Makaleler

Sosyologlar Filistin Hakkında Neden ve Nasıl Konuşmalı? – Michael Burawoy

3 Şubat 2025’te trajik bir şekilde hayatını kaybeden Marksist teorisyen Michale Burawoy’un bu son yazısı, Berkeley Üniversitesindeki web sitesinde, Sociological Review’da yayımlanmak üzere listelenmiştir. Bu makalenin erken bir versiyonu, Ağustos 2024’te Porto’da düzenlenen Avrupa Sosyoloji Derneği toplantısında sunulmuştur. 

Çeviri: Tuğba Yavuz

Filistin hakkında konuşma meselesine tersten başlayacağım: Sosyologlar neden Filistin hakkında konuşmamalı? Ve eğer konuşacaksak, bu konuya katkımız ne olmalı? 

Filistin hakkında konuşmak, en azından tarihine dair temel bir bilgi gerektirir: Filistin mücadelesi yalnızca fiziksel bir savaş alanında değil, aynı zamanda tarihin yorumu ve bastırılması üzerinden yürütülen bir tarihî çarpışma alanında da verilmektedir. Geçmişi anlamlandırmak, geçmişi şimdiye ve geleceğe bağlamak için yönlendirici bir kavramsal/kuramsal çerçeveye ihtiyacımız var. Ben de başkaları gibi, “yerleşimci sömürgecilik” kavramını bu çerçeve olarak seçtim. 

Bu yazının bakış açısı budur: Filistin/İsrail tarihini, çok farklı bir yerleşimci sömürgecilik biçimi olan Apartheid Güney Afrikası merceğinden ele alarak açımladığım bir bakış açısı. Böylece 21. yüzyıl sosyolojisi, yapması gerekeni yapar – karanlık bir durumdan çıkış için olasılıklar sunar.

Tarafsızlık Meselesi

Peki neden Filistin hakkında konuşmamalıyız? Yaygın bir yanıt, sosyal bilimciler olarak politik konulara karşı “tarafsız” kalmamız gerektiğidir. Taraf tutmak ya da belli bir değer yargısı benimsemek; açıklamalarımızı çarpıtmak, anlayışımızı “önyargılı” hale getirmek ve bilimi kirletmek anlamına gelir. Ancak yanlış yorumların aksine, Max Weber’in de (1949) belirttiği gibi, sosyal bilimciler, araştırmalarını herhangi bir bakış açısı olmadan yürütemez. Dünyanın “sonsuz çeşitliliğini” incelemek için, onu yorumlayabilmek adına seçim yapmamız gerekir. Üstelik sosyal bilimciler diğer insanlardan farklı değildir; araştırmacı olarak eylemleri, benimsedikleri değerler tarafından yönlendirilir. Bir duruş sergilemeyi reddetmek bile başlı başına bir duruştur – mevcut durumu, yani Gazze’de ve ötesinde Filistinlilere yönelik İsrail’in orantısız katliamını destekleyen bir duruş.

Eğer bir duruş sergilememiz gerekiyorsa, o zaman bu ne tür bir duruş olmalı? Hangi taraftayız? Her tarafın kendi gerekçesi, kendi anlatısı vardır. Siyonist1 tarafta, Filistinliler – Hamas tarafından kışkırtılarak – 7 Ekim 2023’te gerçekleştirdikleri kanlı saldırıyla mevcut savaşı başlattılar. Bu bakış açısına göre, Hamas tüm Filistinlileri temsil eder – yok edilmesi gereken “hayvanlar”. Filistin tarafında ise tarih 7 Ekim’de başlamadı; bugünü anlamak, 1947-48 Nakba’sına yani 750.000 Filistinlinin kendi yurtlarından zorla sürüldüğü etnik temizliğe dönmeden mümkün değildir. Siyonist taraf şöyle yanıtlar: 1947-48, Holokost’ta altı milyon Yahudi’nin yok edilmesiyle yerinden edilen Yahudi halkının özgürlük mücadelesiydi. Filistinli şu karşılığı verir: Biz neden mağdurların mağduru olalım? Bunu kim kararlaştırdı? Siyonist cevaplar: Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Balfour Deklarasyonu, Filistin’i Yahudiler için bir yurt olarak ilan etti – “topraksız bir halk için halksız bir toprak.” Filistinliler karşı çıkar: Britanya böyle bir sözü verme yetkisini kimden aldı? Bu topraklar Osmanlı döneminde ve öncesinde bizimdi. Kendinden emin Siyonist ise şöyle karşılık verir: Yanılıyorsunuz, bu atalarımızın toprağıdır ve bu hak Tevrat geleneğiyle kutsanmıştır. 19. yüzyılın sonundaki Yahudi göçüyle başlayan bu tartışma bugün hâlâ devam etmektedir. Her iki tarafta da ideoloji yüzeysel değildir; psikolojik olarak sarsılmaz, sosyolojik olarak çözülemez, tarihsel olarak kökleşmiştir. Her iki taraf da birçok çelişkiyi ve anomaliyi ya soğurarak ya da gizleyerek içinde barındırabilecek bir kapasiteyle donanmıştır.

Dünyayı her iki taraftan görmek önemlidir ancak bu aynı zamanda tarafsızlık için bir gerekçe haline de gelebilir. “Her iki taraf da suçlu, her birinin kendi anlatısı var; biz dışarıdakiler taraf tutmak zorunda değiliz.” Sonuçta biz “medeniyiz”; böyle bir savaşın parçası olmayız. Peki ama gerçekten savaşın dışında mıyız? Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan bizler, savaşın tam göbeğindeyiz; 7 Ekim’den sonraki ilk yılda verilen 22 milyar dolarlık askerî yardımla (Bilmes, Hartung ve Semler 2024) bu savaşın suç ortağıyız – Filistinlileri katletmek için kullanılan silahlar; ayrım gözetmeksizin öldürmek, sakat bırakmak, toprakları enkaza çevirmek, yaşayan ölüler yaratmak ve yalnızca Gazze’de değil, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Lübnan’da da yok edilme dehşetini yaymak… İsrailli tarihçi Avi Shlaim’in de (2009) belirttiği gibi, İsrail’in bu “haydut devlet” hali hiçbir zaman “göze göz” ilkesine inanmamıştır; onun yerine “kirpiğe göz” anlayışını benimsemiştir. Adına ister intikam ister “gerilimi tırmandırma egemenliği” deyin, hangi ölçüyle bakarsak bakalım, İsrail’in 7 Ekim’den bu yana verdiği yanıt orantısızdır. Bu simetrik bir savaş değil; o halde tarafsızlık nasıl mümkün olabilir?

Tarafsızlık için üçüncü bir neden daha var: korku. Savaş artık kalemize sızmış durumda; Filistin hakkında soğukkanlılıkla tartışma yapamaz hâle geldik. Taraf tuttuğumuzda, can güvenliğinden endişe edenleri savunmaya cesaret ettiğimizde, kendi kariyerimiz için korkarız. Kendi tarafımızdayız artık. Üniversite giderek bir mücadele alanına dönüşüyor. Yukarıda, üniversitenin mütevelli heyetleri hükümetin direktifleriyle, İsrail yanlısı lobilerin baskısıyla, bağışlarını geri çekmekle tehdit eden bağışçılarla, müfredatları denetleyen düşünce polisleriyle, sınıflara uzanan kollarla ve Filistin yanlısı akademisyenleri sosyal medyada hedef alan trollerle baskı altında. Filistinli mültecilerle özdeşleşen öğrenci protestolarına ve kamp alanlarına katılmaya cesaret edenler, “antisemit” olarak damgalanma ya da iptal edilme [to be cancelled, “cancel culture”a referansla – ç.n.] riskiyle karşı karşıya kalıyor. Diğer tarafta ise protestolara açıkça karşı çıkanlar, duyarsız Siyonistler olarak kınanma riski taşıyor. Akademik özgürlük, kırılgan; gözlerimizin önünde buharlaşıyor. En iyisi üçüncü raydan uzak durmak, en iyisi tarafsız kalmak.

Ancak üniversiteye yönelik bu saldırı – ve sosyoloji işini doğru yapıyorsa, erkenden hedef alınacağından emin olabilirsiniz – barışçıl protestoyu savunmak için başlı başına bir neden olmalıdır. Daha Trump başkan seçilmeden önce, muhafazakâr Heritage Foundation (2024), Amerika Birleşik Devletleri’nde “antisemitizm belasıyla” mücadele etmek ve “küresel Hamas Destek Ağı”nı – ki onların görüşüne göre bu ağ, dersliklerimizde filizlenmiştir – temizlemek için Operation Esther adlı girişimi teşvik etmişti. Onların gözünde bu kamp alanları “haşerelerle” kaynıyordu. ABD’de ve başka yerlerde de, Filistin yanlısı protestolara yönelik saldırı, profesyonel-uzman sınıfa ve üniversitelerde yetişmiş olan onların yandaşlarına karşı yürütülen daha geniş çaplı savaşın ince ucudur. “Tarafsızlık” iddiasının arkasına saklanabiliriz ama yine de biçileceğiz. Eğer üniversitenin özerkliğini savunmak için bir duruş sergilemezsek, sonunda ayakta duracak bir yerimiz bile kalmayabilir.

Üniversiteye yönelik daha geniş çaplı saldırıyı püskürtmenin ötesinde, Filistin davasına desteğimizi haklı çıkaran özel bir şey yok mu? Dayanışma bildirgesinde açıkça ifade edilen ahlakî ve insanî nedenler, Filistinlilere duyulan sempatiyi Sudan, Myanmar, Ukrayna, Suriye ve Haiti’de acı çekenlerin üzerine mi yerleştiriyor? Belki evet. Belki de Filistinlilere yönelik süregiden katliam, tümü arasında en aşırı, en barbarca olanıdır. Gözlerimizin önünde, ekranlarımızda canlı olarak gerçekleşiyor; yüzümüze çarpıyor; ondan kaçmak mümkün değil. Batılı güçlerin İsrail’e verdiği koşulsuz destek ona tarihsel bir anlam kazandırıyor.

Bir sosyolog için, sadece hangi tarafta olduğunu ilan etmek ve sonra yola devam etmek yeterli değildir; biz sosyologlar, politik bağlılıklarımızı teorik bir çerçeveye yerleştiririz. “Postkolonyal” bir dönemde, İsrail devleti tarafından Filistinlilere uygulanan sistematik ve açık baskı onu benzersiz kılıyor. Bu durum, kendi geçmişimizi yeniden gözden geçirmemizi zorunlu hale getiriyor ve çürüyen imparatorlukların enkazı olarak “yerleşimci sömürgeciliği”ne yeni bir önem kazandırıyor.

Karşılaştırmalı Tarih: Apartheid’dan Yerleşimci Sömürgeciliğe

Eğer sosyoloji, Filistin’i çağımızın mücadelesi olarak konumlandırabiliyorsa, bu mücadeleye nasıl katkı sunabilir? Kendine özgü bir yöntemi var mı? Bu soruya yanıt olarak, karşılaştırmalı tarih yöntemi oldukça yararlı olabilir. Bazıları, özellikle karşılaştırılan ülkeler Apartheid Güney Afrikası ya da İsrail/Filistin olduğunda, iki ülkenin tarihini karşılaştırma yöntemine karşı çıkabilir. Bu ülkeler klasik tabirle “elma” ve “portakal” gibidir. Ama mesele tam da budur — sosyoloji, “elma”ları ve “portakal”ları iki farklı meyve türüne dönüştürme sanatıdır; böylece ilk bakışta kıyaslanamaz görünen şeyleri kıyaslayabiliriz. 1967’den sonra, İsrail’i eleştirenler arasında onu Güney Afrika’daki Apartheid rejimiyle karşılaştırmak giderek yaygınlaştı. Bugün İsrail’den bir “apartheid devleti” olarak söz etmek artık olağan bir durumdur (Pappe, der. 2015). Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslararası Af Örgütü de İsrail “apartheid”ını kınamıştır. Ancak bu süreçte “apartheid” kavramı Güney Afrika’ya özgü anlamını yitirerek yalnızca kurumsallaşmış bir ırksal tahakküm biçimine indirgenmiştir.2

Bazı akademisyenler, benzer kurumlara odaklanarak bu benzetmeyi sürdürmüşlerdir; örneğin, İşgal Altındaki Toprakları, Bantustanlarla karşılaştırmışlardır (Farsakh 2005). Her iki yapı da öz yönetimin bir parodisidir ancak İsrail örneğinde bu yapılar toprak genişlemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkarken Güney Afrika’da önceden var olan ulusal topraklar içinde oyulmuştur. Bu tür karşılaştırmalar önemli olmakla birlikte, belirli siyasi ve ekonomik düzenlemeleri bütünden koparır. Rejimler arasındaki temel farkları tanıyarak — örneğin Güney Afrika Apartheid rejiminin, İsrail’in Yeşil Hat içerisindeki Filistinlilere uyguladığı ikinci sınıf vatandaşlık sistemine benzer bir yapıyı hiçbir zaman geliştirmemiş olması ya da Gazze gibi yoğun nüfuslu bölgelerin topyekûn imhasının yaşanmamış olması — bazı akademisyenler, İsrail/Filistin durumunun giderek Güney Afrika Apartheid’ına dönüştüğünü ileri sürmektedir (Zreik ve Darkwar 2020, Dubow 2024).

Tüm bu örneklerde, ister söylemsel ister akademik olsun, “apartheid” terimi, Apartheid Güney Afrikası ile İsrail/Filistin arasındaki benzerlikleri vurgulamak için kullanılmaktadır. Oysa ben, bu benzerliklerin yanı sıra farkları vurgulamanın da aynı derecede önemli olduğunu öne süreceğim. Bu amaçla, yerleşimci sömürgecilik kavramını geliştiriyorum; burada bir sömürgeci gücün özneleri, nihayetinde hem destekleyen metropol hem de yerli nüfusla karşı karşıya gelen, iki cephedeki iki çatışmayı yaşayan yerleşimcilere dönüşür.

Son yirmi yılda, yerleşimci sömürgecilik çalışmaları kendine özgü bir alan haline gelerek İspanya, Portekiz, Britanya ve Fransa’nın emperyal tarihleri üzerine yeni bir ışık tutmuştur. Filistin de bu kategoriyi örneklemektedir.3 I. Dünya Savaşı sırasında genişleyen Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Filistin; Rusya ve Doğu Avrupa’daki pogromlardan kaçan ve ardından Holokost’u yaşayan Yahudilerin yerleştiği, Britanya İmparatorluğu’nun bir ileri karakolu haline geldi. İsrail’in kurulmasına dair Filistinliler tarafından yazılan yazılar uzun zamandır “yerleşimci sömürgecilik” kavramını kullanmış fakat bu kavram ancak 1967 savaşı ve İşgal Altındaki Toprakların oluşturulmasından sonra İsrailli sosyolojide kritik bir bakış açısı haline gelmiştir. Bugün yerleşimci sömürgecilik, kendi dergisine sahip, gelişen bir karşılaştırmalı alan haline gelmiştir: Settler Colonial Studies.4

Bir egemenlik biçimi olarak, “yerleşimci sömürgecilik” kavramı, en azından yerleşimcilerin bakış açısına göre sorunlu bir kavramdır (Kirsch, 2024; Greenstein, 2024). Siyonistler genellikle bunu doğrudan reddederler: Filistin’i kendi eski toprakları olarak görürler ve Filistinlileri yasadışı işgalciler olarak kabul ederler – Filistinliler ya insanlar olarak var olmazlar ya da göçebe, geri kalmış bir halk olarak görülürler ve himayeye ihtiyaç duyarlar (Brager 2021). Eğer Siyonist yerleşimcilere karşı gelirlerse, Filistin’den sürülmeleri ya da başka bir şekilde yok edilmeleri gereken teröristlerdir. Siyonistler için, Yahudilerin soykırım mağdurları olması, sadece Siyonist fetihleri meşru kılmakla kalmaz, aynı zamanda onu benzersiz ve karşılaştırılamaz hale getirir.5

Siyonistler, sömürgeleştiren bir güç tarafından hiçbir zaman desteklenmediklerini iddia ederler ancak Dünya Siyonist Örgütü benzer bir rol oynamıştır; 1901’de yerleşimciler için toprak satın almak amacıyla Yahudi Ulusal Fonu’nu kurmuş, bu topraklar da mülk sahipleri tarafından terk edilmiştir. Daha sonra Filistin, Milletler Cemiyeti Mandası (1922-1948) altında Britanya’nın sorumluluğuna girmiş; Yahudi yerleşimciler Filistinliler aleyhine desteklenmiştir (Khalidi 2006). Bugün İsrail ile ABD arasında göbek bağı gibi bir ilişki vardır; bu ilişki, 1967 savaşından sonra kökleşmiştir.

1980’ler ve 1990’lar açısından, “apartheid” teriminin İsrail/Filistin’e uygulanması, kurumsallaşmış ırksal egemenliğin bir biçimi olarak yenilikçi bir teorik ve siyasi gerekçeye sahipti. Ancak 2024 açısından bu, yeterince ileri gitmemektedir. İki ülke çok farklı görünüyor: Birinci durumda, İsrail/Filistin içinde ve dışında genişleyen bir savaş var; ikinci durumda ise, Afrika’dan gelen göçmenlere yönelik yabancı düşmanı saldırılara ve devam eden sınıf mücadelesine rağmen artık kendi içinde savaşmayan entegre bir toplum bulunuyor.

Unutulmamalıdır ki, birkaç on yıl önce Güney Afrika kendi Armageddon’uyla karşı karşıyaydı. Önce 1973’te Durban’daki tabandan gelen sendika grevleri ve 1976’da Bantu eğitimine karşı Soweto ayaklanmasıyla başlayarak artan protestolar, ardından yeni kurulan Güney Afrika Sendikalar Kongresi (COSATU) ile isyancı sivil toplumun birleştiği genişleyen ırkçılık karşıtı mücadeleler geldi. 1980’lerde Güney Afrika devleti bir terör devleti haline geldi, kasabaları askerî işgal altına aldı, silahsız protestocuları öldürdü, liderlere suikastler düzenledi, kimyasal savaş geliştirdi, yargısız tutuklama ve gözaltılar yaptı. Çoğunluğu siyah olmak üzere tahminen 20.000 kişi, o on yılın iç savaşında hayatını kaybetti. Buna, Güney Afrika Savunma Kuvvetleri tarafından komşu ülkelerde, özellikle Angola ve Mozambik’te kışkırtılan iç savaşlarda ölen yaklaşık 1,5 milyon insan da eklendi. Yine de, sürgündeki ve yeraltındaki Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile Milliyetçi Hükümet arasında önce gizlice, sonra daha açık bir şekilde barış görüşmeleri başladı; nihayetinde ilk serbest seçimler, çoğunluk yönetimi ve Apartheid’ın çözülmesiyle sonuçlandı (Cock 1991; Maharaj ve Jordan 2021; Mandela 1994; Steinberg 2023).

Burada, aynı şekilde isyancı bir taban hareketi olan Birinci İntifada (1987-1992) ile paralellikler bulunmaktadır. Bu hareket, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail hükümeti arasında, ABD’nin desteklediği, aslında teslimiyet gibi görünen “müzakerelere” yol açtı (Khalidi 2020). 1993 ve 1995 Oslo Anlaşmaları; Batı Şeria’yı bölgelere ayırdı, yerleşimlerin genişlemesini korudu ve İsrail güvenliğini yeni kurulan Filistin Yönetimine devretti. FKÖ’nün ihanetine yönelik halk öfkesi, Batı Şeria’daki yerleşimlere, Gazze’nin bombardımanına ve Lübnan’daki Hizbullah’a karşı savaşmaya yönelik İkinci İntifada’ya (2000-2006) dönüştü. Bu, tüm sorunlarına rağmen, Güney Afrika’nın müzakere edilen geçişinden çok farklıydı.

Güney Afrika Perspektifinden Filistin/İsrail

Bu farklı sonuçları ne açıklıyor?6 Birçok faktör devreye giriyor ancak bu farklılıkların altında yatan iki ayrı yerleşimci sömürgecilik projesi bulunmaktadır: biri arazi gaspına, diğeri ise emek sömürüsüne dayalıdır. İlki, bir tarafın kazandığını diğer tarafın kaybetmesiyle sonuçlanan sıfır toplamlı bir çatışmadır. Şiddetin giderek daha fazla kullanıldığı, bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadeledir. Çözümü, yok etme ya da bölünme şeklinde olur. İkincisi, genişleyen kapitalist sınıfın sömürgeleştirilenlerin emeğine dayandığı sıfır olmayan toplam bir çatışmadır; bu da onlara “yapısal güç” verir, yani sömürgeleştirilenlerin örgütsel kapasitesinin sağladığı potansiyel bir kaldıraç gücü – ki buna “birleşik güç” diyebiliriz ve başarılı olduğunda uzlaşmaya yol açar.7 Bu iki ideal tipik sömürgecilik biçimi her zaman bir arada bulunur, bir tanesi baskın olur ama diğeri asla dışlanmaz. Filistin’in Siyonist kolonizasyonu durumunda baskın olan biçim, arazi gaspı ve sınırsız şiddetin artmasıdır; oysa Güney Afrika’da baskın olan biçim, anti-kolonyal mücadeleler sayesinde güçlendirilen ve ırksal dayanışmayla pekiştirilen “birleşik güç” tarafından desteklenen emek sömürüsüdür ve bu, Apartheid’a diz çöktürmüştür. ANC ile Zulu Şefi Buthelezi’nin liderlik ettiği Inkatha Özgürlük Partisi arasında Apartheid devletinin desteklediği şiddetli bir çatışma da dahil olmak üzere, geçiş şiddetli olmuştur. Bu şiddet ne kadar zalimce olursa olsun, hiçbir zaman İsrail’in Gazze’yi yok etme seviyesine ulaşmamıştır.

Bu farklı yerleşimci sömürgecilik yolları değişmez değildir. Nitekim, Güney Afrika’da yerleşimci sömürgecilik, 17. yüzyıl ortalarında Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin bir “Afrikaner” karakolu olarak başlamıştır. Bu başlangıçta esas olarak arazi gaspına dayanıyordu ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru elmas ve altın keşifleriyle birlikte İngilizler, Afrikaner Cumhuriyetlerini fethederek emek sömürüsüne dayalı yeni bir yerleşimci sömürgecilik biçimi geliştirdiler (Simons ve Simons 1969; Burawoy 1981; Webster 1985). Bu geçiş, acılı bir süreçti ve iki Boer savaşı (1880-1881 ve 1899-1902) sonucunda 1910’da Güney Afrika Birliği’ne yol açtı. Bu, 1910’dan sonra arazi gaspının olmadığı anlamına gelmez ancak bu, emek sömürüsüne hizmet eden bir arazi gaspıydı.

Filistin’de paralel bir dönüşüm gerçekleşti, ancak ters yönde. Yüzyılın başında Yahudi göçmenler, Yahudi Ulusal Fonu tarafından satın alınan arazilere yerleştiler ve bu durum, iş bölümü üzerine bir mücadeleye yol açtı – kim kimi sömürecekti? Gershon Shafir’in (1996) gösterdiği gibi, çözüm, kibbutzim hareketinin ve daha sonra İsrail devleti ve İşçi Siyonizminin temeli haline gelen Histadrut işçi örgütünün merkezinde yer alan Yahudi iş gücü dışlayıcılığıydı. Arazilerin satın alınması, daha fazla Yahudi geldikçe giderek daha önemli hale geldi. Britanyalılar (1937) ve ardından Birleşmiş Milletler (1947) Filistin’i bölmeyi önerdiğinde, Filistinliler bu planı reddetti. Siyonistler sadece Britanya yönetimine değil, aynı zamanda Filistinlilere karşı da savaşa girdiler ve yaklaşık 750.000 kişiyi (geri dönüş hakkı olmadan) sürgün ettiler, bu da Filistin nüfusunun yarısından fazlasını oluşturuyordu. Savaş sırasında Yahudiler, Filistin’in toprak kontrolünü %7’den %78’e ve nüfus artışını %32’den %80’in üzerine çıkardılar. 1948’den sonra Filistinliler, İsrail iş gücünün bir azınlığıydı. Bu rakam siyasi koşullara göre dalgalanıyordu ve Filistinliler özellikle inşaat ve hizmet gibi belirli sektörlerde yoğunlaşmışlardı, bu da siyasi etkilerini ciddi şekilde sınırlıyordu (Pappe 2006, Said 1979, Sabbagh-Khoury 2023, Younis 2000).

Bu temel ekonomik ilişkiler – toprak mülkiyetinin gaspı karşısında emek sömürüsü – yerli halk ile yerleşimci arasındaki mücadelenin şartlarını belirledi; sonuç ise ulusal, bölgesel ve küresel güç dengesine bağlıydı. 1948’de iktidara gelen Güney Afrika Milliyetçi Hükümeti, kendi ekonomik projesini ilerletmeye hevesli olarak liberal bir yönde hareket etti. İç çatışmalar yaşansa da nihayetinde kapitalist gelişim stratejisi doğrultusunda Apartheid yapısını parçalamaya hazırlardı (O’Meara 1983). 1948’de iktidara gelen İsrail rejimi ise ters yönde hareket etti – Filistin topraklarının fethedilmesi ve halkının soykırıma uğratılması yönünde ilerledi.

Bölgesel olarak da paralellikler ve farklar bulunmaktadır. 1966’da Başbakan Vorster’in liderliğinde başlayan Güney Afrika Apartheid rejimi, Afrika’daki yeni bağımsız ülkelerle diplomatik ilişkiler ve ekonomik işbirliği geliştirmeyi amaçladı. Ancak 1974’te Mozambik ve Angola bağımsızlıklarını kazandıktan ve ANC’nin askerî kamplarına ev sahipliği yaptıktan sonra, Apartheid rejimi; ANC yanlısı komşu hükümetleri devirmeye yönelik askerî gücünü kullandı, karşıt partilere ve hareketlere destek vererek iç savaş çıkarmaya çalıştı. Benzer şekilde İsrail, çevresindeki ülkeleri – Lübnan, Suriye ve Mısır’ı – boyun eğdirmek için diplomatik ve askerî yolları birleştirdi. 7 Ekim 2023’ten sonra İsrail devleti, komşu Arap devletleriyle 2020’deki Abraham Anlaşmalarından vazgeçerek askerî bombardıman ve toprak genişlemesine yöneldi. İsrail’in toprak gaspı; kendilerini bölgeye dağılmış, mülteci kamplarında ve farklı İşgal Altındaki Topraklar ile Arap rejimleri arasında sıkışmış bulan anti-sömürgeci hareketler için kimi sonuçlar doğurdu. Bu, Güney Afrika’nın anti-sömürgeci hareketlerinden oldukça farklıydı, çünkü o hareketler tek bir ulusal alana odaklanmıştı ve büyük ölçüde ANC ve müttefiklerinin hegemonyası altındaydı.

Diğer bir farklılık ise, Avrupa güçleri tarafından desteklenen Amerika Birleşik Devletleri’nin rolü ve İsrail devletinin genişlemeci eğilimlerine koşulsuz desteğidir. ABD desteği, bölgedeki jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını korumaya yönelik stratejik bir hamle olarak başladı ancak 1967, 1973 ve 1982 yıllarındaki savaşlarda İsrail’in çevredeki ülkeleri ne kadar kolay bir şekilde yok edebileceği ortaya çıktığında derinleşti. Zamanla, İsrail ekonomisi – en yeni askerî donanımın geliştirilmesi, test edilmesi ve ardından satılması için bir laboratuvar olarak – ABD’nin askeri-sanayi kompleksine entegre oldu (Loewenstein 2024). Güney Afrika, Afrikaner gücünün zirveye ulaşmış olduğu dönemde bile, ekonomisi Batılı şirketler tarafından domine edilse de, ABD ya da Britanya devletiyle böyle yakın bir ilişki geliştirmedi.

Ve uluslararası bağlamda ideolojik bir yön de bulunmaktadır. İsrail, her zaman kendisini kâfirler denizinde bir Batı karakolu, otoriterliğin çevrelediği bir demokrasi adası olarak sunmuştur; bu vizyon, İsrail lobisi tarafından, ABD’deki milyarder bağışçılar tarafından finanse edilerek yayılmaktadır (Mearsheimer ve Walt 2007). Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC), en ufak bir şekilde Filistin yanlısı duygularını kamuya ifade eden herkesi hedef alır; ister Filistin yanlısı kampları kapatmak için yeterince çaba göstermeyen Şansölyeler, isterse Filistin yanlısı kongre adayları olsun. Siyonizme olan coşkulu destek, İsrail yanlısı Yahudilerden daha fazla şekilde Evanjelik Hristiyanlardan da gelir.

Buna karşılık, Apartheid devleti benzer bir küresel desteğe sahip değildi. Aksine, 1980’lerde hız kazanan ve sonunda İngiliz Milletler Topluluğu ülkeleri ile ABD tarafından desteklenen anti-apartheid hareketi, önemli bir güç haline geldi. 1986’da ABD Kongresi, Başkan Reagan’ın vetosuna rağmen, Güney Afrika’ya ekonomik ve politik yaptırımlar getiren kapsamlı bir anti-apartheid yasasını kabul etti. Afrika Ulusal Kongresi, bir terörist örgüt olmaktan kurtulup ABD sivil haklar hareketine benzer bir özgürlük hareketine dönüştü. Filistinlilerle ilgili olarak ise, 2023-24 yıllarında küresel bir onay almış olsalar da, böyle bir değişim yaşanmadı. Tüm göstergeler, bir önceki Trump yönetimi gibi, yeni Trump yönetiminin de İsrail’e soykırım misyonunda kararlı bir destek vereceğini gösteriyor.

Sosyolojik Dersler

Filistin hakkında konuşmanın sosyolojik dersleri nedir? Sosyologlar olarak, kendi özgün sesimizi geliştirmemiz ve mesleğimizin araçlarını harekete geçirmemiz gerekiyor. Bunu yapmanın bir yolu, bizi bugüne getiren temel etkileri ve süreçleri anlamak ve ileriye dönük yolları işaret etmek için politik olarak taahhütlü ve teorik temele dayalı karşılaştırmalı analiz yapmaktır.

İlk olarak, yerleşimci sömürgeciliği perspektifi, tarihin – ki savaşlar ve devrimler aracılığıyla kırılma noktalarına sahiptir – yukarıdan ve aşağıdan, çoğu zaman her ikisi tarafından da kesintiye uğratılabileceğini gösteriyor. Geçmiş belirleyici değilse, o zaman gelecek de belirleyici değildir. ABD; Vietnam, Irak ve Afganistan’daki savaşlarını ekonomik, politik ve ideolojik olarak çok pahalı hale geldiklerinde sonlandırdı. O zaman neden İsrail olmasın? Bunun bir nedeni, İsrail’in, ABD vatandaşlarını savaşçı ya da kurban olarak dahil etmeden ABD adına vekalet savaşları yapmaya hevesle katılmasıdır; ancak, 11 Eylül’ün gösterdiği gibi, ABD saldırılardan bağışık değildir.

İkinci olarak, hem İsrail/Filistin hem de Güney Afrika’nın tarihi, silahlı mücadelenin yerleşimci sömürgeciliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu gösteriyor. Yerleşimci ile yerli arasındaki şiddetten dehşete düşebiliriz ancak bu, şekli ya da sonucu önceden belirlenmemiş olsa da, yerleşimci sömürgeciliğin doğasında vardır. Güney Afrika’da ulusal, bölgesel ve uluslararası güçlerin dengesi, iş gücü sömürüsünün uzlaşma sağlaması potansiyelini desteklerken İsrail/Filistin’deki güç dengesi, şiddet için toprak gaspı potansiyelini desteklemiştir.

Üçüncü olarak, iki yerleşimci sömürgecilik arasındaki farkları tanıyarak, İsrail/Filistin’de Güney Afrika çözüm arayışlarını inceleyebiliriz; örneğin, 2021’deki (şiddetsiz) Birlik İntifadası gibi, genel grev düzenleyen ve Filistin diasporası boyunca mobilize olan bir hareketi, işgal altındaki topraklardan Doğu Kudüs’e, Filistin, Suriye, Lübnan ve Ürdün’deki mülteci kamplarına kadar genişleyen bir hareketi (Sabbagh-Khouri, yakında yayımlanacak)… Bu coşku, etkili bir yapısal güç oluşturabilir mi? İsrail devleti, Filistinli işbirliğine nasıl daha fazla bağımlı hale gelebilir?

Dördüncü olarak, tarihî karşılaştırma sadece gelecekteki olasılıkları keşfetmekle kalmaz, aynı zamanda bu olasılıkların sınırlarını da çizer. Görüyoruz ki, yerleşimci sömürgeciliğinden çıkmak hiç kolay değildir ve mirası, çözülse bile devam eder. İş gücü sömürüsü, yerleşimci sömürgeciliğe şiddetsiz bir çözüm getirebilir ancak sömürü, Apartheid’ın çözülmesiyle mucizevi bir şekilde sonlanmaz – aksine, daha da yoğunlaşır (Bond 2004). Marx’ın Yahudi Sorunu Üzerine eserinde öğrettiği gibi, dekolonizasyon, insan özgürlüğü değildir; bu, insan özgürlüğüne mutlaka götüren bir yol da değildir.

Son olarak, yerleşimci sömürgeciliğe karşı mücadeleler dünya çapında yankı bulmaktadır: Güney Afrika’nın Apartheid’a karşı direnişi bir zamanlar “yerli” mücadelelerinin evrenselliğini temsil ediyordu, ancak bugün Güney Afrika, İsrail devletine karşı soykırım suçlamasıyla bayrağı Filistinlilere devretmiştir. Hayatta kalma mücadelesinde, Filistinliler sadece kendilerini kurtarmakla kalmayacak, aynı zamanda bu süreçte İsrail’i kendi kendisinden ve dünyayı yerleşimci emperyalizmin etkilerinden kurtarabilirler. Ancak Filistinliler bunu tek başlarına başaramazlar. Bu küresel bir mücadele olmalıdır. 

1 “Siyonist” terimiyle, orijinalde 19. yüzyılda Yahudi halkı için Filistin’de bir ulusal vatan kurmayı amaçlayan bir milliyetçi hareket olan Siyonizm’in takipçisini kastediyorum. Bu hareket, 1948’de kurulan İsrail devleti ideolojisi haline geldi (birçok eğilimiyle birlikte). Şunu netleştirmek gerekir ki, tüm Yahudiler Siyonist değildir ve tüm Siyonistler de Yahudi değildir.

2 1973’te BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen Ayrımcılık Sözleşmesi ve 1998’de Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen Roma Statüsü’ne göre, “ayrımcılık”, “bir ırk grubunun diğerine karşı sistematik baskı ve egemenlik uyguladığı, bu sistemi sürdürme niyeti taşıyan kurumsallaşmış bir rejim” olarak tanımlanmaktadır. Siyasi olarak ne kadar faydalı olursa olsun, bu tanım o kadar genel ki, Güney Afrika ile İsrail/Filistin arasındaki dikkatli tarihsel karşılaştırmalar için analitik olarak sınırlıdır.

3 “Yerleşimci sömürgeciliği”nin küresel önemi için Englert (2022) ve Mamdani (2020)’ye, İsrail/Filistin’e uygulanışının tarihi için ise Sabbagh-Khoury (2022)’ye bakınız. Yerleşimci sömürgeciliği, yerleşimcinin yerli halkın aleyhine odaklanması nedeniyle eleştirilmiştir. Bu, İsrail’in “yeni tarih yazımı” için doğru olabilir ancak bu kavramın doğasında bulunan bir şey değildir. Dahası, “yerleşimci” fikrini merkezde tutmak, yerleşimci sömürgeci devlet tarafından uygulanan farklı yerleşimci projelerin önemini görmemizi sağlar.

4 Çağdaş yerleşimci sömürgecilik çalışmalarının önde gelen ismi Patrick Wolfe (2006, 2012, 2016), “yerli”nin “ortadan kaldırılmasına” yol açtığını iddia ettiği toprak gaspına odaklandı; bu süreç, kabileden çıkarma, asimilasyon veya soykırım yoluyla gerçekleşiyordu. En sevdiği örnekler Avustralya, Kanada, ABD ve Filistin’di ancak Güney Afrika ortadan kaldırmaya değil sömürüye dayalı olduğundan, onun çerçevesine ciddi bir meydan okuma oluşturuyordu. Fayez Sayegh (1965), çok daha önce, toprak genişlemesi ve “yerli”nin dışlanmasına dayalı Siyonist yerleşimci sömürgecilik ile “yerli”nin eşitsiz şekilde entegrasyonuna dayalı geleneksel Avrupa kolonizasyonu arasında ayrım yapmıştı.

5 Yerleşimci sömürgecilik fikrini benimsemek ve etnik temizlik yapmanın İsrail’in hayatta kalması için gerekli olduğunu iddia etmek mümkündür. Bu şekilde, İsrail’in bir yerleşimci koloni olarak kabul edilmesini tanıyan İsrailli “yeni tarihçilik” akımının orijinal katkıcılarından biri olan tartışmalı tarihçi Benny Morris (2004), Ari Shavit ile yaptığı ünlü bir röportajda, Ben Gurion’un 1948’de Filistinlileri kovma işini daha iyi yapması gerektiğini, çünkü bunun İsrail’in geleceğini stabilize edeceğini belirtti. Yerleşimci sömürgecilik fikrinin kabulü, İsrail devletinin savunulmasıyla tutarlıdır – bu, toprak gaspına dayalı yerleşimci sömürgecilik çatışmasının sıfır toplamlı bir çatışma olarak mantıklı bir sonucu olup genellikle 20. yüzyıl Revizyonist Siyonizminin kurucusu Jabotinsky ile bağlantılıdır ve Likud Partisi tarafından miras alınmıştır.

6 “Apartheid” benzetmesinin ötesine geçerek, Güney Afrika ve İsrail/Filistin’in paralel ve farklı tarihlerini izleyen bir literatür bulunmaktadır. Klasik çalışmalardan bazıları Greenstein (1995 ve 2023) ve Younis (2000) tarafından yapılmıştır. Her ikisi de sömürgeleştirilmiş nüfusların dahil edilmesi/bütünleşmesi (Güney Afrika) ve dışlanması (Filistin) arasındaki farkı ayırt eder. Clarno (2017), hikayeyi 1994 sonrasına taşıyarak her iki ülkedeki güvenlik aygıtlarını, “neoliberal apartheid” olarak adlandırdığı şeyin bir ifadesi olarak ele alır.

7 “Yapısal” güç ile “birleşimsel güç” arasındaki ayrım için Wright (2000) ve Silver (2003) eserlerine bakılabilir. İş gücü sömürüsü ve toprak mülkiyetinin politik etkilerinin karşılaştırması ise Huntington (1968), Fanon (1963), Gramsci (1971), Paige (1975) ve Przeworski (1985) tarafından yapılmıştır.

Fotoğraf: Ana Villarreal. Michael Burawoy Mart 2011’de Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley, Wheeler Hall’un dışında ders verirken.