerlik taşıyan yarı-dinî toplantılarına dair ilk bilgiler 6. yy’ın ortalarında Filistin’in kuzeyinde bir yerleşim birimi olan Safed şehrine uzanmaktadır. Bu şehirdeki Yahudi mistik hareketinin liderlerince başlatılan aktif dua ayinleri, birçoğu geceleri, özellikle de Şabat günlerinde gerçekleşen yeni ritüellere dönüşmüştür. Bu mistikler, ruhani arzularına ulaşmak için musikinin gücünü keşfetmişler ve bu düşünce, toplulukların yeni bir şarkı repertuarı geliştirmesinde etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudi toplulukları bu dinî pratikleri Safed’den almıştır; böylelikle Osmanlı Yahudilerinin arasında giderek artan bir musiki hareketliliği oluşmuş; bu durum aynı zamanda yeni İbrani şiir ve ezgi arayışlarına zemin hazırlamıştır. Sufi tarikatlar, 13. yy’dan itibaren Filistin’i kendilerine mekân edinmişlerdir. 16. yy’a gelindiğinde ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Seferad göçmenler tarafından icra edilen musiki etkinliklerinin merkezi hâline gelmiş olan Safed’de en az sekiz Sufi cemaati bulunmaktaydı. Safed’in Yahudi yerleşimcileri için şehirdeki bu Sufi mevcudiyeti ve tekkelerinde gerçekleştirdikleri ritüeller uzak durulması neredeyse imkânsız şeylerdi. Zyara (evliyaların türbelerine yapılan ziyaret) gibi dinî pratikler, cemaatle birlikte mütalaa ile öğrenme, kendini toplumdan uzaklaştırarak inzivaya çekilme ve tefekkür edebilmek için tabiatı gözlemleme Safed kabalistlerinin alışılagelmiş ritüelleriydi; dolayısıyla bu ritüeller Sufi pratiklerini de yansıtmaktadır. 16. yy’da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İber yarımadalı Yahudi sürgünler arasında en öne çıkan dinî otorite olup, kendisi de bir mistik olan Haham Joseph Karo’nun (1488-1575) Safed’e varmadan önce Edirne (eski adıyla Adrianople)’deki bir Sufi tekkesine yaptığı ziyaret, Yahudi ruhani liderlerin Sufi camia ile olan yakınlığını gözler önüne sermektedir.
Karo, yaşadığı olağanüstü ve coşkulu tecrübeyi anlatırken heybetli bir ses cümbüşünden bahsetmektedir. Yosef Karo Sufi merkezine girdiği anda kendisini ele geçiren bir melek tarafından şiddetle azarlanmıştır. Bunun gibi yaşanmış tecrübeler muhtemelen sadece ona özgü değildi; dolayısıyla en azından Karo vasıtasıyla [Sufi rituelleri] Safed dinî pratikleri üzerinde birçok etki bırakmıştır.
16. yy’da Safed şehri ve çevresindeki Yahudiler arasında gelişen bu ruhani gece ibadetlerinin olası Sufi arkaplanı böylelikle sağlam bir hipotez sayılmaktadır. Ne var ki, Safed’de Yahudi ve Sufi mistikleri arasındaki ilişkinin sınırlı sayıdaki kayıtları gözden geçirildiğinde bazı tereddütler de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, Osmanlı Filistin ve Suriye’sinde gelişen Yahudilerin gece müzikli ibadet toplantılarının ne derece Sufi pratiklerinden derlendiği ya da bu toplantıların daha eski Musevi dinî geleneklerinin birer uzantısı olup olmadığı henüz açıklığa kavuşmamış bir konudur. Bu gece ibadetlerinde ek olarak okunan dualar ve kıraat edilen mezmurlar, özellikle siyasi gerginliklerin Yahudi topluluklarına karşı tehdit oluşturduğu zamanlarda Orta Çağ İspanya’sında belgelenmiş olan dinî pratiklerdir. Ayrıca, bakkashot (sözlük anlamı “arayış şiirleri”) repertuarı Orta Çağ İspanya’sında sabah ibadeti öncesi siddurim’de (dua rabıtası) yer almaktaydı ki bu durum, belki de dindar insanların sinagoga gün doğumundan önce gelip ruhani hazırlıkları tatbik etme alışkanlığı ile açıklanabilir. Yahudi musiki icraları üzerinde kesin bir Sufi etkisi olduğu şüphe götürse de, Sufi fikirlerinin bu icralardaki etkisi tartışılmazdır; hatta musikinin insan ruhu üzerindeki kuvvetli etkisi Safed çevresinin önemli simalarının yazılarına da nüfuz etmiştir. Eliyahu de Vidas (1518-1592) mühim eseri Reshit Hokhmah’ta (Venedik 1579) bu yazımız için önemli olan bu konunun bazı yönlerine dikkat çekmiştir. Gökkubbedeki güneşten yayılan coşkulu bir ezgiyi eserinde tartışırken Vidas aynı zamanda kozmolojik seslere ve onların insan tarihinin gidişatındaki etkilerine değinmiştir. Aynı zamanda kendisi, dinî olmayan musiki icrasına karşı katı bir tutum izleyerek, enstrümantal musikiye, kadınların şarkı söylemesine ve bunların içki kullanımı ile birlikte icra edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Diğer yandan, Tevrat’ı öğrenirken Tanrı’ya yapılan övgülerin terennüm edilmesi (“şarkı” formunda yeniden düzenlenmiş olarak okunması) ya da duaların ve dinî şiirlerin okunması insanın Dvekut’a (Allah’a gönül bağıyla bağlanmaya) ulaşmasını sağlayan bir yoldur.
Musikinin etkileri ve gücü hakkındaki bu karşılıklı cazibe ve kuşku ikilemi Tanrı’nın kendisine övgüde bulunulması isteği ve Sufilikten alınan ya da Sufilikle paylaşılan fikirler, 16. yy’ın ikinci yarısına doğru Osmanlı Yahudilerinin makam temelli dinî musiki icralarının hızla artmasına zemin oluşturmuştur. Osmanlı topraklarındaki Yahudilerin musikisindeki bu yeni hareketliliğin yanı sıra Musevi yaşamının (mesihle ilgili beklentilerle coşmuş bir şekilde) ruhani bir yön kazanması bu dönemin karakteristik özelliğidir. Belirli zamanlardaki geleneksel dinî ayinlerin sık sık araya girmesi nedeniyle, oluşmakta olan bu yeni müzik hareketi için daha fazla zaman ayırmak adına alternatif dinî ayin zamanlarının belirlenmesi Safed kabalistleri için bir zorunluluk hâline gelmişti.
Israel Najara tarafından yayımlanan ve makamlara göre düzenlenmiş ilk İbranice mecmua olma özelliğini taşıyan Zemirot Israel (Safed, 1587) o dönemdeki gelişmelerden uzak kalmamıştır. Mecmuada, Galillee (Celile) şehrindeki Sufi ritüelleri ve musikinin insan hayatını değiştirdiğine dair fikirlere rastlanmaktaydı. Bu dinî pratikler Safed’in 1604 yılında yağmalanmasının ardından pek çok kabalistin sığındığı Şam ve Halep’teki Suriye Yahudileri tarafından da icra edilmekteydi. Najara’nın Suriye’deki varlığı, Halep şehrinin yıllara meydan okuyan musiki geleneği ile birlikte, Musevi şiiri ve Osmanlı musikisi arasında muhteşem ve benzersiz bir sentez oluşturdu. Najara’nın Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki geçici ikametleri ve nihayetinde Gazze’ye daimi olarak yerleşmesi büyük ihtimalle birçok Yahudi şehir merkezinde bu yeni musiki icrasının yayılmasına yardımcı oldu.
Türk makam musikisinin sahte mesih Sabatay Sevi’nin müridleri tarafından kullanılmış olması, bu sanattaki Yahudi varlığını ortaya koymuştur. Sabatay Sevi ve onun mesih hareketi ile Sufi ritüel pratikleri arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Sabatay’ın irtidadından sonra, çoğunlukla Osmanlı Yahudileri olan müridleri ibadet ezgilerinde Türk makamlarını kullanmıştır. 17. yy’a ait bir elyazmasında yer alan Yahudi İspanyolcası dilindeki Sabatayist ilahi koleksiyonu ile Najara’nın derleme mecmuası olan Zemirot Israel arasında benzerlikler çoktur. Haham Israel Hazzan’ın rivayetine göre, Sabatay Sevi İslam dinine geçişinden sonra Edirne’deki Bektaşi tarikatının zikir toplantılarına katılmıştır.
Zaman içerisinde, bazı Osmanlı Yahudi musiki icraları aynı coğrafyada varlık gösteren Sufi musiki icralarına benzerlik göstermeye başlamıştır. Örneğin Halep Yahudileri arasında bakkashot’un icrası, şarkıların farklı makamlarla birleştirilmesi anlamına gelen fasıl olarak görülmüştür. Yahudi musikisindeki bu fasıl türü Halep’teki muhafazakâr Kadiri tarikatı olan Hilaliye’nin repertuarını andırmaktadır. Bu Sufi repertuarında her hafta icra edilen beş sabit fasıl bulunmaktadır (beş namaz vakti ve İslam’ın beş şartında olduğu gibi). Benzer şekilde her biri farklı makamda olmak üzere sabit bakkashot repertuarı kış aylarında, her Şabat gününde Halep sinagogunda icra edilmekteydi.
Filistin ve Suriye’deki Musevi-Sufi ilişkisine benzer olarak, Anadolu ve Trakya Yahudileri ile Mevlevi tarikatı arasında da bir ilişki bulunmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Mevlevi tarikatı mensupları, saray musikisinde bestekâr, öğretmen ve icracılar olarak önemli bir yere sahiptiler. Dahası, Mevlevi ayinleri çok gelişmiş enstrümantal ve sözlü kompozisyonlar hâlinde icra ediliyordu. 500 yıl boyunca Türkiye, Suriye, Irak ve Filistin’deki Osmanlı Yahudi müzisyenleri ve müzikseverleri bu Sufi müzisyenlerle çeşitli ve yakın ilişkiler kurmuşlardır. Onların repertuarlarından faydalanmışlar, ibadethane ve tekkelerini sık sık ziyaret etmişlerdir. Yahudi müzisyenlerin İstanbul ya da Edirne’deki Sufi toplantılarına katılmalarını teşvik eden sosyal faktör, Mevlevi tekkelerinin diğer İslami müesseselerin aksine gayrimüslimlere açık ve ılımlı olması olabilir. Kimi zaman yazarların bizzat yaşadıkları tecrübelere dayanan modern Musevi Osmanlı tarihyazımcılığı, yakın dönemde gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun her bir köşesinde Musevi ve Sufiler arasında yakın bir musiki ilişkisi olduğunu göstermektedir.
Menahem Azuz doğum yeri olan Edirne ile ilgili olarak 1946 yılında şunları aktarmıştır: “Sürgün edilen Yahudiler İspanya’dan Edirne’ye ulaştıklarında, Müslüman derviş ilahi korolarını model alarak bir müzisyen korosu kurdular. Bu Müslüman dervişlerinin korolarında, dervişlerin ilahileri değişmeyen makamlarla her hafta okunuyordu.” Bu kısmen eksik rivayeti okurken dikkatli olmak gerekir. Yahudilerin Osmanlı musiki geleneğini benimsemeleri çok daha uzun bir süre sonrasında gerçekleşmiştir, İspanya’dan sürüldükten hemen sonra değil. Edirne’deki Yahudi mevcudiyeti 16. yy’ın başlarından itibaren birçok engel ve başarısızlıkla karşılaştı. Bu nedenle Edirne’de “Yahudi Hazanlar ve İbrani Şairler” okulunun kurulması, ki sonradan Maftirim olarak adlandırıldı, 17. yy’ın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki Osmanlı Hükümdarı IV. Mehmet (1649-1687) divanını Edirne’ye taşımış, hükümdarın ve sarayın Edirne’ye taşınmasıyla da oradaki Yahudi yerleşimi ciddi manada canlanmıştır.
Tarihçi Abraham Rosanes’in tuttuğu kayıtlara göre, Haham Israel Najara’nın müridi olan şair ve bestekâr Avtalyion ben Mordechai’nin, Edirne’deki Mevlevi Tekkesi ile yakın bağları vardı. Rosanes, Avtaliyon’un Türkler arasında Küçük Hoca Haham (“Ermiş”, Seferad düşünürleri ve toplum liderlerine verilen İbranice bir unvandır) Aftalyon olarak bilindiğini yazılarına eklemiştir. Yunan Makedonya’sında Selanik’in uydu şehri olan Serez’deki Yahudi topluluklarıyla ilgili olarak Mercado Covo aşağıdaki kaydı tutmuştur: “O zamanlarda (Sultan II. Selim dönemi, 1566-1574) Osmanlı’nın neredeyse her önemli şehrinde Mevlevi tekkeleri kurulmuştu. Bu tarikatın mensupları, dinî tören ve ibadetlerinde ney adı verilen, çok hoş ve hüzünlü bir melodisi olan; dinleyenlerin kalbini dağlayıp arzuyla dolduran uzunca bir flüt kullanıyorlardı. Musevi kantorlar (hazzanim), hanendeler (mezammerim) ve ozanlar (paytanım), her perşembe bu semah dönen dervişlerin dinî toplantılarına katılırlardı. Böylelikle, onları izleyerek ve dinleyerek birçok şeyi öğrenen bazı kantorlar (koro şefleri) oryantal (şarkî) ezgileri benimsediler. Bu doğu melodilerini yeniden düzenleyip bizim kutsal şiir ve şarkılarımıza (piyutim ve pizmonim) uygun hâle getirdiler.”
Osmanlı Sefardimleri arasında musikinin gelişmesinde Edirne’nin rolü, orada bulunan Mevlevi tekkesinin etkilerinden dolayı büyüktür. Bu Mevlevi tekkesi Türk sanat musiki geleneğini muntazam şekilde muhafaza etmesiyle bilinmekteydi. Bu konuda, “Mısırlı İbrahim” olarak da bilinen Halep doğumlu Yahudi müzisyen Abraham Levi Hayat örnek olarak gösterilebilir. Kendisi, Mısır’da kaldıktan sonra (ki bu lakabının Mısırlı olmasının sebebidir), 19. yy’ın sonlarına doğru Türkiye’ye yerleşmiş; tanınmış Mevlevi üstadlarından olan Hoci Karami Efendi’den eğitim almıştır. Yahudilerin Türklere musiki öğrettikleri de olmuştur. Haham Abraham Mendil (1829-1881) Kulekapı Mevlevihanesi olarak da bilinen Galata Mevlevihanesi şeyhlerinden Ataullah Efendi’nin musiki hocasıydı.
Konuyla alakalı başka bir örnek ise Osmanlı Yahudilerinin bulunduğu başka bir köşeden, Manastır şehrinden verilebilir (günümüzdeki adı Bitola olan bu şehir Makedonya Cumhuriyeti’ndedir). Yerli Yahudi topluluk liderleri, her cuma akşamı cami ve mahalli tekkelerdeki dinî merasimlere davet edilirdi. Bu münasebetler sebebiyle, Manastır Yahudileri dinî merasimlerini Türk musikisi kökenli musikiye göre icra ettiler. Bu durumun şahitlerinden birine göre, Manastır Yahudileri “tekke ilahi ve ezgilerini kendi musikilerine uyarladılar. Bu tekkelere eski padişahların yüksek rütbeli Yahudi memurları cuma geceleri [daha doğrusu perşembeyi cumaya bağlayan geceler] gidip Müslüman meslektaşlarına saygılarını sunarlardı.”
Magnesia (Yunanistan’da bir bölge) doğumlu olan ve sonraları İzmir, Rodos Adası ve Kudüs’te aktif şekilde sanatını icra etmiş olan Hanende (Kantor) Moşe Vital, gençliğinde (1920’lerde) cuma günü öğleden sonraları dervişlerin toplantılarına katılmıştır. Hanende Moşe Vital’in anılarıyla karışık şu gözlemleri de 20. yy’ın başlarında Musevilerle Mevleviler arasındaki yakınlığı ve musiki alışverişini çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer:
“Adlarını saydığım hanendeler (Shem-Tov Chikiar, Salomon ve Isaac Algazi, Eliyahu Hacohen) derviş musikisinden çok etkilenmiştir. Dervişler Türkiye’deki dindar Müslüman gruplarındandır. Tarih boyunca dinî tesirleri olmuştur. Dinî ritüellerinde dinî müzik eserleri okurlar, enstrümantal musiki icra ederler ve aynı zamanda bir iki saat semah dönerler. Dinleyenler hazdan ve coşkudan kendilerinden geçerler. Bu dinî gruplardan olan Mevlevi dervişleri arasında şarkı okumasını, enstrüman çalmasını bilen ve muhteşem ve müstesna şekilde musiki icra eden dervişler vardı. Çocukken, hatırlıyorum, ben de her cuma günü öğle üzeri evden kaçar (o vakitlerde okul bitmiş olurdu), dervişlerin tekkelerindeki törenleri seyretmeye ve onların güzel ezgilerini dinlemeye giderdim. (…) İzmir’de başka Yahudi musikiseverler de bu törenlerde icra edilen musikiyi dinlemek için sık sık tekkeye gelirlerdi. Her derviş sadece iyi şarkı söylemesini değil, İslam musiki sanatını da mükemmel şekilde bilirdi. Dervişler makamları da çok iyi bilirlerdi. (…) Bizim hazanlarımız onların güzel ezgilerini dervişlerden öğrendiler, öğrendiklerini bizim sinagoglarımıza getirdiler.”
Algazi’yi sinagogda dinlemiş olan İzmir doğumlu Abraham Altalef Mevlevilerin Algazi’yi (1889-1950) sinagoga dinlemeye geldiklerini ve onu heyecanla dinlediklerini anlatmıştır.
Yayımlanmış olan tek Maftirim mecmuası olan Shirei Israel be-Eretz ha-Qedem (İstanbul 1926), Yahudi müzisyenlerin Mevlevi musiki icralarına yabancı olmadığına dair kanıt niteliğindedir. Bu etkiyi İsmail Dede Efendi (1778-1846) tarafından güfte giydirilen İbrani şiirlerinde de görmekteyiz. Çağdaş kaynaklar şunu da göstermektedir: Türkiye’de Yahudilerle Sufiler arasındaki bağ imparatorluk dönemini de aşarak, -her ne kadar Türk hükûmeti 1925’te resmî olarak Sufi tekkelerini kapattırmış olsa da-, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam etmiştir. Bir röportajda, amcası ve aynı zamanda akıl hocası maftirim şefi olan din adamı Samuel Benaroya (1908-2003) hatıralarını aktarırken çocukluğunda Yahudi müzisyenlerin Edirne’deki Mevlevi tekkelerine ve aynı şekilde Mevlevi müzisyenlerin de sinagoglara yaptıkları karşılıklı ziyaretleri anlatmıştır.
Türkiye’de Sufi ve Yahudi hanendeler arasındaki karşılıklı etkileşim yakın zamana kadar devam etmiştir. Türk seküler ve dinî müziğinin en önemli icracılarından biri olan Kani Karaca (1930-2004) gayrıresmî şekilde en az iki dinî İbranice komposizyonu kaydetmiştir; bu komposizyonlardan biri ünlü bestekâr Moshe Cordova’ya (1881-1967) aittir. Bülent Aksoy’un kişisel bir söyleşide anlattığına göre, 20. yy’ın ikinci yarısında İstanbul’daki Yahudilerin en önemli müzisyenleri arasında bulunan kanuni David Behar, 1990’ların başında bu iki eseri Kani Karaca’ya öğretmiştir. Anlatılanlara göre David Behar, inanılmaz keskin hafızasıyla ünlü Kani Karaca’nın tüm İbranice repertuarı “hafızaya alacağı” korkusuyla daha fazla İbranice kutsal şarkı öğretmemiştir.
Paylaş: