Balfour Deklarasyonu’nun ilanından üç hafta sonra General Allenby komutasındaki İngiliz ve Arap birlikleri Kudüs’ü Osmanlılardan teslim aldılar. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerinde yenilgiye uğratılması izledi. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondoros Mütarekesi ile tüm Filistin, Britanya’nın kontrolüne bırakıldı. Böylece, yukarıdaki sorulardan biri cevaplanmış oldu: Britanya, ilerde kendisinin olacağından emin olduğu bir toprak hakkında beyanda bulunmuştu.
Diğer sorular ise tarih içinde adım adım cevaplanacaktı. Bunda İngilizlerin de rolü olacaktı elbet ama esas etken Siyonistlerin devlet kurma azimlerine karşılık, Filistinlilerin böyle bir hedeflerinin olmamasıydı.
Bu tarihlerde, değişik kaynaklara göre, bölgede 550-700 bin Müslüman’a karşılık, 40 ila 80 bin arasında Yahudi yaşıyordu. Siyonistlerin bütün çabası, Büyük Devletlerin Filistin’e göçe izin vermesi ve desteklemesiydi. Britanya yetkilileri, Türk resmi tezine gore ‘Osmanlı’yı arkadan hançerleyen’ Mekke Şerifi Hüseyin’i Yahudi yerleşimlerine sadece Arap nüfusun ekonomik ve politik özgürlükleri ile uyumlu olduğu sürece izin verileceği konusunda ikna ettikten sonra Filistin’e Yahudi göçü başladı.
Faysal-Weizmann Anlaşması
3 Ocak 1919’da geleceğin düşman kardeşleri, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’la Haim Weizmann Akabe’de buluştular. Faysal’a İngilizler tarafından vaadedilen Irak ve Suriye’de kurulacak Arap Devleti ile Filistin’de kurulacak Yahudi yurdu hakkında konuştular. Ardından bir deklarasyon imzaladılar. Buna göre Yahudiler’in Filistin’e göç etmesini teşvik etmek ve canlandırmak için gerekli tüm tedbirler alınacak, mümkün olan süratle Yahudi göçmenler birbirine yakın yerleşim alanlarına iskân edileceklerdi. Bu tedbirler alınırken, Arap köylülerin ve araziyi kiralayanların hakları korunacak ve ekonomik gelişimlerini sağlayacak şekilde yardımda bulunulacaktı.
Ancak, 6 Temmuz 1919’da toplanan Büyük Suriye Kongresi’nde, Faysal’dan daha tecrübeli Arap milliyetçileri bu kadar yumuşak davranmadılar. Kongre, ‘Yahudi yurdu’ ile ‘Yahudi devleti’nin aynı şey olmadığını, Siyonist Organizasyonu tanımadıklarını, buna karşılık Suriye ve Filistin’de yaşayan Yahudilerin diğer vatandaşlarla eşit sorumluluk ve haklara sahip olacaklarını ilan etti. Kongre ayrıca, Yahudilerin Filistin’e, bir deniz kavmi olduğu sanılan Filistîlerden daha sonraki bir tarihte gelmesini ima ederek “Yahudilerin iki bin yıl önce bu topraklarda işgalci olmalarından doğan haklarını tanımayacaklarını” belirtti.
Kongre’de söylenenleri dinleyen Arthur Balfour, 11 Ağustos 1919 tarihinde Britanya Hükümeti’ne verdiği memorandumda şöyle demişti: “Dört Büyük Devlet, Siyonizme taahhütte bulundular. Siyonizm, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, kökü asırlarca geriye giden bir geleneği, bugünkü ihtiyaçları, gelecekteki umutları temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleşik bulunan 700 bin Arabın arzuları ve önyargılarından daha derin bir önemi ifade ediyor.”
Savaştan sonra Milletler Cemiyeti dağılan imparatorluklardan arta kalan topraklarda, henüz kendi ulus-devletlerini kuracak düzeye gelmemiş halkları bu seviyeye gelinceye kadar gözetim altında tutma şekli olan manda idaresini tavsiye etmişti. Bu elbette, Büyük Devletlerin bölgeyi istedikleri gibi tasarlamaları için mükemmel bir yoldu, ancak bölgedeki milliyetçi hareketlerin ülkelerini yönetecek güçleri de yoktu.
Böylece 29 Eylül 1923’te Filistin’de bir Britanya mandası kuruldu, Filistinliler buna da itiraz etmediler. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle, Manda anlaşmasına dahil edildi. Örneğin Weizmann manda anlaşmasına ‘Yahudilerin Filistin’deki tarihi hakları’ (historical rights) ve ‘yeniden kurulma’ (reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’un karşı koyması ile daha muğlak terimlerle, Yahudi halkının bölgeyle tarihsel bağlarından (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarını yeniden oluşturmalarından (reconstuting of the national home) söz edildi.
Anlaşmanın 2. Maddesinde, Filistin’de yaşayanların ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık ve dinsel haklarının korunmasından söz ediliyordu. 4. Maddede, Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ‘yönetimi kontrol eden, ülkenin gelişiminde yer alan ve ona yardımcı olan kamusal bir yapı olarak tanımlıyordu. 5. Maddede Filistin topraklarının bölünmezliği, parçalanmazlığı vurgulanıyordu. 6. Maddede, nüfusun diğer bölümlerinin haklarını ve pozisyonunu zarar görmemek kaydıyla Yahudi göçünün uygun koşullarda gerçekleştirilmesini öngörüyordu.
Özetle, Manda Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu, uluslararası hukukun parçası haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliştiriliyordu. Filistinliler (ve Arap destekleyicileri) bunun farkında bile olmadılar.
1924 yılında İngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaşmaya ABD de katıldı. 7. Madde’ye Konvansiyonun hiçbir parçasının ABD’nin onayı olmadan değiştirilemeyeceği ifadesi kondu. Manda İdaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923-1929 arasında Yahudi göçünde önemli bir düşüş görüldü, çünkü Britanya belli kotalar koymuştu ve bunu katı biçimde uyguluyordu. Ancak durum Polonya’da ve Almanya’da yükselen anti semitizmle birlikte 1930’lardan itibaren radikal biçimde değişti. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluştururken, bu oran 1935’te (Britanya’nın Mavi Kitabına göre 355 bin Yahudiyle) yüzde 27’ye çıkmıştı. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayısı 150 bine ulaşmıştı ve sadece 1935’te 67 bin mülteci gelmişti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD’nin ülkeye aldığı göçmen sayısını yılda 4 bin kişiye sınırlamasıydı.
Hebron Olayları
Filistinli Arapların buna tepkisi sert oldu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni’nin önderliğinde gelişen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaşandı. Yahudilerin Kudüs’te Arapları öldürdüğü, Ağlama Duvarı’nın yakınlarına bir sinagog kurmayı planladıkları ve El Aksa Camii’ni yaktıklarına dair söylentilerin kulaktan kulağa yayılmasıyla başlayan gerginlikler, Britanyalı yöneticilerin de kayıtsız kalmasıyla yaklaşık bir ay sürdükten sonra 23 Ağustos’ta zirveye ulaştı. İki taraftan da can kayıplarına neden olan çatışmalardan sonra Hebron’un Yahudi nüfusu şehirden ayrılmak zorunda bırakılmış, mallarına el konmuştu. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme lütfunda bulunan Britanya Yüksek Komiseri John Chancellor “son bir kaç yüzyılda bundan daha korkunç olayların olduğunu sanmıyorum. Bu ülkeden öyle bıktım ve öyle iğrendim ki” demişti, “mümkün olan en kısa sürede burayı terk etmekten başka bir şey istemiyorum.”
Peel Komisyonu Raporu
Yahudiler devletleşmek için canla başla çalışırken, Yahudilere toprak satmakla meşgul olan Filistinliler ancak bu göç akımından sonra uyanmaya başladılar. Öyle ki, Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni’nin önderliğinde İngilizlere ve Yahudilere yönelik genel grevler, kaçırtma eylemleri ile Manda Yönetimi’ni işlemez hale getirdiler. Müftü, Yahudi düşmanlığını, Nazilerle ve Faşistlerle işbirliği yapacak kadar ilerletmişti. Bunun üzerine Britanya Sömürgeler Bakanlığı bölgeye ‘Filistin Kraliyet Komisyonu’ adıyla bir heyet gönderdi. Tarihe başkanının adıyla geçen Peel Komisyonu’nun raporunda özetle şu tespitler yapılıyordu:
1) Bölgenin yerli halklarına göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan fayda sağlamışlardı. Ülke toprakları hala yeni nüfusu kaldıracak durumdaydı ancak ileriki beş yıl için mülteci sayısının yılda 12 binle sınırlanması iyi olurdu.
2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlardı ancak topraklarını kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlardı. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alınması lazımdı.
3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hızlı artıyordu. Özellikle yeni yaratılan iş olanakları sayesinde Bedeviler şehirlere akın ediyordu. Bu da şehirlerin yükünü arttırıyordu. Araplar ve Bedeviler Yahudilerin oluşturduğu idari ve sağlık sisteminden hiçbir katkı sağlamadan yararlanıyorlar bu da Yahudi toplumunun şikayetlerine neden oluyordu.
4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi işlerde çalışıyor, daha yüksek ücretler alıyor, bu durum Arap halkın şikayetine neden oluyordu.
5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarını daha iyi okullara gönderiyorlar bu da iki toplum arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasın giderek açılmasına neden oluyordu.
6) İki toplum arasında hiç bir yakınlaşma, işbirliği, entegrasyon ya da asimilasyon eğilimi görülmüyordu. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düşmanlık besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sırtlarını dönüyorlardı.
7) Hem Yahudi milliyetçiliği, hem de Arap milliyetçiliği tırmanıyor, Yahudi Ajansı eleştirilere kulak tıkıyor, Kudüs Müftüsü ‘devlet içinde devlet’ gibi davranıyor, her iki taraf da aynı zamanda Manda İdaresi’ne tepki duyuyordu. Düzeni sağlamak için en 100 bin kişilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda İdaresi ise sorunları çözmekten acizdi.
Komisyon mevcut durumun gerçeğe oldukça yakın bir fotoğrafını çektikten sonra çözümün bölgenin ‘Yahudi devleti’ ve ‘Arap devleti’ olarak ikiye ayrılmasında olduğu belirtiyordu. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasıra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin girişi Manda Yönetimi’nde kalacaktı ama bu bölgeler her iki tarafa da açık olacaktı. Tarihsel olarak bir Arap şehri olarak nitelenen Yafa, Arap devletine verilecek, böylece Arap devletinin Akdeniz’e açılması sağlanacaktı. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasındaki şerit verilecekti. Tek sorun bölgelerdeki Arap ve Yahudi nüfusların mübadelesinin gerekmesiydi. Komisyon bu konuda 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan başarılı (!) mübadeleyi örnek göstermişti.
Komisyonun önerisi 1917 Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldıracak kadar radikaldi. Ama Filistin tarafı uzun tartışmalardan sonra 1939’da kararını verdi ve planı reddetti. Tartışmalar sürerken Arap çeteleri ile Siyonist İrgun (İrgun Tzvai Leumi-Milli Askeri Örgüt, kısaca ‘Etzel’ diye adlandırıldı) ve Lehi (Lohamey Herut Israel–İsrail Hürriyet Savaşçıları) örgütleri şiddeti tırmandırdılar. Britanya kolluk kuvvetlerinin tepkisi çok sert oldu. Her iki tarafında da liderlerini hapishanelere koymakla kalmadı, Arap tarafından üçbine yakın direnişçiyi öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10 bine, 1938’de 14 bine düştü. 1939 yılında yeniden 32 bine çıktıysa da, 1940’dan itibaren Britanya’lı yetkililerin mülteci akını önleyici tedbirleri sıkılaştırması sonucu tekrar 10 bine düştü.
Holocaust sonrası
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi gaz odalarında soykırıma uğratmasından sonra Avrupa’nın Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadığı iyice ortaya çıkınca, o ana kadar katı mülteci politikalarıyla Holocaust’a dolaylı yoldan katkıda bulunan ABD Başkanı Henry Truman, Batı’nın diyetini, Müslüman Arapların ödemesi için ilk adımı attı ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250 bin Yahudi’nin ‘derhal’ Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etti. Bu baskı üzerine herkese mavi boncuk dağıtarak oluşturduğu kördüğümü çözemeyen Britanya konuyu 1947’de Birleşmiş Milletler’e (BM) götürmek zorunda kaldı.
O tarihlerde Filistin’de yaklaşık 1 milyon 200 bin Arap ve 600 bin Yahudi yaşıyordu. Ancak paylaşılacak coğrafya çok küçüktü ve taraflar birbirlerinden nefret ediyorlardı. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aşağı yukarı eşit iki parçaya bölen bir plan BM Özel Siyasi İşler Komitesi’ne sunuldu. Yüzölçümü bakımından bakıldığında plan Araplar için 1936’da Peel Komisyonu’nun önerisinden kötüydü. Ancak nüfus kombinasyonu bakımından da Yahudilerin aleyhine durum vardı. Çünkü Yahudi devletinde 498 bin Yahudi’ye karşılık 407 bin Arap yaşayacaktı. Filistin devletinde ise 725 bin Araba karşılık sadece 10 bin Yahudi yaşayacaktı. Nüfusun geri kalan kısmı ise BM denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktı. Kudüs’ten vazgeçmek ise Yahudiler için de Araplar için de çok zordu.
Araplar duruma şiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafı planı kabul etmeye karar verdi.
Ey Tanrı! Kurtar Bizi!
