Arşiv Makaleler

İsrail Soykırım mı uyguluyor? – Aryeh Neier

Kaynak: The New York Review of Books

ÇeviriAvi Haligua

Altmış yıldır Uluslararası İnsancıl Hukuku uygulayarak barışı yeniden tesis etmeye çalışan insan hakları hareketinin içindeyim. Bu hukuk, İsrail ve Hamas saldırılarının kurbanlarına bir ölçüde adalet sağlayabilir mi?

Uluslararası insan hakları hareketi içinde yer alan meslektaşlarımın çoğu gibi, “soykırım” terimini nadiren kullanırım. 1978 yılında kurucularından olduğum İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) içindeki bulunduğum 15 yıl boyunca bu terimi izlediğimiz insan hakları suçlarından sadece birine uyguladık: Saddam Hüseyin’in Irak Kürtlerini 1988 yılında katletmesi. 

Kürtler, Saddam’ın diktatörlüğü altında yaşadıkları ağır suistimallerin ardından, 1980–1988 İran–Irak Savaşı sırasında isyan ettiler. Buna karşılık olarak Saddam, İran kuvvetlerine karşı kullandığı gibi, onlara karşı da kimyasal silahlar kullanmaya başladı. Mart 1988’de Kürt şehri Halepçe’ye karşı büyük bir saldırı gerçekleştirdi ve yaklaşık beş bin kişiyi öldürdü. Takip eden altı ay içinde Saddam güçleri, Kuzey Iraklı Kürt erkekleri ve erkek çocuklarını toplayıp buldozerlerin kumda hendekler kazdığı çöle götürdü. Kurbanlar çukurlara doldurulup, makineli tüfeklerle vuruldu ve üzerleri toprakla örtüldü. HRW’nin, çöl cinayetlerini keşfetmesi ve toplu mezarları bulması iki yıldan fazla sürdü. Detaylı bilgi verenlerden birisi 12 yaşındayken, o çukurlardan sırtında bir kurşunla kaçmayı başaran Taymour Abdullah Ahmad oldu. Bir Bedevi ailesi onu çölü geçerken bulmuş ve hayatını kurtarmıştı. 

İki yıl sonra Ahmad Irak Kürt bölgesine geri dönerek hikayesini anlattı. Bu hikayenin ardından, katliamın ardından hayatta kalmış birkaç kişiyle daha görüşmeyi başardık. Irak kuvvetleri, bir düzine kasabayı ve dört bin kadar köyü yok etmiş, bunu yaparken de mülkleri, çiftlik hayvanlarını yağmalamış ve binlerce kadın, çocuk ve yaşlı insanı dehşetengiz koşullarda hapsetmişlerdi. Irak istihbaratı Doğu Almanya’da Stasi tarafından eğitilmiş ve savaş boyunca eylemlerinin ayrıntılı kayıtlarını tutmuştu. Birkaç şehirde Kürt güçleri, Irak güvenlik ofislerini işgal etmeyi başararak bu kayıtların pek çoğunu ele geçirdi. HRW olarak 14 ton ağırlığında belgeyi ABD’ye getirip Arapça’dan tercüme etmeyi başararak, daha sonra Kürtlere karşı soykırım olarak adlandırdığımız suçların tam bir resmini ortaya koyduk. Avrupa Yahudilerinin Yıkımı (1961) adlı eserinde tarihçi Raul Hilberg, bir halkın ortadan kaldırılmasının “adım adım gerçekleştirilen bir operasyon” olduğunu savunur. Önce grubu tanımlar, sonra onların kaynaklarına el koyar, daha sonra da üyelerini tek bir yerde yoğunlaştırır ve son olarak onları yok edersiniz. Saddam’ın Kürtlere karşı operasyonunun, Hilberg’in tanımına mükemmel bir şekilde uyduğunu tespit ettik. Bu eylemlerin uluslararası hukuk açısından soykırım tanımına uydukları açıktı: “ulusal, etnik ya da dini bir grubun bütününü veya bir kısmını yok etme amacıyla hareket etmek.” Saddam hükümetinin Uluslararası Adalet Divanı’nda (ICJ) yargılanmasını sağlayamadık. Ancak Irak Geçici Hükümeti Saddam’ı yargılarken, bizim kanıtlarımızdan bazılarını kullandı ve kuzeni Ali Hasan el-Mecid (Kimyasal Ali) dahil olmak üzere diğer önde gelen yetkilileri idam etti. 1993 yılında, Tutsiler’in Ruanda’daki katliamından bir yıl önce HRW genel müdürlüğü görevinden ayrıldım. HRW bu katliamı da soykırım olarak adlandırdı. HRW 21. yüzyılda bu terimi sadece bir kere, Myanmar’da Rohingyalar’a karşı girişilen katliam için kullandı. 

Aralık ayı sonlarında, Güney Afrika’nın ICJ’ye başvurarak İsrail’i Gazze’de soykırımla suçladığı sırada uluslararası insan hakları alanındaki bazı meslektaşlarımın bu yöndeki fikrine katılmadım. İsrail’in bombalama kampanyası karşısında derin bir üzüntüye kapıldım. ABD tarafından verilmiş 500 ila 2000 poundluk bombaların nüfusun yoğun olduğu bölgelerde çok sayıda silahsız sivili öldürmesi beni çok rahatsız etti. (8 Mayıs itibariyle Biden Hükümeti bu silahların İsrail’e gönderilmesini durdurdu.) Bu tür silahların bu durumlarda kullanılması açıkça uygunsuzdur ama soykırım suçunun oluştuğunu göstermez. O zaman, İsrail’in 7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği kanlı saldırı nedeniyle karşılık verme hakkı olduğunu düşünüyordum ve buna inanmaya devam ediyorum. Ayrıca İsrail’in misillemesinin, Hamas’ı bir daha böyle bir girişimde bulunamayacak şekilde etkisiz hale getirmeye çalışacak adımlar atmasını da uygun görüyorum. Bu misilleme hakkını tanımak, sivillere orantısız zarar veren İsrail’in taktik ve silahlarının ayrım gözetmeksizin kullanılmasının suç olduğu gerçeğini hafifletmek anlamına gelmez. Öte yandan, Hamas’ın, İsrail’in işlediği savaş suçlarının pek çoğunun sorumluluğuna ortak olduğunu düşünüyorum. Hamas liderleri saldırıyı planladıklarında, İsrail’in tarihindeki en sağcı hükümete sahip olduğunu ve bu saldırının Gazze’nin sivil nüfusu üzerinde korkunç etkileri olacağını biliyorlardı. Hamas görevlileri üniforma giymiyor ve açıkça görülebilen askeri üsleri de yok. Hamas, kendini sivil halkın içine yerleştirmiş durumda ve geniş tünel ağı sayesinde savaşçılarına hızlı hareket etme yetisini sağlıyor. İsrail’in bombardıman uçakları sivillere verilecek zararı en aza indirgemek için çaba gösterselerdi bile bunu yapmakta zorluk çekerlerdi.

Fakat, bütün bu düşüncelerime rağmen, geldiğimiz noktada İsrail’in Gazze’de Filistinliler’e karşı soykırım yapıyor olduğuna ikna oldum. Kararımı, İsrail’in bölgeye insani yardım hareketini engellemeye yönelik sürekli politikası değiştirdi. 9 Ekim gibi erken bir tarihte üst düzey İsrailli yetkililer, gıda, su ve suyu arıtmak, yemek pişirmek için gerekli elektriğin dağıtımını engellemeyi planladıklarını açıkladılar. Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın sözleri unutulamayacak kadar ağır: “Gazze’nin tamamen kuşatılması emrini verdim. Elektrik, yiyecek, yakıt girmeyecek. Her şey kapalı. Biz insan-hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre hareket ediyoruz” diyerek İsrail’in çatışmaya dair yaklaşımına rehberlik ediyor gibi görünen görüşü aktardı: “Gazzeliler Hamas’ın 7 Ekim’deki suçlarının kolektif suç ortağıdır.”

O zamandan beri İsrail, Gazze’ye girişine izin verilen araç sayısını kısıtladı ve Gazze’ye giriş noktalarının sayısını azaltarak, zaman alan ve zahmetli denetimler gerçekleştirdi. Öte yandan çiftlikleri ve seraları yok etti. Yemek ve su taşınması için gereken yakıtın dağıtımını da sınırladı. 7 Ekim’den önce abluka altında tuttuğu bölgede çoğu Birleşmiş Milletler Yardım Kuruluşu (UNRWA) çalışanı iki yüzden fazla insanı öldürdü. Başta ABD olmak üzere bağışçıların UNRWA’ya fon sağlamasını durdurmak üzere teşkilatın Gazze’deki 13 bin çalışanının bir düzinesinin 7 Ekim saldırısına karıştığı veya Hamas’la başka bağlantıları olduğu iddiasını dile getirdi. (Eski Fransa dışişleri bakanı Catherine Colonna tarafından gerçekleştirilen ve 22 Nisan’da açıklanan soruşturma, İsrail’in iddialarını kanıtlamak için hiçbir delil sağlamadığı gibi, UNRWA’nın “yeri doldurulamaz” ve vazgeçilmez” olduğu sonucuna vardı). 1 Nisan’da World Central Kitchen konvoyuna ait üç araca yapılan hava saldırıları sonucu, altı uluslararası yardım çalışanı, Filistinli bir şoför ve tercümanın öldürülmesi bu politikanın devamı gibi görünüyor. İsrail’in bunun bir “yanlış tanımlama” sonucu gerçekleştiğine dair açıklaması da şüphe uyandırdı. Lakin bu saldırının ardından diğer insani grupların yardım sağlamakla ilgili zorlanacakları açık.

Bu uygulamaların kümülatif etkisi, birçok Filistinli’nin, özellikle de küçük çocukların açlıktan ölmesi oldu. Nisan ayında Gazze Sağlık Bakanlığı 28 çocuğun açlıktan öldüğünü bildirdi. Gıda güvenliği ile ilgili raporlar gerçeği yansıtıyorsa bu sayının kat ve kat artması beklenebilir. 10 Nisan’da USAID Yöneticisi Samantha Power, Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi’nde Gazze’de kıtlık yaşanıp yaşanmadığına dair sorulara “evet” yanıtını verdi. 3 Mayıs’ta Dünya Gıda Programı İcra Direktörü Cindy McCain, NBC News’de “Kuzey Gazze’de tam anlamıyla bir kıtlık” yaşandığını belirtti. Kıtlıktan kaynaklanan ölümler, bakanlık tarafından bildirilen ölümlerin yalnızca bir kısmını oluşturuyor. Bu yazının yazıldığı an itibarıyla en az 14.685’i çocuk ve 9.670’i kadın olmak üzere 34.904 Filistinli öldürüldü ve 78.514 kişi daha yaralandı. Her ne kadar bazı İsrailliler bu rakamlara itiraz etse de bu rakamlar muhtemelen fazla değil, eksik. Çünkü enkaz altında kalanlar bu rakamlara dahil değiller. Yetersiz beslenmeden sağ kurtulanların çoğu, hastalıklara karşı bağışıklık eksikliği ve psikolojik hasar gibi kalıcı sorunlarla yüz yüze kalacaklar. UNICEF Şubat ayında Gazze’nin kuzeyinde beş yaşın altındaki çocuklarda yetersiz beslenmenin bir ay içinde neredeyse iki katına çıktığını açıkladı. İnsani yardımın engellenmesinin Hamas savaşçılarını doğrudan etkilemesi muhtemel değil. Lakin kıtlık koşullarında bile, silahlı erkekler beslenmenin bir yolunu bulurlar. Bu durumda, Hamas’ın suçlarına dair hiçbir sorumluluk taşımayanlar en fazla acı çekenler oluyor.

Bölgeye erişimi tamamen kontrol altında tutan İsrail Savunma Kuvvetleri, İsrailli ve Filistinli insan hakları örgütlerinin ya da HRW, Uluslararası Af Örgütü gibi uluslararası kuruluşların bölgeye girişini reddediyor. Bu kuruluşların bölgede hareket yetisinin kısıtlanması sebebiyle, çatışma hakkında bilgi toplamak ve ayrıntılı raporlar hazırlamak pek mümkün değil. Ancak bu kuruluşların bilgi toplama ve çatışmaya ilişkin ayrıntılı rapor hazırlama yeteneklerinin sınırlandırılması İsrail’i eleştirilere karşı neredeyse hiç korumuyor. Bunun nedeni, uluslararası gözlemcilerin Gazze’de çatışmayı, insan hakları hareketinin kurulmasına yardımcı olduğu ilke ve varsayımlara göre değerlendirmeleridir. Bugün insan hakları hareketi dünya çapında binlerce örgütü bünyesinde barındırıyor. Günümüzde uluslararası alanda insan hakları hareketinden daha iyi örgütlenmiş tek yurttaş hareketi herhalde çevre hareketleridir. Hiçbiri hükümetten fon istemeyen ve kabul etmeyen Uluslararası Af Örgütü ve HRW’nin ofisleri ve yüzlerce araştırma personeli ve birçok ülkede üyeleri var. HRW’nin personel sayısı beş yüzün üzerinde. Uluslararası Af Örgütü’nün kadrosu daha da geniş. Geçtiğimiz otuz yılda bu kuruluşlar, Uluslararası İnsancıl Hukuk (International Humanitarian Law, IHL) adıyla anılan bir kanunlar bütününün var olduğuna ve bu hukukun savaşan tarafların davranışlarını düzenlediğine dair geniş bir farkındalık yarattılar. IHL, ayrım gözetmeden yapılan bombalama gibi uygulamaları yasaklıyor ve askeri güçlerin sivilleri korumak için çaba göstermesini gerektiriyor. Bu yasalar bütünü, sivil konutları, okul, hastane, dini ibadethane gibi yapıları kasten veya ayrım gözetmeden tahrip eden saldırıları suç sayarken, sivil halkı aç veya diğer yaşam ihtiyaçlarından mahrum bırakmaya yönelik kısıtlamaları yasaklıyor.

Uluslararası İnsancıl Hukukun çok eski dönemlere dayanan kökleri var. Herodot, bize Sparta’nın Pers kralı Kserkses’in müzakereleri yürütmek üzere gönderdiği habercileri öldürerek savaş geleneklerini ihlal ettiğini söylüyor. Sparta, daha sonra bu suçun bedelini ödemek üzere İran’a iki soyluyu öldürülmek üzere gönderir. Kserkses’in onları Sparta’nın savaş geleneklerini ihlal suçunu aklamamak için öldürmeyi reddettiği anlatılır. Çinli askeri stratejist Sun Tzu ordulara esirlere iyi davranmaları çağrısında bulunur. Aziz Augustine savaşın amacının, daha çok savaş değil barış olması gerektiğini savunur. Bu nedenle savaşı barışın yeniden tesisine katkıda bulunacak şekilde yürütmek önemlidir. Yaklaşık on ikinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar devam eden şövalyelik çağında, şövalye olarak onurlandırılanlar için geliştirilmiş belirli kurallar vardı. Paris Parlamentosu bu kuralları ihlal eden davalarla ilgili kararlar verdi. On yedinci yüzyılda Hollandalı akademisyen Hugo Grotius savaş yasalarını kanunlaştırdı. Bir asır sonra Jean-Jacques Rousseau, bir adamın silahlarını bırakıp teslim olduğunda, “artık düşman olmaktan çıkarak…temiz ve basit bir insana dönüştüğünü… ve artık kimsenin hayatları üzerinde hak iddia edemeyeceğini” yazdı.

Çağdaş insan hakları hukuku büyük ölçüde 1860’larda başarılara imza atan iki adamın çalışmalarına dayanıyor. Daha sonra dünya çapında çalışacak olan Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) kurucusu olan İsviçreli genç bir işadamı olan Henri Dunant, ve İç Savaş sırasında Birlik kuvvetlerinin davranışlarını düzenlemek için ayrıntılı bir yasa taslağı hazırlayarak, Savaş Bakanı Edwin Stanton’a sunan Almanya doğumlu Columbia hukuk profesörü Francis Lieber. Bu yasalar, Birlik askerlerinin düşman topraklarını işgal ettikleri zaman giriştikleri ahlak dışı şiddet olayları, bir askeri yetkilinin emri dahilinde gerçekleşmemiş sivil mülke yönelik zararları, hırsızlık, yağma, sivillere yönelik her türlü tecavüz, yaralama, sakatlama veya öldürme eylemini idamla cezalandırmayı veya suçun ağırlığına göre yeterli görülebilecek diğer ağır cezalara çarptırılmasını öngörüyordu. Lieber ve Stanton’un çabalarına telgrafın icadı da büyük ölçüde yardım etti. Gazeteler, savaş sırasında askeri güçlerin davranışları hakkında haber yapan savaş muhabirlerini işe almaya başladılar. Savaş sırasında askeri güçler zalimce uygulamalara giriştiğinde bu haberler geniş çapta duyulur hale geldiler.

Rus Çarı II. Nikola’nın 19. yüzyılın sonunda silahlanma ve askeri harcamalara sınırlama getirilmesi amacıyla Lahey’de bir barış konferansı toplanması için devreye girmesiyle önemli bir gelişme daha yaşandı. Bu çabalar başarısız olsa da, teklif eden Rus diplomatın adıyla anılan Martens Maddesi’nin kabulüyle birlikte, savaşın yürütülmesine dair kuralları içeren ilk uluslararası yasa kabul edilmiş oldu. Daha kapsamlı bir savaş hukuku kanunu çıkarılana kadar taraflar, kendileri tarafından kabul edilen tüzüklerde yer almayan durumlarda, halklar ve savaşanların, uluslararası hukuk ilkelerine göre korunmasına karar verdiler. “Uygar uluslar” arasında yerleşik kullanımdan, insanlık yasalarından ve kamu vicdanının gereksinimlerinden doğan Martens Maddesi, insanlığa karşı suç kavramının ortaya çıkmasını sağlayarak Nazi liderlerinin Nürnberg’de, Japon askeri liderlerinin Tokyo’da yargılandıkları davaların önünü açtı.

Çağdaş insan hakları hareketi, siyasi soruşturma davalarına odaklanarak başladı: 1898’de Fransız avukat ve politikacı Ludovic Trarieux, Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un Almanlar adına casusluk yapmaktan suçlu bulunduğu davayla ilgili tartışmaların hararetiyle Ligue des Droits de l’Homme’u kurdu. Ligue’in ilk çalışmaları arasında Fransız kolonilerindeki yerli halkları zulme ve diğer suiistimallere karşı koruma çabaları da vardı. Bu çabalar, 1922’de örgütün birçok Avrupa ülkesindeki şubelerini birleştirerek Fédération Internationale des Ligues des Droits de l’Homme (FIDH) kurulmasına yardımcı oldu. Bu tehlikeli bir işti. Önde gelen antifaşist siyasi figür ve FIDH’nin İtalya şubesinin lideri Giacomo Matteotti, 1924’te faşist gizli polis tarafından öldürüldü. Almanya’nın Versay Antlaşması’nı ihlal ederek yeniden silahlanmasını ortaya çıkardığı için 1935 Nobel Barış Ödülü’nü kazanan, Alman şubesinin liderlerinden Carl von Ossietzky, Naziler tarafından hapsedilerek, 1938’de hapishanede yakalandığı tüberkülozdan dolayı öldü. Fransa’daki FIDH başkanı Victor Basch, İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist paramiliter bir örgüt tarafından öldürüldü.

Bir kaç FIDH üyesi, Alman işgalinden sonra Fransa’dan kaçarak Amerika Birleşik Devletleri’ne doğru yola çıktılar. Amerika’ya vardıklarında Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’nin uzun süredir yöneticisi olan Roger Baldwin ile temasa geçtiler. Bu insanlar savaş yıllarında faaliyete geçerek, Birleşmiş Milletler’in kurulması ve bu yeni örgütün insan haklarını koruma taahhüdünü kendi tüzüğüne dahil etmesini savunan Uluslararası İnsan Hakları Birliği’nin kurulmasına önayak oldular. Bugün hala aktif bir diğer örgüt olan Cenevre merkezli Uluslararası Hukukçular Komisyonu, hâkimler ve savcılar için yargı bağımsızlığını desteklemek üzere 1952’de kuruldu. Ulusal Kızılhaç derneklerinden bağımsız bir İsviçreli kuruluş olan Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün (ICRC) çalışmaları, İkinci Dünya Savaşı sırasında sözleşmeyi onaylamış ülkelerdeki savaş esirlerinin korunması açısından hayati öneme sahip olan 1929 Cenevre Sözleşmelerinin kabul edilmesine yol açtı. 1949’da ICRC, Cenevre Sözleşmelerinin revize edilmiş bir versiyonunun kabul edilmesini sağlayarak “ciddi ihlallerin” kovuşturulmasını ve iç savaşlar sırasında silahlı kuvvetlerin suiistimallere karşı önemli korumalar sağlamasını başardı. 1977 yılında kabul edilen Cenevre Sözleşmelerine dahil edilerek, uluslararası ve ülke içi silahlı çatışmalarda sivillere yönelik koruma sağlayan iki önemli ek daha sonra bu Protokole dahil edilmiştir. Bu Protokoller, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin ayrım gözetmeyen bombalama ve kıtlık yaratmak da dahil olmak üzere Gazze’de gerçekleştirmekle suçlandığı eylemlerin çoğunu özetlemektedir.

1961 yılında İngiliz avukat Peter Benenson daha sonra tüm dünyada yayımlanan “Unutulmuş Mahkumlar” başlıklı makalesini İngiliz gazetesi The Observer’da yayınlamasının ardından Uluslararası Af Örgütü, inançlarını barışçıl bir şekilde ifade ettikleri için tutuklanan tüm insanların serbest bırakılması çağrısında bulunmak amacıyla kuruldu. Başlangıçtan itibaren birçok ülkede üye örgütlemek ve şubeler kurmak için yola çıkan örgüt, ilk başta çalışmalarını “düşünce mahkumları” olarak tanımladığı kişileri serbest bırakmakla sınırladı. Fakat çalışmaların kapsamı zaman içinde işkence ve diğer insan hakları ihlallerini kapsayacak şekilde genişledi. Soğuk Savaş sırasında tarafsız kalma konusunda ısrarcı olan örgüt, aktivistlerin Doğu ve Batı Bloku’nun yanı sıra, bağımsız ülkelerde de eşit sayıda esiri “evlat edinmesi” konusunda ısrarcı oldu.

1978 yılında Robert Bernstein, Orville Schell ve ben bir araya gelerek İnsan Hakları İzleme Örgütü’nü (HRW) kurduk. Bizim çalışmalarımız Helsinki İzleme Örgütü olarak Avrupa ve Kuzey Amerika’nın otuz beş ülkesinde insan haklarını destekleyen 1975 Helsinki Anlaşmalarını kabul edilmesiyle başladı. İnsan haklarına saygı temelli bu belgeler, Sovyetler Birliği ve diğer komünist ülkelerin imzalayarak katıldıkları ilk uluslararası anlaşmalardı. Moskova ve diğer Sovyetler’de çalışan insan hakları aktivistleri tutuklanmaya başladıklarında, Helsinki Anlaşmalarının insan hakları hükümlerine uyum sağlanmasına yönelik çaba göstermek ve bu mahkumların serbest bırakılmasını sağlamak üzere bir örgüt kurmaya karar verdik. Random House Başkanı ve CEO’su olan Bernstein, fizikçi ve Nobel Barış Ödülü sahibi Andrei Sakharov gibi Sovyetler Birliği’nin baskı politikalarından zarar gören bazı aktivistlerin yayıncısıydı. Schell, hukukçuların haklarının korunması için çabalayan, New York Barosu’na başkanlık etmiş tanınmış bir avukattı. Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) icra direktörü olarak görev yaptığım için benim katılımım, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki haklarla da ilgilendiğimiz mesajını veriyordu. 1981’de direktör olarak işe başladıktan sonra Amerika, Asya, Afrika ve Orta Doğu’daki haklarla ilgilenen bölümler açtım. 1988’de, hakları dünya çapında destekleme kapasitesine sahip olduğumuzda, organizasyonun adını İnsan Hakları İzleme Örgütü olarak değiştirdik.

1980’den önce Uluslararası İnsani Hukuka uyumu teşvik etmeye yönelik temel çaba ICRC’nin askeri komutanlar ve üst düzey hükümet yetkililerini, imzalayarak kabul ettikleri ilkelere uygun olarak operasyon yürütmeye ikna girişimlerinden oluşuyordu. ICRC çalışmalarını büyük ölçüde duyurmuyordu. Çünkü savaş esirlerine ve diğer güvenlik tutuklularına erişim sağlama becerisine değer veriyordu. Kuruluş, etkileşimlerini kamuoyuna duyurması halinde bu erişimi kaybedeceğine, askeri yetkililer ve tutukluların bunun sonucunda daha fazla acı çekeceğine inanıyordu. İnsan Hakları İzleme Örgütü, savaş durumlarında IHL hükümlerine uygunluğu sağlamak için ICRC’nin gizli çalışmasını kamuoyuyla paylaşmaya çabalayarak çabaları tamamlamaya karar verdi. Zamanla Uluslararası Af Örgütü de dahil diğer insan hakları örgütleri bu çabaya dahil oldular. İnsan hakları hareketinin zamanla artan gücü ve kapasitesini yansıtan bu çabalar IHL konusunda kamuoyunda farkındalık yaratarak Gazze’deki savaş da dahil olmak üzere bu tip çatışmalarda dünya çapındaki kamuoyunun ilgili üyelerinin takip edebileceği bağlamın oluşmasını sağladılar.

Uluslararası İnsancıl Hukuk’un (IHL) ilk önemli kullanımı 1981’de, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (Human Rights Watch, HRW) Amerika bölümünün El Salvador’daki iç savaşa katılan silahlı kuvvetlerle ilgili Cenevre Sözleşmeleri ve Protokolleri hükümlerine uygun hareket etme çağrısıyla geldi. 1992 yılına kadar süren savaş sırasında yaklaşık 75 bin kişi öldü; bunların büyük çoğunluğu askerlerden oluşan ölüm mangaları, El Salvador Hava Kuvvetleri tarafından yapılan hava bombardımanları ve solcu gerillalara yiyecek ve barınak sağladığından veya gerillaları barındırdığından şüphelenilen köylerdeki askerler tarafından öldürüldü. O ana kadar insan hakları hareketi büyük ölçüde BM destekli anlaşmalara dayanıyor ve uluslararası hukuka hareket gücü vermeyi amaçlayan 1948’de BM tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi hükümleri tarafından yönlendiriliyordu. Bu anlaşmalar ırk ayrımcılığı, kadın hakları ve mülteci hakları gibi konuları ele alıyor olsalar da, silahlı çatışmalar sırasında ortaya çıkan sorunları kapsamıyordu.

İnsan hakları hareketinin büyük bölümünün Uluslararası İnsancıl Hukuk çalışmalarına daha yakından odaklanmasını sağlayan 1992 yılında Bosna’da başlayan savaş oldu. Bosnalı Sırp güçleri, Sırp cumhurbaşkanı Slobodan Milošević hükümetinin desteğiyle “etnik temizlik” amacını açıkça ilan ederek Müslüman nüfusun yoğun olduğu kentlerde katliamlar yapmaya başladılar. Saraybosna’yı kuşatıp, çevredeki tepelerden bombalar ve keskin nişancılarla şehrin binlerce sakinini öldürdüler ve şehrin nüfusunu su, yiyecek ve tıbbi malzemeden mahrum bıraktılar. Sırp ordusu, bu sırada birçok mahkumun kötü muamele, açlık ve cinsel saldırılarla öldürüldüğü gözaltı kampları kurdu. HRW’nin yöneticisi olarak, bu suçlarla ilgilenecek bir Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulmasını talep ettim. Nürnberg ve Tokyo mahkemelerinden bu yana böyle bir yapı kurulmamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, soğuk savaşın başlamasıyla BM Güvenlik Konseyi’nin herhangi bir mahkeme üzerinde anlaşmaya varması imkansız hale gelmişti. Ancak 1992 yılına geldiğimizde Sovyetler Birliği dağılmıştı ve mahkeme kurulması için yaptığım çağrı, gözaltı kamplarında Bosnalı Sırplara yönelik en kötü suiistimallerin basında yer almasıyla aynı zamana denk geldi. ABD’nin BM Büyükelçisi Madeleine Albright ve Fransa’nın eski adalet bakanı Robert Badinter de dahil olmak üzere pek çok kişi çağrıya katıldı.

Mayıs 1993’te Güvenlik Konseyi, oybirliğiyle Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (ICTY) kurdu. Bu, Uluslararası İnsancıl Hukuk açısından bir zaferdi. Mahkeme yavaş başladı ve BM’nin on dört ay boyunca bir başsavcısı olmadı. Uzun bir süre boyunca ICTY’de yalnızca düşük düzeyli bir hapishane kampı gardiyanı gözaltında tutuldu. Ancak daha sonra, 1990’larda dağılan Yugoslavya’daki savaşların tüm taraflarından önde gelen isimler suçlandı. Yakalanmadan önce ölenler dışında hepsinin gözaltına alınması ve adil bir şekilde yargılanması sağlandı. Milošević duruşma sırasında öldü, ancak en büyük katliamlardan sorumlu olan Bosnalı Sırpların liderleri Radovan Karadžić ve General Ratko Mladić bugün hâlâ hapis cezalarını çekiyorlar.

BM Güvenlik Konseyi ayrıca 1994 yılında yaşanan soykırımın hemen ardından Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (ICTR) kurdu. O mahkeme de sallantılı bir başlangıç yapmış olsa da zamanla yolunu buldu. ICTR, uluslararası bir mahkeme tarafından soykırım suçundan mahkum edilen ilk kişi olan eski Ruanda başbakanı Jean Kambanda da dahil olmak üzere, birçok büyük suçun başlıca sorumluları hakkında adil yargılamalar yürüttü. Kendisi bu yazının yazıldığı tarihte hâlâ hapishanede cezasını çekiyor. Ancak ICTR, soykırımı gerçekleştiren Ruanda liderlerini devirirken kendisi büyük insan hakları suçları işleyen Ruanda Yurtsever Cephesi’ni mahkemeye çıkarmayarak büyük bir hata yaptı. Bu gelişmeler, insan hakları hareketinin savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla daha etkin bir şekilde ilgilenmesini sağladı ve Uluslararası İnsancıl Hukukun uygulanabilirliğini ve önemini gözler önüne serdi. İnsan hakları örgütleri, bu hukukun uygulanması ve savaş suçlarının cezalandırılması konusunda kamuoyunu bilinçlendirmeye devam ederek, uluslararası toplumun bu suçlara karşı duyarlılığını artırmayı başardılar.

1990’ların sonunda Birleşmiş Milletler (BM), ulusal hükümetlerle “karma” mahkemeler kurarak savaş suçları işleyen yetkilileri ve devrimcileri yargılamaya başladı. Bu mahkemelerden en başarılısı, Sierra Leone’deki iç savaş sırasında Devrimci Birleşik Cephe’yi destekleyerek katliamlar gerçekleştiren Liberya’nın eski cumhurbaşkanı Charles Taylor’ın elli yıl hapis cezasına çarptırıldığı özel mahkemedir. Bu özel mahkemelerin başarısı, 1998 yılında Roma’da düzenlenen uluslararası bir konferansta 148 hükümetin toplanmasına olanak sağlayarak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICC) kurulmasına önayak oldu.

Roma Statüsü ile kurulan ICC, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, savaş suçu ve soykırım suçlarını tanımladı. Anlaşma, hükümetlerin yanı sıra bir savcının da bireylere karşı soykırım suçlamasında bulunmasına olanak tanıyordu. 120 ülke anlaşmayı desteklerken, 21 ülke çekimser kaldı ve yedi ülke karşı çıktı: Irak, Libya, Çin, Katar, Yemen, İsrail ve ABD. ICC, 2002 yılında faaliyete geçti. Mahkemenin ilk yıllarında davaların çoğunluğu Afrika’dandı. Bu durum, Afrika ülkelerinin anlaşmaya taraf olmasından ve büyük suçların işlendiği Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin anlaşmaya taraf olmamasından kaynaklanıyordu. ICC, bu ülkelerde suç işleyen bireylere karşı BM Güvenlik Konseyi onayıyla yakalama kararı çıkarma yetkisine sahip olsa da, Çin, Rusya ve ABD gibi Konseyin daimi üyeleri bu tür eylemleri veto edebiliyordu. Mart 2023’te ICC, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hakkında Ukraynalı çocukları Rusya’ya nakletmekle ilgili savaş suçundan dolayı tutuklama emri çıkardı. Mahkeme bu kararı, suçun mahkemenin yargı yetkisini kabul eden Ukrayna topraklarında işlenmesi sebebiyle alabildi. Bu nedenle, üye devletler, Putin’in ICC’nin üyesi bir devleti ziyaret ettiğinde onu gözaltına almakla yükümlüler.

Filistin, Roma Statüsü’nü 2015 yılında onaylayarak ICC’ye taraf olarak kabul edildi. Bu durum, ICC’ye her iki taraf için de iddianame hazırlama yetkisi veriyor gibi görünüyor. Buna Hamas’ın 7 Ekim’de işlediği suçlar ve İsrail’in Gazze’deki suçları da dahil. ICC, İsrail’in Gazze’deki eylemleriyle ilgili olarak bir iddianame hazırlarsa, İsrail’in Filistin’in bir devlet olmadığı ve tüzüğü onaylamasının geçerli olmadığını iddia ederek mahkemenin yetkisiz olduğunu savunması bekleniyor. Ancak ICC kovuşturması çatışmada önemli bir faktör haline gelmese dahi, mahkemenin varlığı İsrail ve Hamas’ın eylemlerinin uluslararası hukukun çağdaş standartlarına ve İnsani Hukuk Kurallarına uygun olmadığını göstererek kamuoyunda farkındalık yaratacaktır.

Eski Yugoslavya veya Ruanda örneklerinde olduğu gibi, bir geçici mahkemenin kurulması mümkün olsaydı, Hamas’ın 7 Ekim’de, İsrail’in 7 Ekim’den sonra işlediği suçları yargılamak için uygun bir araç ortaya çıkmış olurdu. Böyle bir mahkeme, Hamas liderlerinin ve İsrail yetkililerinin suçlarını yargılayabilirdi. Ancak, BM Güvenlik Konseyi’nin böyle bir mahkemenin kurulmasını onaylama şansı oldukça düşük. Rusya’nın, Suriye için bir mahkeme kurulmasını veto yetkisiyle engellemiş olması gibi, ABD de İsrail’i korumak için veto hakkını kullanabilir.

Özel bir mahkemenin kurulamaması durumunda, 2021’den bu yana hem Filistinli hem de İsrailli aktörlerin işlediği olası savaş suçlarını araştırmakta olan ICC tarafından soruşturma başlatılabilir. Son günlerde ICC’nin, İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu, Gallant ve Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi hakkında tutuklama emri vereceği konuşuluyor. Bu söylentiler, hem Hamas hem de İsrailli liderlerin nefret dolu söylemlerine konu oldu. Netanyahu’nun ICC iddianamelerinin antisemit olacağı iddiası, antisemitizm suçlamalarının nasıl gelişigüzel kullanıldığının bir göstergesi olabilir. İsrail, hükümet başkanı ile ilgili olası bir karara, mahkemenin Filistin’in devlet olmadığı gerekçesiyle böyle bir yetkiye sahip olmadığını savunarak itiraz edebilir.

Uluslararası Adalet Divanı (UAD), İsrail’in Gazze’de soykırım yaptığı suçlamasını resmi olarak öne sürmeyi değerlendiriyor. UAD’nin cezai yargı yetkisi olmamakla birlikte, savaş suçları veya insanlığa karşı suçlarla ilgili suçlamalar hakkında hüküm verme yetkisi de yok. Ancak, eğer Divan İsrail’in soykırım yaptığını tespit ederse, bu durum çoğu soykırımın ardından hayatta kalan kurucular tarafından oluşturulan bir devlet için büyük bir yenilgi olacaktır.

Altmış yıldan beri insan haklarını korumaya yönelik çabaların içinde yer alan biri olarak, çoğunlukla son derece büyük risklerin konu edildiği tartışmalara alışığım. Ancak, haklar konusunda 7 Ekim’den bu yana Gazze’deki savaşla ilgili olandan daha ateşli bir tartışmayı daha önce gördüğümü hatırlamıyorum. Bu konuda, kurbanlara adaletin sağlanacağına dair umut vermenin ne kadar zor olacağı da dahil olmak üzere karamsarlığa kapılmak için pek çok sebep var. Şahsen, Uluslararası İnsancıl Hukuk’a bir yargı standardı olarak bu kadar fazla atıf yapılmasının olumlu bir etkisinin olacağına inanıyorum. Bu savaşın nasıl sonuçlanacağından ve UAD’nin nasıl bir karar alacağından bağımsız olarak, İsrail’in hem kendisine hem de Filistinli kurbanlarına uzun vadeli ve büyük bir zarar verdiği ortadadır.