77 yıldır Mayıs ayı geldiğinde, dünyanın dört köşesine sürülmüş Filistinliler atalarını, kaybettikleri evleri, toprakları ve yaşam biçimlerini hatırlamak için bir araya geliyor. Bu insanların bazıları Lübnan’daki kamplarda doğmuştur, bazıları Şam’da, Amman’da, Berlin’de ya da Ramallah’ta. Çoğunluğu hâlâ, içinde doğdukları evin anahtarını, hiçbir zaman geri dönemeyecekleri o taş duvarların hatırası gibi boynunda taşır. Nakba (Felaket), sadece 1948’te yaşanmış bir zorunlu göç değil; hâlâ bitmemiş bir sürgün, bastırılmaya çalışılan bir hafıza ve nesiller boyunca aktarılan bir adaletsizlik deneyimidir.
Bu yıl, Nakba’nın 77. yıldönümünde bu hafızanın yükü daha ağır, yankısı daha sarsıcı. Çünkü sadece geçmişe bakmak yerine, aynı zamanda bugün Gazze’de ve Batı Şeria’da yaşanan yıkım, ölüm ve umutsuzlukla bu felaketin hâlâ sürdüğüne tanıklık ediyoruz. İsrail’in 1948’deki kuruluşu, Holokost’un hemen ardından geldi. İsrail’in kuruluşu, dünya genelinde insanlık tarihinin en büyük travmalarından birinin küllerinden doğan bir devletin hikâyesi olarak anlatıldı. Ancak bu anlatının ardında, görünmeyen başka bir gerçek olarak Avrupa’nın antisemit suçlarını başka bir coğrafyada “çözme” teşebbüsü yatıyordu. Yahudi halkına güvenlik ve sığınma sağlama niyetiyle başlayan bu proje, başka bir halkın yerinden edilmesini, haklarının gaspını ve sistematik olarak silinmesini de beraberinde getirdi.
Bu tarih yalnızca bir “iki halkın çatışması” olarak görülemez. İsrail’in kuruluş hikâyesi, sömürgecilik, beyaz üstünlükçülük ve Batı-merkezcilikle örülmüş bir dünya düzeninin çarpıcı bir yansımasıdır. Nakba, Avrupa’nın gerçekleştirdiği soykırım suçunun bedelini, bu suçla hiçbir ilgisi olmayan bir halkın ödediği bir politik mühendislik örneğidir. Bugün, Nakba’yı hatırlamak sadece geçmişi yad etmek değil; hâlâ süren bu haksızlığın yapı taşlarını sorgulamak ve onu mümkün kılan sistemler olarak uluslararası hukuka, Batı siyasetinin çifte standartlarına ve beyaz üstünlükçü küresel düzene doğrudan bakmak demektir.
İsrail’in kuruluşu, Avrupa’daki antisemitizmin ve Holokost’un sonucu olarak Yahudi halkına bir sığınak yaratma amacıyla gerekçelendirildi. Fakat bu hedefin Filistin halkının haklarını, varlığını ve yaşam alanını hiçe sayarak gerçekleştirilmesi, en hafif tabirle etik bir çelişki olarak durmaktadır. Avrupa’nın kendi içindeki antisemit tarihini çözümlemeyi reddederek, Yahudi halkına “başka bir halkın toprağında” bir çözüm sunması, beyaz üstünlükçülüğün ve Batı-merkezciliğin dışavurumudur. Filistin toprakları, Avrupalı güçlerce “medenileştirilecek” alanlar olarak görüldüğü için Avrupalı Yahudilerin burada kolonileşmesi kolaylıkla kabul görmüştü. Bu durum yalnızca klasik kolonyal bakışın değil, aynı zamanda modern uluslararası hukukun da eşitsiz temellerini gözler önüne seriyor. 1917 Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin bir başka halkın toprağını üçüncü bir tarafa vaat ettiği çarpıcı bir beyaz üstünlük eylemidir. Bu eylemde ne Filistinlilerin rızası sorulmuş ne de halk olarak kolektif hakları tanınmıştır.
İsrail’in kuruluşu, tarihsel olarak Yahudilerin yaşadığı muazzam trajediye bir cevap olarak konumlandırılsa da, bu travmanın politik bir araç olarak kullanılma biçimi sorgulanmalıdır. Holokost’un meşrulaştırıcı gücü, Filistinlilerin 1948’de ve sonrasında yaşadığı kitlesel sürgün, yıkım ve baskıyı görünmez kılmıştır. Nakba, Holokost’un gölgesinde bırakılmış, karşılaştırmaya bile layık görülmemiştir. Uluslararası ilişkilerde acılar yarıştırılamasa da, pratikte Batı kamuoyunda Holokost’un benzersizliği savunulurken Nakba’nın deneyimi sistematik olarak marjinalleştirilmiştir. Bu, travmalar arası bir eşitsizlik olduğu kadar, beyaz olmayan halkların acılarının sürekli olarak görünmezleştirildiği daha geniş bir politik örüntünün parçasıdır.
Richard Falk’un “İsrail’in yerleşimci-sömürgeci bir proje olduğu” tezinden hareketle, İsrail’in yalnızca bir devlet değil, bir kolonyal devamlılık olduğu vurgulanmalıdır. Yerleşimci-sömürgecilik, klasik sömürgecilikten farklı olarak, yerli halkı yerinden etmek, yok etmek veya asimile etmek üzerine kurulur. Filistinlilerin topraklarının istikrarlı bir şekilde parçalanması, Gazze’nin açık hava hapishanesine dönüştürülmesi, Batı Şeria’nın bantlara ayrılması bu sömürgeci stratejilerin yansımalarıdır. İsrail’in yurttaşlık yasaları da bu yapının bir parçasıdır. Yahudi Ulus Devleti Yasası (2018), devleti açıkça yalnızca Yahudi halkına ait ilan etmiş ve diğer halklara, özellikle Filistinli Araplara yönelik sistematik ayrımcılığı yasallaştırmıştır. Bu mantık, yalnızca etnik/kültürel bir ayrımın sonucu değil, aynı zamanda Avrupa-merkezli bir beyazlık tanımının dışlayıcı etkisi sayesinde mümkündür.
Uluslararası hukuk, 1945 sonrası dönemde “soykırım”, “insanlığa karşı suçlar” gibi kavramları geliştirerek bir etik çerçeve oluşturmuş olsa da, bu hukukun uygulanışı her zaman eşitlikçi olmadı. İsrail’in uyguladığı apartheid rejimi, defalarca Birleşmiş Milletler raporlarına ve insan hakları örgütlerinin belgelerine konu oldu. Yine de bu durum, güçlü Batılı devletlerin jeopolitik desteğiyle fiilen cezasız bırakıldı. Bu bağlamda uluslararası hukuk, evrensel bir normlar sistemi değil, Batı’nın çıkarlarını gözeten bir aygıt olarak işler hale gelmiştir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Ukrayna’daki savaş suçlarını hızla soruşturması ile İsrail’in Gazze’deki savaş suçlarına karşı yıllardır süren sessizliği bu çifte standardın göstergesidir.
Siyonist proje, Yahudi kimliğini bir ulus-devlet içine sıkıştırarak, Yahudiliğin evrensel etik öğretilerini de tahrip etmiştir. Yahudilikteki adalet, sürgün bilinci, yabancıya merhamet gibi kavramlar, İsrail’in militarist ve kolonyal pratikleri içinde ya yok sayılmış ya da araçsallaştırılmıştır. Bu durum yalnızca Filistinlilere değil, dünya Yahudilerine ve bizatihi Yahudi fikir dünyasına da zarar vermektedir. Holokost’tan sağ çıkan Hannah Arendt, Marek Edelman ve Judith Butler gibi kimi Yahudilerin İsrail’in politikalarını eleştirmesi boşuna değildir. Arendt’in Eichmann davasındaki tanıklığı sırasında yaptığı “kötülüğün sıradanlığı” vurgusu, yalnızca Nazi suçlularına değil, aynı zamanda devlet şiddetinin her yerdeki rutinleşmesine işaret ediyordu. Bu eleştiriler, Siyonist ideolojinin aksine Yahudiliğin özünü devletleştirmez; aksine onu evrensel ahlaki duyarlılıklarla buluşturur.
Nakba’yı anmak, yalnızca bir halkın acısını tanımak değil, aynı zamanda dünya sistemindeki yapısal eşitsizliklere, kolonyal geçmişlere ve beyaz üstünlükçülüğe karşı durmaktır. İsrail’in kuruluş hikayesini Holokost’un gölgesinden çıkartıp, Filistin’in yok sayılan trajedisiyle birlikte yeniden kurmak herkes için, ama özellikle kendini Yahudi olarak tanımlayan bireyler için etik bir sorumluluktur.
Nakba’yı anmak, yalnızca geçmişe dönük bir ahlaki yüzleşme değildir. Bugün, 77 yıl sonra, Filistin halkının yaşadığı yıkım tarihsel bir felaketin kalıntısı değil, devam eden bir felaketin içinde olduklarının göstergesidir. Gazze’de süren abluka ve aralıksız bombardıman, yerinden edilen milyonlar, altyapısı çökertilmiş şehirler ve kitlesel sivil ölümler; Batı Şeria’da köylerin yakılması, askeri şiddet, toprak gaspları ile devam eden apartheid rejimi insanlığın düşmanıdır. İsrail hükümetinin uygulamaları, yerleşimci sömürgeci yapının, uluslararası soykırım tanımıyla örtüşen pratiklerine dönüşmüş durumdadır.
Uluslararası toplumun sessizliği, yalnızca ahlaki bir çöküş değil, hukuki bir suç ortaklığına dönüşmüştür. Batılı devletlerin “İsrail’in kendini savunma hakkı” söylemi altında Gazze’deki sivillerin katledilmesine sessiz kalmaları, uluslararası hukukun yalnızca galipler için işlediğini bir kez daha göstermektedir. Bu sessizlik, Holokost’tan sonra inşa edilen “bir daha asla” ilkesini değersizleştirmektedir.
Bu nedenle Nakba’yı anmak, sadece bir hafıza eylemi değil; aktif bir müdahale çağrısıdır. Bu çağrı, Filistinlilerin insanca yaşama hakkını savunmak kadar, uluslararası hukuku araçsallaştıran Batı merkezli düzene de karşı çıkmaktır. Gazze’de yaşananlar karşısında susmak, yalnızca geçmişteki adaletsizlikleri inkâr etmek değil, bugün işlenen suçlara da ortak olmaktır. Bu sebeple sadece tarihle yüzleşmek yetersiz olduğu kadar, geleceğe dair sorumluluk almak gereklidir. Adalet ancak, Filistin’de hayat yeniden kurulabildiğinde ve dünya bu suça ortak olmaktan vazgeçip suçluları adalet karşısına çıkarabildiğinde mümkündür. Filistin yanarken, hiçbir sessizlik tarafsız değildir.
77 yıldır Mayıs ayı geldiğinde, dünyanın dört köşesine sürülmüş Filistinliler atalarını, kaybettikleri evleri, toprakları ve yaşam biçimlerini hatırlamak için bir araya geliyor. Bu insanların bazıları Lübnan’daki kamplarda doğmuştur, bazıları Şam’da, Amman’da, Berlin’de ya da Ramallah’ta. Çoğunluğu hâlâ, içinde doğdukları evin anahtarını, hiçbir zaman geri dönemeyecekleri o taş duvarların hatırası gibi boynunda taşır. Nakba (Felaket), sadece 1948’te yaşanmış bir zorunlu göç değil; hâlâ bitmemiş bir sürgün, bastırılmaya çalışılan bir hafıza ve nesiller boyunca aktarılan bir adaletsizlik deneyimidir.
Bu yıl, Nakba’nın 77. yıldönümünde bu hafızanın yükü daha ağır, yankısı daha sarsıcı. Çünkü sadece geçmişe bakmak yerine, aynı zamanda bugün Gazze’de ve Batı Şeria’da yaşanan yıkım, ölüm ve umutsuzlukla bu felaketin hâlâ sürdüğüne tanıklık ediyoruz. İsrail’in 1948’deki kuruluşu, Holokost’un hemen ardından geldi. İsrail’in kuruluşu, dünya genelinde insanlık tarihinin en büyük travmalarından birinin küllerinden doğan bir devletin hikâyesi olarak anlatıldı. Ancak bu anlatının ardında, görünmeyen başka bir gerçek olarak Avrupa’nın antisemit suçlarını başka bir coğrafyada “çözme” teşebbüsü yatıyordu. Yahudi halkına güvenlik ve sığınma sağlama niyetiyle başlayan bu proje, başka bir halkın yerinden edilmesini, haklarının gaspını ve sistematik olarak silinmesini de beraberinde getirdi.
Bu tarih yalnızca bir “iki halkın çatışması” olarak görülemez. İsrail’in kuruluş hikâyesi, sömürgecilik, beyaz üstünlükçülük ve Batı-merkezcilikle örülmüş bir dünya düzeninin çarpıcı bir yansımasıdır. Nakba, Avrupa’nın gerçekleştirdiği soykırım suçunun bedelini, bu suçla hiçbir ilgisi olmayan bir halkın ödediği bir politik mühendislik örneğidir. Bugün, Nakba’yı hatırlamak sadece geçmişi yad etmek değil; hâlâ süren bu haksızlığın yapı taşlarını sorgulamak ve onu mümkün kılan sistemler olarak uluslararası hukuka, Batı siyasetinin çifte standartlarına ve beyaz üstünlükçü küresel düzene doğrudan bakmak demektir.
İsrail’in kuruluşu, Avrupa’daki antisemitizmin ve Holokost’un sonucu olarak Yahudi halkına bir sığınak yaratma amacıyla gerekçelendirildi. Fakat bu hedefin Filistin halkının haklarını, varlığını ve yaşam alanını hiçe sayarak gerçekleştirilmesi, en hafif tabirle etik bir çelişki olarak durmaktadır. Avrupa’nın kendi içindeki antisemit tarihini çözümlemeyi reddederek, Yahudi halkına “başka bir halkın toprağında” bir çözüm sunması, beyaz üstünlükçülüğün ve Batı-merkezciliğin dışavurumudur. Filistin toprakları, Avrupalı güçlerce “medenileştirilecek” alanlar olarak görüldüğü için Avrupalı Yahudilerin burada kolonileşmesi kolaylıkla kabul görmüştü. Bu durum yalnızca klasik kolonyal bakışın değil, aynı zamanda modern uluslararası hukukun da eşitsiz temellerini gözler önüne seriyor. 1917 Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin bir başka halkın toprağını üçüncü bir tarafa vaat ettiği çarpıcı bir beyaz üstünlük eylemidir. Bu eylemde ne Filistinlilerin rızası sorulmuş ne de halk olarak kolektif hakları tanınmıştır.
İsrail’in kuruluşu, tarihsel olarak Yahudilerin yaşadığı muazzam trajediye bir cevap olarak konumlandırılsa da, bu travmanın politik bir araç olarak kullanılma biçimi sorgulanmalıdır. Holokost’un meşrulaştırıcı gücü, Filistinlilerin 1948’de ve sonrasında yaşadığı kitlesel sürgün, yıkım ve baskıyı görünmez kılmıştır. Nakba, Holokost’un gölgesinde bırakılmış, karşılaştırmaya bile layık görülmemiştir. Uluslararası ilişkilerde acılar yarıştırılamasa da, pratikte Batı kamuoyunda Holokost’un benzersizliği savunulurken Nakba’nın deneyimi sistematik olarak marjinalleştirilmiştir. Bu, travmalar arası bir eşitsizlik olduğu kadar, beyaz olmayan halkların acılarının sürekli olarak görünmezleştirildiği daha geniş bir politik örüntünün parçasıdır.
Richard Falk’un “İsrail’in yerleşimci-sömürgeci bir proje olduğu” tezinden hareketle, İsrail’in yalnızca bir devlet değil, bir kolonyal devamlılık olduğu vurgulanmalıdır. Yerleşimci-sömürgecilik, klasik sömürgecilikten farklı olarak, yerli halkı yerinden etmek, yok etmek veya asimile etmek üzerine kurulur. Filistinlilerin topraklarının istikrarlı bir şekilde parçalanması, Gazze’nin açık hava hapishanesine dönüştürülmesi, Batı Şeria’nın bantlara ayrılması bu sömürgeci stratejilerin yansımalarıdır. İsrail’in yurttaşlık yasaları da bu yapının bir parçasıdır. Yahudi Ulus Devleti Yasası (2018), devleti açıkça yalnızca Yahudi halkına ait ilan etmiş ve diğer halklara, özellikle Filistinli Araplara yönelik sistematik ayrımcılığı yasallaştırmıştır. Bu mantık, yalnızca etnik/kültürel bir ayrımın sonucu değil, aynı zamanda Avrupa-merkezli bir beyazlık tanımının dışlayıcı etkisi sayesinde mümkündür.
Uluslararası hukuk, 1945 sonrası dönemde “soykırım”, “insanlığa karşı suçlar” gibi kavramları geliştirerek bir etik çerçeve oluşturmuş olsa da, bu hukukun uygulanışı her zaman eşitlikçi olmadı. İsrail’in uyguladığı apartheid rejimi, defalarca Birleşmiş Milletler raporlarına ve insan hakları örgütlerinin belgelerine konu oldu. Yine de bu durum, güçlü Batılı devletlerin jeopolitik desteğiyle fiilen cezasız bırakıldı. Bu bağlamda uluslararası hukuk, evrensel bir normlar sistemi değil, Batı’nın çıkarlarını gözeten bir aygıt olarak işler hale gelmiştir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Ukrayna’daki savaş suçlarını hızla soruşturması ile İsrail’in Gazze’deki savaş suçlarına karşı yıllardır süren sessizliği bu çifte standardın göstergesidir.
Siyonist proje, Yahudi kimliğini bir ulus-devlet içine sıkıştırarak, Yahudiliğin evrensel etik öğretilerini de tahrip etmiştir. Yahudilikteki adalet, sürgün bilinci, yabancıya merhamet gibi kavramlar, İsrail’in militarist ve kolonyal pratikleri içinde ya yok sayılmış ya da araçsallaştırılmıştır. Bu durum yalnızca Filistinlilere değil, dünya Yahudilerine ve bizatihi Yahudi fikir dünyasına da zarar vermektedir. Holokost’tan sağ çıkan Hannah Arendt, Marek Edelman ve Judith Butler gibi kimi Yahudilerin İsrail’in politikalarını eleştirmesi boşuna değildir. Arendt’in Eichmann davasındaki tanıklığı sırasında yaptığı “kötülüğün sıradanlığı” vurgusu, yalnızca Nazi suçlularına değil, aynı zamanda devlet şiddetinin her yerdeki rutinleşmesine işaret ediyordu. Bu eleştiriler, Siyonist ideolojinin aksine Yahudiliğin özünü devletleştirmez; aksine onu evrensel ahlaki duyarlılıklarla buluşturur.
Nakba’yı anmak, yalnızca bir halkın acısını tanımak değil, aynı zamanda dünya sistemindeki yapısal eşitsizliklere, kolonyal geçmişlere ve beyaz üstünlükçülüğe karşı durmaktır. İsrail’in kuruluş hikayesini Holokost’un gölgesinden çıkartıp, Filistin’in yok sayılan trajedisiyle birlikte yeniden kurmak herkes için, ama özellikle kendini Yahudi olarak tanımlayan bireyler için etik bir sorumluluktur.
Nakba’yı anmak, yalnızca geçmişe dönük bir ahlaki yüzleşme değildir. Bugün, 77 yıl sonra, Filistin halkının yaşadığı yıkım tarihsel bir felaketin kalıntısı değil, devam eden bir felaketin içinde olduklarının göstergesidir. Gazze’de süren abluka ve aralıksız bombardıman, yerinden edilen milyonlar, altyapısı çökertilmiş şehirler ve kitlesel sivil ölümler; Batı Şeria’da köylerin yakılması, askeri şiddet, toprak gaspları ile devam eden apartheid rejimi insanlığın düşmanıdır. İsrail hükümetinin uygulamaları, yerleşimci sömürgeci yapının, uluslararası soykırım tanımıyla örtüşen pratiklerine dönüşmüş durumdadır.
Uluslararası toplumun sessizliği, yalnızca ahlaki bir çöküş değil, hukuki bir suç ortaklığına dönüşmüştür. Batılı devletlerin “İsrail’in kendini savunma hakkı” söylemi altında Gazze’deki sivillerin katledilmesine sessiz kalmaları, uluslararası hukukun yalnızca galipler için işlediğini bir kez daha göstermektedir. Bu sessizlik, Holokost’tan sonra inşa edilen “bir daha asla” ilkesini değersizleştirmektedir.
Bu nedenle Nakba’yı anmak, sadece bir hafıza eylemi değil; aktif bir müdahale çağrısıdır. Bu çağrı, Filistinlilerin insanca yaşama hakkını savunmak kadar, uluslararası hukuku araçsallaştıran Batı merkezli düzene de karşı çıkmaktır. Gazze’de yaşananlar karşısında susmak, yalnızca geçmişteki adaletsizlikleri inkâr etmek değil, bugün işlenen suçlara da ortak olmaktır. Bu sebeple sadece tarihle yüzleşmek yetersiz olduğu kadar, geleceğe dair sorumluluk almak gereklidir. Adalet ancak, Filistin’de hayat yeniden kurulabildiğinde ve dünya bu suça ortak olmaktan vazgeçip suçluları adalet karşısına çıkarabildiğinde mümkündür. Filistin yanarken, hiçbir sessizlik tarafsız değildir.
Paylaş: