Kültür Sanat Yahudi/Edebiyat

Poker (Öykü) – Albert Sabanoğlu

Öğle üzeri aniden bulutlar gökyüzünü kaplamış, sağanak yağmur başlamıştı. İskelenin yanındaki kahvenin büyük pencereleri buğulanmış, camların üzerinde kendine dar yollar çizen su, duvarlardaki çatlaklardan içeriye giriyordu. Gök gürültüsünün sesi gitgide daha yakınlardan geliyordu. Kediler masaların altına saklanmışlar, kahvedeki insanlar daha yüksek sesle konuşmaya başlamışlardı. Bir köşesinde sobanın yandığı o odada birbirlerine yakın olmanın verdiği sıcaklık onları canlandırmıştı sanki. 

İçeriye kırk yaşlarında uzun boylu bir adam girdi. Elinde şemsiyesi olmasına rağmen beyaz saçlarından siyah pardösüsüne su damlıyordu. Etrafına bakındı, sobaya yakın bir masada oturan üç adamı gördü. Kararlı adımlarla onlara doğru yürüdü.  

Profesör ve iş adamı onu selamlamak için ayağa kalktılar. Banker oturduğu yerden onu gördüğünü belirten bir el hareketi yaptı sadece.  

“Uzun zaman oldu,” dedi yeni gelen adam sakin bir sesle,  “Bu mevsimin yağmurlarını unutmuşum.” 

“Öyle. Uzun zaman oldu, doktor,” dedi iş adamı gülümseyerek. 

Doktor, iş adamının karşısındaki boş sandalyeye oturdu. Sağında oturan profesör bir şey söylemek için ağzını açtı, sonra vazgeçti. Onun yerine banker konuştu: 

“Sekizleri ekliyorum. Kav yüz lira. En fazla üç kav hakkı var.” 

Kartları dağıttı. 

Aynı oyun, aynı masa, aynı oyuncular… Aradan yirmi yıl geçmişti. Kimse fark etmeden bir yerlerde kaybolup gitmişti yirmi yıl.  

“Nasıl oynandığını unutmamışsındır umarım doktor,” dedi iş adamı hafifçe gülümseyerek. Bir yandan da kartlarını inceliyordu.  

“Zannetmem,” dedi doktor.  

“Bu demektir ki her zamanki kadar kötü oynayacak,” diye homurdandı banker. 

Herkes güldü. 

Doktor birden her şeyi itiraf etmek istedi. Hayatındaki bütün yanlışları, yalanları, yerine getirilmemiş vaatleri, kaçışları, her şeyi… Kartlarına baktı. Aslında oyuna dikkatini vermiyordu, sadece asgari gerekeni yapıyordu.  

Bıyıklı, şişmanca bir garson çayları getirdi. 

“Nasılsınız?” dedi doktora içten bir sesle, “ Siz de bunlar gibi geri döndünüz, ha?” 

“Öyle gibi.” 

“Nasıl hayatınız? Her şey iyi mi?” 

“Evet, evet. Ya sen?” 

“Gördüğünüz gibi. Fazla bir değişiklik yok. Çay?” 

“Sağol.” 

“Sizi gördüğüme çok sevindim.” 

Garson yanından uzaklaşınca, “Nasıl oluyor da beni hatırlıyor?” diye sordu doktor, “Kim olduğunu biliyor musunuz?” 

“Tabii,” dedi iş adamı, “O zamanlar burada çalışan garson. Adı neydi? Hasan veya Ercan.” 

“Kayhan,” dedi profesör. 

“Oğludur olsa olsa,” dedi doktor, “O Kayhan şimdi yetmiş yaşındadır” 

“Paraları koyun,” dedi banker. 

“Fazla değişmemişsin,” dedi iş adamı doktora. 

“Siz de öyle. Hepinizi hemen tanıdım.” 

İlk yirmi saniye hesaba alınmazsa bu dediği doğruydu. Profesörü koca göbeğinden, bankeri kelinden, iş adamını da yüzündeki yorgunluktan arındırıp eski portreleri kafasında biçimlendirmesi yirmi saniye kadar almıştı. 

“Ben seni tanımakta hiç zorlanmadım,” dedi profesör iş adamına. 

“Tamamımı mı?” Gülmek üzereyken kendini tuttu. 

“En azından boynumuza isim levhaları asmamız gerekmeyecek,” dedi banker kısık bir sesle.  Aklı başka yerde gibiydi. 

Henüz gerekmeyecek,” dedi doktor. Belli belirsiz gülümsedi. 

“Beşle açıyorum,” dedi iş adamı. 

“On beş.” 

“Gördüm.” 

“Ben de.” 

Profesör bir an tereddüt etti. Bakışları uzak bir noktaya odaklanmıştı. Rahat değildi. Burada hâlâ bu insanlara bazı şeyleri ispatlaması gerektiğini hissediyor ama neyi ispatlayacağını da tam olarak kestiremiyordu. Başka yerlerde bunu çoktan başarmıştı, bundan şüphesi yoktu ama burada… 

“İlham gelmesini mi bekliyorsun profesör?” diye mırıldandı banker. 

Her zamanki Marlon Brando numarasını yapıyordu. Kelimelerin yarı anlaşılır bir şekilde gırtlaktan söylenmesinin bir iktidar hissi yarattığını o da çoktan keşfetmişti. Brando “Baba” ve “Apocalypse Now” filmlerinde bu işin ustası olmuş, tek bir kelime mırıldanarak milyonlarca dolar kazanmıştı. Büyük olasılıkla banker de iş hayatı boyunca aynı taktikle en az birkaç milyon kazanmıştı. 

“Pas,” dedi profesör. Etrafına meydan okurcasına baktı, ama bu bakışa herhangi bir cevap gelmedi. 

Birkaç el oynadılar. İş adamı iki-űç defa, doktor, banker ve profesör de birer defa kazandılar. 

Kahvede pul şakırtıları, garsonların ellerinde tepsilerle geçerken çıkarttığı sesler… 

Yağmur durmuştu. Camlardaki buğunun arasından bir parça mavi gök belirdi. Doktorun kafasında buna benzer bir günün anısı canlandı. O, iş adamı ve iki genç kız şehrin bu yakasında iki katlı eski bir evin iskelesinde yürüyorlardı, yerler nemliydi. Amaçsızlık ve kararsızlık gibi lükslerinin hala olduğu zamanlardaydı. İş adamı o günlerde şimdikinden daha dik duruyordu, bunu anımsadı doktor.  

Profesör, ilk kimin konuşacağını bekledi. Anlatılacak çok şey vardı. Ama belki de sessizlik hiç bozulmayacaktı. O da fena olmazdı aslında. İçindeki belli belirsiz korku, merakını dengeliyordu. 

İş adamı diğerlerini, dışa vurmadığı ama şiddetli olduğu belli bir duyguyla süzüyordu.  

Bir el daha dağıtıldı.  

“Söyle bakalım Mario, neler yapıyorsun bugünlerde?” dedi banker doktora, masa örtüsüne bakarak. 

Doktor irkildi. Bir an bankerin Boğaz’a bakan bir tepenin üzerindeki, bir bunkeri andıran koskoca villası gözlerinin önüne geldi. Profesörün de sorguya hazırlanıyormuş gibi bir hali vardı. 

“Her zamanki gibi,” dedi doktor, “İnsanlar hastalanıyor, ben de onları tedavi ediyorum. Sen?” 

“Ben de öyle, her zamanki gibi. İnsanların paraya ihtiyacı oluyor, ben de onlarla ilgileniyorum”  

Bu cevap üzerine Doktor Mario bankerin suratına baktı ama orada beklediği alaycı ifade yerine alçakgönüllülük ve yorgunluk görür gibi olunca şaşırdı. 

Profesör arkasına yaslandı. Doktorla iş adamı sanki bir şeyi aynı anda anımsamış gibi birbirlerine baktılar. 

Yağmur tekrar hızlanmıştı. Damlalar gürültüyle duvarlara vuruyorlardı. Garson çayları tazeledi. Kahvedekiler, şimdi alçak sesle konuşuyorlardı. Yeşil gözlü kara bir kedi masanın üzerine atlamayı denedi, başaramayınca hızla kaçtı. 

“Senin sıran, İhsan,” dedi profesör bankere. 

“Hmmm..” İhsan dalgınlığını üzerinden atıp “On lira artırıyorum,” dedi sahte bir vurdumduymazlıkla. 

“Gördüm.” 

“Yirmiye çıkarttım.” İş adamının sesi neredeyse neşeliydi.  

İhsan durakladı. Sanki birinin ona hâlâ oyunda olduğunu hatırlatması gerekiyordu. 

“Tamam, iki katına yükseltiyorum,” diye mırıldandı sonra. Yüzünü buruşturdu ama bir yandan da zevk aldığı belliydi. 

İş adamının gülümsemesi donakalmış, yüzünü bankere doğru dönmüştü. Masanın  üzerine çöken sessizlikle birlikte, iki adamın tanıştıkları anda birbirlerine karşı hissettikleri ve yıllar içinde arkadaşlığa dönüştürmeyi başardıkları nefret tekrar ortaya çıkmıştı.  

Doktor Mario kartlarını zor bir problemle karşılaştığında hep yaptığı gibi serinkanlılıkla inceledi. Çalışmadığı zamanlar konsantre olmayı, kendini bir şeye fazla kaptırmayı hiç sevmezdi ama bu kez oyuna tüm dikkatini vermesi gerektiğini hissetti. İçinde gençlikten kalma deli dolu bir enerji, aptalca bir savaşma isteği uyanmıştı.  

Elinde döper vardı: Papaz ve on. 

Profesör ayağını düzenli olarak yere vuruyordu. Elinde iki dam vardı ve mantıklı olan  pas geçmekti. “Basit bir olasılık hesabı,” diye düşündü. “En az döperim olmalı girebilmem için.” Buna rağmen oyunun akışının her zamanki, yani o eski günlerdeki halini aldığını gözlemliyordu. İhsan pek de azımsanmayacak  bir miktar parayı ya kazanacak ya da kaybedecekti- kazanma ihtimali daha yüksekti; iş adamı battıkça batacak, son anda ya su yüzüne çıkacak ya da battığı yerde kalacaktı; Doktor Mario zarif birkaç numarayla günü kurtaracaktı. Kendisine gelince, uzun hesaplardan sonra hiç risk almadığı için oyunu ya çok küçük bir kazançla ya da küçük bir zararla bitirecekti. Bu senaryodan hoşlanmadı, hatta büsbütün nefret etti.  

“Gördüm,” dedi 

“Ben de,” dedi sakince Mario. 

İş adamı dişlerini gıcırdattı. Bir süre fişleriyle okşar gibi oynadı. Sonra ani bir hareketle hepsini masanın ortasına sürdü. 

“Rest.” 

İhsan yavaşça kafasını kaldırıp iş adamına alaycı bir bakış fırlattı. İş adamı ona gözlerini kırpmadan, fıldır fıldır bir bakışla cevap verdi. İhsan gözlerini masaya doğru indirdi, kartlarını sadece her birinin sağ üst köşesindeki sayılar görünebilecek şekilde göğsüne yaklaştırdı.  

“Ben varım,” dedi sonra kelimeleri alabildiğine uzatarak. 

Fişlerin birbirlerine vururken çıkardığı ses. Sonra tekrar sessizlik. 

Profesör “pas” dedi ve ardından içinden kendi kendine küfrederek kartlarını masaya attı. 

Mario düşünüyordu. Kalan iki oyuncunun her ikisi de blöf yapıyor olabilirdi, tanıyordu onları.  Ama acaba iş adamı şu son yıllarda işlerinde yediği -herkesçe malum- darbelerin etkisiyle daha temkinli bir insan haline gelmiş olabilir miydi? İhsan’ın yüzünde bir ipucu, bir yenilik bulmaya çalıştı ama aradan o kadar uzun zaman geçmişti ki belleği bu durumda ona yeterince yardımcı olamadı.  

Sonra bu dört oyuncu için ortadaki paranın bir anlamı olmadığını, meblağın yüksek olmadığını düşündü. Hiçbiri için iki, üç, on veya yirmi kav kaybetmek bir şey ifade etmezdi. 

Gene de pas geçti. 

İş adamında on ve altılı döper vardı. İhsan masanın üzerine çok yavaş hareketlerle üç tane sekizli dizdi. Kollarını açtı ve ortadaki bütün parayı kucaklayarak aldı. 

İş adamı tamamen dalmış önündeki kartlardan gözünü ayıramıyor, kafasını sallayıp duruyordu. 

“Bir kav daha ver Hakan,” dedi profesöre. 

Profesör Hakan’ın işi ağırdan almaya niyeti vardı belki ama onun gözlerindeki bakışı fark edince beklemeden isteğini yerine getirdi. 

“Yenilen pehlivan güreşe doymazmış, değil mi Selim?” dedi Mario iş adamına. 

Kimse cevap vermedi. Kimse kıpırdamadı. Simdi sadece duman, yeşil örtü, fişlerin sesi ve kartların küf kokusu vardı. O sessizlikte oyuncular donup kalmışlardı. Güçleri tükenmişti.  Buna rağmen gözlerini oyundan bir saniye olsun ayıramıyorlardı. 

Selim, kartlarına bakma lüzumunu bile hissetmeden atağa kalktı. 

“Bir kavla açıyorum.” 

Bir süre kimseden cevap gelmedi. İhsan bir katilinkini andıran bakışlarıyla kartlarını süzüyordu. Sanki hepsini birden öne sürecekmiş gibi fişlerini toparladı. Fakat beklenen olmadı, onun yerine sakin bir sesle: 

“Selimciğim ben böyle büyük işleri yemekten sonraya bırakayım istersen. Doktorum fazla heyecanlanmama izin vermiyor. Onun için uygunsa pas geçeceğim,” dedi. 

Selim bir süre daha önüne baktı. Sonra çocukça bir kahkaha patlattı ve kendini tutamadan gülmeye başladı. 

İhsan’ın yüz hatları gevşemişti. Yorgun ama keyifli görünüyordu. Hakan arkasına yaslandı. Mario gülümsedi. 

Kahvedeki insanların sesleri tekrar yükselmişti. Sobanın içindeki odunlar çatırdıyordu. Garsonlardan biri, köşede oturan uzun boylu adamla bağıra bağıra konuşuyor, borsa fiyatlarını ve felsefi konuları tartışıyordu. Mutfağın yanındaki masada yeni bir okey partisi başlamıştı. Dışarıda rüzgâr kapılara vuruyordu. Martının biri uzun bir çığlık attı.  

Profesör bir sigara yaktı, ilk nefesi uzun uzun içine çekti. 

“Simdi başlayabiliriz,” dedi, “Ben başlayayım. Size bütün bu yıllar nerelerdeydim, neler yaptım biraz anlatayım.”      

Albert Sabanoğlu, İzmir’de doğdu. İstanbul’da Robert Kolej’den mezun oldu, ardından ABD’de Brown Üniversitesi’nde Elektronik Mühendisliği ve Tarih diplomalarıyla mezun oldu. Lisansüstü çalışmasını Tufts Üniversitesi’nde Matematik dalında yaptı.  25 yıldır İspanya’da, Madrid’de ikamet ediyor. IE Üniversitesi’nde Matematik ve Finans öğretim üyesi. Öyküeri ABD, Türkiye ve İspanya’da yayınlandı. Borges ve Aub gibi yazarların kitaplarını Türkçeye çevirdi. Ekonomi tarihi ve Sefarad tarihi üzerinde çalışmaları bulunuyor. 2000’li yıllardan beri İspanya’da aktif olarak antisemitizmle ve ırkçılıkla mücadele eden gruplarda yer alıyor.

İllüstrasyon: TRÜF