29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki tarihi oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatamala delegesi daha ağzını açmadan, seyircilerin oturduğu bölümden tiz bir sey eski İbranice bir çığlık atmıştı: “Ana ha Şem hoşia na!” (Ey Tanrı! Kurtar Bizi!) Hz. Davud’a atfedilen Zebur’un Mezmurları’ndan 118: 25’den alındığı anlaşılan cümle, Zebur’da “Ne olur, ya Rab başarılı kıl bizi!’ diye devam ediyordu. Yahudilerin tanrısı bu acılı çığlığı duymuş olmalı ki, Genel Kurul’da 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla alınan 181 (II) no.lu kararla Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölündü. Karara göre azınlıklar korunacak, Filistinlilerin ekonomik gelişmesi için adımlar atılacak, Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilecekti. Yine karara göre, her iki devlet daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı. Böylece Balfour Deklarasyonu bir kez daha teyid edilmiş oluyordu.
Arapların Büyük Felaketi: ‘Nakba’
Ancak güçlerini abartan Filistinliler ve Araplar BM’nin bu kararını reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yılı boyunca para-militer ‘savunma/saldırı’ örgütü Hagannah ve İrgun, Lehi, Stern gibi çetelerin eylemleri sonucu yüzbinlerce Filistinli evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Bu büyük kaçış, Filistin tarih yazımında ‘Nakba’ (Büyük Felaket) adıyla anıldı.
Askeri zaferler Siyonistleri cesaretlendirdi ve 14 Mayıs 1948’de BM taksim planında kendilerine öngörülen bölgede İsrail Devleti’ni ilan ettiler. Açıklamanın ertesi günü Suriye, Ürdün, Mısır, Lübnan ve Irak birleşerek İsrail’e karşı savaş açtı. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı’nı İsrail kazandı ve BM taksim planında Filistinlilere ayrılan toprakların bir bölümünü de işgal etti. Filistin’in güney ucunu oluşturan 6-8 kilometre derinliğindeki 363 kilometrekarelik bir şerit olan Gazze de Mısır’ın eline geçti. Savaş sırasında Arap Birliği’nin girişimi ile kurulan Filistin Ulusal Konseyi, 1 Ekim 1948’de başkenti Kudüs olan Filistin Devleti’ni ilan etti. Ancak egemen olacağı bir toprak parçası olmadığından bu devletin ilanı kâğıt üzerinde kaldı. Bunlar olurken, Türkiye Filistin Devleti’ni de İsrail’i de tanıdı. Ama biri hayali devlet diğeri somut devlet olduğu için, zaman içinde İsrail’le ilişkilerini kurumsallaştırdı.
Balfour Deklarasyonu’nun İngilizce tam metni için: http://www.mideastweb.org/feisweiz.htm; The complete diaries of Theodor Herzl, (Yay. Haz. Raphael Patai), New York : Herzl Press and Thomas Yoseloff, 1960; Theodor Herzl’in Der Judenstaat/Yahudi Devleti adlı kitabının İngilizce versiyonu: http://www.gutenberg.org/ebooks/25282; Michael Marrus, The Politics of Assimilation: The French Community at the Time of the Dreyfus Affair, Oxford, 1980; Jacques Kornberg, Theodor Herzl:From Assimilation to Zionism, Indiana University Press, 1993; W. T. Mallison, Jr., “The Balfour Declaration: An Appraisal in International Law”, The Transformation of Palestine, Evanston, Editör: Ibrahim Abu Lughod, Northwestern University Press, 1971; s. 61-110; Mayir Vereté, “The Balfour Declaration and Its Makers”, Middle Eastern Studies, vi (1970), s. 48-76; Leonard Stein, The Balfour Declaration, New York, Simon and Schuster, 1961; Mark Levene, “The Balfour Declaration: A Case of Mistaken Identity”, English Historical Review, 107 (1992), s. 54-77; Isaiah Friedman, The Question of Palestine 1914-1918, British-Jewish-Arab Relations, Schocken Books, Londra, 1973; Peel Komisyonu’nun raporunun İngilizce tam metni için: http://www.mideastweb.org/peelmaps.html; Documents on German Foreign Policy, 1918-1945, Series D, Volume XIII’ten aktaran Walter Laquer ve Barry Rubin, The Israel-Arap Readers, Penguin Book, 2001, s. 51-55; Philippe Matter, Mufti of Jerusalem: Al-Hajj Amin Al-Husayni and the Palestinian National Movement, Diana Pub Co, 1988; Michael R. Fischbach, Records of Dispossession: Palestinian Refugee Property and the Arab-Israeli Conflict; Columbia University 2003; Steven PressGlazer, “The Palestinian Exodus in 1948”, Journal of Palestine Studies, Vol. 9, No. 4. (Summer, 1980), s. 96-118; Dominique Lapierre/Larry Collins, Kudüs…Ey Kudüs, E Yayınları, 2002 (Belgesel roman).
Balfour Deklarasyonu’nun ilanından üç hafta sonra General Allenby komutasındaki İngiliz ve Arap birlikleri Kudüs’ü Osmanlılardan teslim aldılar. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerinde yenilgiye uğratılması izledi. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondoros Mütarekesi ile tüm Filistin, Britanya’nın kontrolüne bırakıldı. Böylece, yukarıdaki sorulardan biri cevaplanmış oldu: Britanya, ilerde kendisinin olacağından emin olduğu bir toprak hakkında beyanda bulunmuştu.
Diğer sorular ise tarih içinde adım adım cevaplanacaktı. Bunda İngilizlerin de rolü olacaktı elbet ama esas etken Siyonistlerin devlet kurma azimlerine karşılık, Filistinlilerin böyle bir hedeflerinin olmamasıydı.
Bu tarihlerde, değişik kaynaklara göre, bölgede 550-700 bin Müslüman’a karşılık, 40 ila 80 bin arasında Yahudi yaşıyordu. Siyonistlerin bütün çabası, Büyük Devletlerin Filistin’e göçe izin vermesi ve desteklemesiydi. Britanya yetkilileri, Türk resmi tezine gore ‘Osmanlı’yı arkadan hançerleyen’ Mekke Şerifi Hüseyin’i Yahudi yerleşimlerine sadece Arap nüfusun ekonomik ve politik özgürlükleri ile uyumlu olduğu sürece izin verileceği konusunda ikna ettikten sonra Filistin’e Yahudi göçü başladı.
Faysal-Weizmann Anlaşması
3 Ocak 1919’da geleceğin düşman kardeşleri, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’la Haim Weizmann Akabe’de buluştular. Faysal’a İngilizler tarafından vaadedilen Irak ve Suriye’de kurulacak Arap Devleti ile Filistin’de kurulacak Yahudi yurdu hakkında konuştular. Ardından bir deklarasyon imzaladılar. Buna göre Yahudiler’in Filistin’e göç etmesini teşvik etmek ve canlandırmak için gerekli tüm tedbirler alınacak, mümkün olan süratle Yahudi göçmenler birbirine yakın yerleşim alanlarına iskân edileceklerdi. Bu tedbirler alınırken, Arap köylülerin ve araziyi kiralayanların hakları korunacak ve ekonomik gelişimlerini sağlayacak şekilde yardımda bulunulacaktı.
Ancak, 6 Temmuz 1919’da toplanan Büyük Suriye Kongresi’nde, Faysal’dan daha tecrübeli Arap milliyetçileri bu kadar yumuşak davranmadılar. Kongre, ‘Yahudi yurdu’ ile ‘Yahudi devleti’nin aynı şey olmadığını, Siyonist Organizasyonu tanımadıklarını, buna karşılık Suriye ve Filistin’de yaşayan Yahudilerin diğer vatandaşlarla eşit sorumluluk ve haklara sahip olacaklarını ilan etti. Kongre ayrıca, Yahudilerin Filistin’e, bir deniz kavmi olduğu sanılan Filistîlerden daha sonraki bir tarihte gelmesini ima ederek “Yahudilerin iki bin yıl önce bu topraklarda işgalci olmalarından doğan haklarını tanımayacaklarını” belirtti.
Kongre’de söylenenleri dinleyen Arthur Balfour, 11 Ağustos 1919 tarihinde Britanya Hükümeti’ne verdiği memorandumda şöyle demişti: “Dört Büyük Devlet, Siyonizme taahhütte bulundular. Siyonizm, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, kökü asırlarca geriye giden bir geleneği, bugünkü ihtiyaçları, gelecekteki umutları temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleşik bulunan 700 bin Arabın arzuları ve önyargılarından daha derin bir önemi ifade ediyor.”
Savaştan sonra Milletler Cemiyeti dağılan imparatorluklardan arta kalan topraklarda, henüz kendi ulus-devletlerini kuracak düzeye gelmemiş halkları bu seviyeye gelinceye kadar gözetim altında tutma şekli olan manda idaresini tavsiye etmişti. Bu elbette, Büyük Devletlerin bölgeyi istedikleri gibi tasarlamaları için mükemmel bir yoldu, ancak bölgedeki milliyetçi hareketlerin ülkelerini yönetecek güçleri de yoktu.
Böylece 29 Eylül 1923’te Filistin’de bir Britanya mandası kuruldu, Filistinliler buna da itiraz etmediler. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle, Manda anlaşmasına dahil edildi. Örneğin Weizmann manda anlaşmasına ‘Yahudilerin Filistin’deki tarihi hakları’ (historical rights) ve ‘yeniden kurulma’ (reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’un karşı koyması ile daha muğlak terimlerle, Yahudi halkının bölgeyle tarihsel bağlarından (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarını yeniden oluşturmalarından (reconstuting of the national home) söz edildi.
Anlaşmanın 2. Maddesinde, Filistin’de yaşayanların ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık ve dinsel haklarının korunmasından söz ediliyordu. 4. Maddede, Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ‘yönetimi kontrol eden, ülkenin gelişiminde yer alan ve ona yardımcı olan kamusal bir yapı olarak tanımlıyordu. 5. Maddede Filistin topraklarının bölünmezliği, parçalanmazlığı vurgulanıyordu. 6. Maddede, nüfusun diğer bölümlerinin haklarını ve pozisyonunu zarar görmemek kaydıyla Yahudi göçünün uygun koşullarda gerçekleştirilmesini öngörüyordu.
Özetle, Manda Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu, uluslararası hukukun parçası haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliştiriliyordu. Filistinliler (ve Arap destekleyicileri) bunun farkında bile olmadılar.
1924 yılında İngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaşmaya ABD de katıldı. 7. Madde’ye Konvansiyonun hiçbir parçasının ABD’nin onayı olmadan değiştirilemeyeceği ifadesi kondu. Manda İdaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923-1929 arasında Yahudi göçünde önemli bir düşüş görüldü, çünkü Britanya belli kotalar koymuştu ve bunu katı biçimde uyguluyordu. Ancak durum Polonya’da ve Almanya’da yükselen anti semitizmle birlikte 1930’lardan itibaren radikal biçimde değişti. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluştururken, bu oran 1935’te (Britanya’nın Mavi Kitabına göre 355 bin Yahudiyle) yüzde 27’ye çıkmıştı. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayısı 150 bine ulaşmıştı ve sadece 1935’te 67 bin mülteci gelmişti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD’nin ülkeye aldığı göçmen sayısını yılda 4 bin kişiye sınırlamasıydı.
Hebron Olayları
Filistinli Arapların buna tepkisi sert oldu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni’nin önderliğinde gelişen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaşandı. Yahudilerin Kudüs’te Arapları öldürdüğü, Ağlama Duvarı’nın yakınlarına bir sinagog kurmayı planladıkları ve El Aksa Camii’ni yaktıklarına dair söylentilerin kulaktan kulağa yayılmasıyla başlayan gerginlikler, Britanyalı yöneticilerin de kayıtsız kalmasıyla yaklaşık bir ay sürdükten sonra 23 Ağustos’ta zirveye ulaştı. İki taraftan da can kayıplarına neden olan çatışmalardan sonra Hebron’un Yahudi nüfusu şehirden ayrılmak zorunda bırakılmış, mallarına el konmuştu. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme lütfunda bulunan Britanya Yüksek Komiseri John Chancellor “son bir kaç yüzyılda bundan daha korkunç olayların olduğunu sanmıyorum. Bu ülkeden öyle bıktım ve öyle iğrendim ki” demişti, “mümkün olan en kısa sürede burayı terk etmekten başka bir şey istemiyorum.”
Peel Komisyonu Raporu
Yahudiler devletleşmek için canla başla çalışırken, Yahudilere toprak satmakla meşgul olan Filistinliler ancak bu göç akımından sonra uyanmaya başladılar. Öyle ki, Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni’nin önderliğinde İngilizlere ve Yahudilere yönelik genel grevler, kaçırtma eylemleri ile Manda Yönetimi’ni işlemez hale getirdiler. Müftü, Yahudi düşmanlığını, Nazilerle ve Faşistlerle işbirliği yapacak kadar ilerletmişti. Bunun üzerine Britanya Sömürgeler Bakanlığı bölgeye ‘Filistin Kraliyet Komisyonu’ adıyla bir heyet gönderdi. Tarihe başkanının adıyla geçen Peel Komisyonu’nun raporunda özetle şu tespitler yapılıyordu:
1) Bölgenin yerli halklarına göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan fayda sağlamışlardı. Ülke toprakları hala yeni nüfusu kaldıracak durumdaydı ancak ileriki beş yıl için mülteci sayısının yılda 12 binle sınırlanması iyi olurdu.
2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlardı ancak topraklarını kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlardı. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alınması lazımdı.
3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hızlı artıyordu. Özellikle yeni yaratılan iş olanakları sayesinde Bedeviler şehirlere akın ediyordu. Bu da şehirlerin yükünü arttırıyordu. Araplar ve Bedeviler Yahudilerin oluşturduğu idari ve sağlık sisteminden hiçbir katkı sağlamadan yararlanıyorlar bu da Yahudi toplumunun şikayetlerine neden oluyordu.
4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi işlerde çalışıyor, daha yüksek ücretler alıyor, bu durum Arap halkın şikayetine neden oluyordu.
5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarını daha iyi okullara gönderiyorlar bu da iki toplum arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasın giderek açılmasına neden oluyordu.
6) İki toplum arasında hiç bir yakınlaşma, işbirliği, entegrasyon ya da asimilasyon eğilimi görülmüyordu. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düşmanlık besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sırtlarını dönüyorlardı.
7) Hem Yahudi milliyetçiliği, hem de Arap milliyetçiliği tırmanıyor, Yahudi Ajansı eleştirilere kulak tıkıyor, Kudüs Müftüsü ‘devlet içinde devlet’ gibi davranıyor, her iki taraf da aynı zamanda Manda İdaresi’ne tepki duyuyordu. Düzeni sağlamak için en 100 bin kişilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda İdaresi ise sorunları çözmekten acizdi.
Komisyon mevcut durumun gerçeğe oldukça yakın bir fotoğrafını çektikten sonra çözümün bölgenin ‘Yahudi devleti’ ve ‘Arap devleti’ olarak ikiye ayrılmasında olduğu belirtiyordu. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasıra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin girişi Manda Yönetimi’nde kalacaktı ama bu bölgeler her iki tarafa da açık olacaktı. Tarihsel olarak bir Arap şehri olarak nitelenen Yafa, Arap devletine verilecek, böylece Arap devletinin Akdeniz’e açılması sağlanacaktı. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasındaki şerit verilecekti. Tek sorun bölgelerdeki Arap ve Yahudi nüfusların mübadelesinin gerekmesiydi. Komisyon bu konuda 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan başarılı (!) mübadeleyi örnek göstermişti.
Komisyonun önerisi 1917 Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldıracak kadar radikaldi. Ama Filistin tarafı uzun tartışmalardan sonra 1939’da kararını verdi ve planı reddetti. Tartışmalar sürerken Arap çeteleri ile Siyonist İrgun (İrgun Tzvai Leumi-Milli Askeri Örgüt, kısaca ‘Etzel’ diye adlandırıldı) ve Lehi (Lohamey Herut Israel–İsrail Hürriyet Savaşçıları) örgütleri şiddeti tırmandırdılar. Britanya kolluk kuvvetlerinin tepkisi çok sert oldu. Her iki tarafında da liderlerini hapishanelere koymakla kalmadı, Arap tarafından üçbine yakın direnişçiyi öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10 bine, 1938’de 14 bine düştü. 1939 yılında yeniden 32 bine çıktıysa da, 1940’dan itibaren Britanya’lı yetkililerin mülteci akını önleyici tedbirleri sıkılaştırması sonucu tekrar 10 bine düştü.
Holocaust sonrası
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi gaz odalarında soykırıma uğratmasından sonra Avrupa’nın Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadığı iyice ortaya çıkınca, o ana kadar katı mülteci politikalarıyla Holocaust’a dolaylı yoldan katkıda bulunan ABD Başkanı Henry Truman, Batı’nın diyetini, Müslüman Arapların ödemesi için ilk adımı attı ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250 bin Yahudi’nin ‘derhal’ Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etti. Bu baskı üzerine herkese mavi boncuk dağıtarak oluşturduğu kördüğümü çözemeyen Britanya konuyu 1947’de Birleşmiş Milletler’e (BM) götürmek zorunda kaldı.
O tarihlerde Filistin’de yaklaşık 1 milyon 200 bin Arap ve 600 bin Yahudi yaşıyordu. Ancak paylaşılacak coğrafya çok küçüktü ve taraflar birbirlerinden nefret ediyorlardı. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aşağı yukarı eşit iki parçaya bölen bir plan BM Özel Siyasi İşler Komitesi’ne sunuldu. Yüzölçümü bakımından bakıldığında plan Araplar için 1936’da Peel Komisyonu’nun önerisinden kötüydü. Ancak nüfus kombinasyonu bakımından da Yahudilerin aleyhine durum vardı. Çünkü Yahudi devletinde 498 bin Yahudi’ye karşılık 407 bin Arap yaşayacaktı. Filistin devletinde ise 725 bin Araba karşılık sadece 10 bin Yahudi yaşayacaktı. Nüfusun geri kalan kısmı ise BM denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktı. Kudüs’ten vazgeçmek ise Yahudiler için de Araplar için de çok zordu.
Araplar duruma şiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafı planı kabul etmeye karar verdi.
Ey Tanrı! Kurtar Bizi!
29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki tarihi oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatamala delegesi daha ağzını açmadan, seyircilerin oturduğu bölümden tiz bir sey eski İbranice bir çığlık atmıştı: “Ana ha Şem hoşia na!” (Ey Tanrı! Kurtar Bizi!) Hz. Davud’a atfedilen Zebur’un Mezmurları’ndan 118: 25’den alındığı anlaşılan cümle, Zebur’da “Ne olur, ya Rab başarılı kıl bizi!’ diye devam ediyordu. Yahudilerin tanrısı bu acılı çığlığı duymuş olmalı ki, Genel Kurul’da 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla alınan 181 (II) no.lu kararla Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölündü. Karara göre azınlıklar korunacak, Filistinlilerin ekonomik gelişmesi için adımlar atılacak, Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilecekti. Yine karara göre, her iki devlet daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı. Böylece Balfour Deklarasyonu bir kez daha teyid edilmiş oluyordu.
Arapların Büyük Felaketi: ‘Nakba’
Ancak güçlerini abartan Filistinliler ve Araplar BM’nin bu kararını reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yılı boyunca para-militer ‘savunma/saldırı’ örgütü Hagannah ve İrgun, Lehi, Stern gibi çetelerin eylemleri sonucu yüzbinlerce Filistinli evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Bu büyük kaçış, Filistin tarih yazımında ‘Nakba’ (Büyük Felaket) adıyla anıldı.
Askeri zaferler Siyonistleri cesaretlendirdi ve 14 Mayıs 1948’de BM taksim planında kendilerine öngörülen bölgede İsrail Devleti’ni ilan ettiler. Açıklamanın ertesi günü Suriye, Ürdün, Mısır, Lübnan ve Irak birleşerek İsrail’e karşı savaş açtı. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı’nı İsrail kazandı ve BM taksim planında Filistinlilere ayrılan toprakların bir bölümünü de işgal etti. Filistin’in güney ucunu oluşturan 6-8 kilometre derinliğindeki 363 kilometrekarelik bir şerit olan Gazze de Mısır’ın eline geçti. Savaş sırasında Arap Birliği’nin girişimi ile kurulan Filistin Ulusal Konseyi, 1 Ekim 1948’de başkenti Kudüs olan Filistin Devleti’ni ilan etti. Ancak egemen olacağı bir toprak parçası olmadığından bu devletin ilanı kâğıt üzerinde kaldı. Bunlar olurken, Türkiye Filistin Devleti’ni de İsrail’i de tanıdı. Ama biri hayali devlet diğeri somut devlet olduğu için, zaman içinde İsrail’le ilişkilerini kurumsallaştırdı.
İki bölümlük yazı dizisinin ilk bölümü: 1917 Balfour Deklarasyonu
Özet Kaynakça:
Balfour Deklarasyonu’nun İngilizce tam metni için: http://www.mideastweb.org/feisweiz.htm; The complete diaries of Theodor Herzl, (Yay. Haz. Raphael Patai), New York : Herzl Press and Thomas Yoseloff, 1960; Theodor Herzl’in Der Judenstaat/Yahudi Devleti adlı kitabının İngilizce versiyonu: http://www.gutenberg.org/ebooks/25282; Michael Marrus, The Politics of Assimilation: The French Community at the Time of the Dreyfus Affair, Oxford, 1980; Jacques Kornberg, Theodor Herzl:From Assimilation to Zionism, Indiana University Press, 1993; W. T. Mallison, Jr., “The Balfour Declaration: An Appraisal in International Law”, The Transformation of Palestine, Evanston, Editör: Ibrahim Abu Lughod, Northwestern University Press, 1971; s. 61-110; Mayir Vereté, “The Balfour Declaration and Its Makers”, Middle Eastern Studies, vi (1970), s. 48-76; Leonard Stein, The Balfour Declaration, New York, Simon and Schuster, 1961; Mark Levene, “The Balfour Declaration: A Case of Mistaken Identity”, English Historical Review, 107 (1992), s. 54-77; Isaiah Friedman, The Question of Palestine 1914-1918, British-Jewish-Arab Relations, Schocken Books, Londra, 1973; Peel Komisyonu’nun raporunun İngilizce tam metni için: http://www.mideastweb.org/peelmaps.html; Documents on German Foreign Policy, 1918-1945, Series D, Volume XIII’ten aktaran Walter Laquer ve Barry Rubin, The Israel-Arap Readers, Penguin Book, 2001, s. 51-55; Philippe Matter, Mufti of Jerusalem: Al-Hajj Amin Al-Husayni and the Palestinian National Movement, Diana Pub Co, 1988; Michael R. Fischbach, Records of Dispossession: Palestinian Refugee Property and the Arab-Israeli Conflict; Columbia University 2003; Steven PressGlazer, “The Palestinian Exodus in 1948”, Journal of Palestine Studies, Vol. 9, No. 4. (Summer, 1980), s. 96-118; Dominique Lapierre/Larry Collins, Kudüs…Ey Kudüs, E Yayınları, 2002 (Belgesel roman).
Paylaş: