Rüya işte! Ömrü uykuda sonsuzluğa uzanır, nadiren tüm ayrıntılarıyla bellekte bir süre asılı kalır, sonra ise pof! Hiç görülmemiş gibi, uykunun öykü işçileri onca emek vermemiş gibi uçar gider.
Büyük, barok bir salon. Daha doğrusu bir kütüphane. İçin- de barındırdığı kitaplar bilginin sınırsızlığını hissettirerek baskı yaratıyor. ‘Of ya, ömür yetmez bu kitapları okumaya’ diyorum içimden. Dünyada bu kadar kitap varken ve ben onların sadece küçük –küçük demeye bile dilim varmıyor– bir kısmını okumuşken nasıl ‘bir şey biliyorum’ diyebilirim? Eski, koyu renkli rabıta zeminde yürüyorum. Kitapların üstümde yarattığı yükle artık daha ağırım. Her attığım adımda yerdeki dikine yerleştirilmiş ah- şap bloklar çığlık atıyor adeta. Gürültüden kulaklarımı kapatmak istiyorum. Yapamıyorum; çoktan oturmuş kalabalığın bana bakmasından çekiniyorum. Çoğu beyaz tenli, saman püskülü sarısı saçlı, yeşil mavi gözlü. Kıvırcık siyah saçlarımı, esmer tenimi ve bir devin çıkaracağı ayak seslerimi düşünerek biraz utanıyorum. Sonra bu duygudan da utanıyorum. Son utancım bana güç veri- yor; ‘niye utanıyorsun ki?’ diyorum, ‘deli misin sen?’ Bu düşünce üstümdeki yükü bir nebze kaldırıyor. Adımlarım sessizleşiyor. Süzülerek kadınlı erkekli sağ tarafa değil de ağırlıklı olarak kadınların oturduğu sol bloka yanaşıyorum. İri yarı bir kadının yanına ilişiyorum. Birbirimize içtenlikle gülümsüyoruz. Duyduğum utanç tamamen yok oluyor. Oturanların fısıldaşmaları yavaş yavaş kitaplar tarafından emiliyor ve büyük barok salona sükûnet siniyor.
Arkadan öne doğru bir esinti yayılıyor. Ardından hafif tıkırtılar. Ayakkabı ökçeleri… ‘Bunlar olsa olsa 5 pont topuktur’ gibi gereksiz bir muhasebe geçiyor aklımdan. Oturanlar olarak başımızı geriye doğru çeviriyoruz. Bize –daha doğrusu kürsüye– doğru ilerleyen kadına kilitleniyoruz; hepimiz onu bekliyoruz besbelli. Kadın, yarattığı meraktan ve sabırsız bekleyişimizden memnun. Gözlerinin rengine yakışan acı yeşil tonda şömizye tarzda ipek bir bluz giymiş. İpek böceklerinin, boğumlu mat gövdeleri ile kozaları örerken yaptıkları hantal hareketler, nasılsa kumaşta doygun bir renge ve su gibi bir akıcılığa dönüşmüş. Gömleğinin yakası göğüs çatalının gölgesini hissettirecek kadar açık; edepli ama kışkırtıcı. Kalem eteği diz altında. Hafif topuklu –5 pont tahminimin ne kadar isabetli olduğunu fark ediyorum– ayakkabılarının zeminde çıkardığı ölçülü tıkırtılar kalabalığı hipnotize ediyor. Ağırlığını topuklarına veren kadının ilerleyişini izliyoruz hep birlikte istemsizce. Bakışlarımız bir süre sonra ayakkabılarından yüzüne kayıyor. Saçları dağınık bir topuz halinde. Gözleri biraz da yaştan ötürü kısılmış, küçülmüş gibi. Veya etki yaratmak için kısıyor. O bakışlarda ‘sizi bilmem ama ben merakla açılmış gözlerin gerisinde yatanları kitap gibi okuyabilirim’ havası var. Bu kadını sevmediğimi düşünüyorum bir kez daha. O halde burada ne işim var? Bir amaçla gelmiştim ama neydi, neydi yahu?
Kürsüye çıkan basamakların önüne gelip duraklıyor. Görevlilerden biri şimşek gibi yanında bitiyor. Oysa acele etmesine gerek yok; kadın sakince onu beklemekte zaten. Hafif terliyor görevli, yüzüne kızarıklık olarak yansıyor bu. Çilleri koyulaşıyor, gözlerinin mavisi laciverte dönüyor. Bilse bu haliyle daha yakı- şıklı olduğunu, ama bilmiyor. Çocuk hoşuma gidiyor fakat biraz da acıyorum ona. Kadın genç erkeğe gözlerini iyice kısarak bakıyor. Yardım için elini uzatmış genç biraz daha kızarıyor. Bu kez kulakları ısınıyor, o kadar ki, zonkladığı uzaktan seçilecek. Ona daha çok acıyorum. Kadının soğuk eli delikanlının hararetini alıp onu kendine getiriyor. Zavallı, gözle görünür şekilde canlanıyor. Kadın, üstündeki kalem eteğin etkisiyle ayak uçlarına basarak tırmanıyor merdiveni. Yüzü hâlâ kızarık genç, bir hayalet görünmezliğiyle sahnenin ucuna çekiliyor. Öteki blokun en başında oturan birkaç kişi bir alkış tutturuyor. Kadının yayıncısı, editörü, kütüphane yöneticisi olmalılar. Salondakiler eşlik ediyor. Ben al- kışlamıyorum. Yanımdaki de alkışlamıyor. Hatta bizim bölümde kimse alkışlamıyor neredeyse. İçimde gizli bir sevinç.
Sahnedeki kadın tam istediği boy ve genişlikteki kürsünün ardına geçiyor. Mikrofon doğru yerde olmasına rağmen onu düzeltmeye koyuluyor, bir yandan da tek boş sandalye kalmamış salonu izliyor. Duygularını yarı inik göz kapaklarının arkasında esir tutuyor, dışarıya yansıtmıyor. Karşısında bekleyen kalabalığa belli belirsiz, neşeden arınmış hafif bir tebessüm bağışlıyor. Bakışlarıyla bir şey arıyor gibi salonda. Buraya gelirken unuttuğum şeyle ilgili olabilir mi? Dur bakalım diyorum, unutulan şey en olmadık zamanda birdenbire akla gelir. Eninde sonunda hatırlarım düşüncesiyle rahatlıyorum.
Kadın gözleriyle yaptığı salon taramasından memnun görünüyor. Gevşiyor. Tebessümü genişliyor. Gözlerini biraz açıyor. Şöhretin ışıltısı salona yeşil yeşil ulaşıyor. Ve sesini ayarlıyor: “Merhaba! …”
Dinleyicilerin birçoğu, kadının edasından, sıfır derece soğuk sesinin ağır tınısından büyülenmiş görünüyor. Efsane karşıların- da. Hayranlık duyanlar –yanımdaki kadın ve onun yanındakiler öyle düşünmüyor, bir biçimde biliyorum bunu– onun ağzından çıkacak her heceyle büyülenmeye hazır. Tıpkı çocukken okudukları, şimdi de kendi çocuklarının okuduğu kitaplarından ve onlardan uyarlanan filmlerden büyülendikleri gibi. Ben de o kitapları okuduğumu ve de filmleri seyrettiğimi hissediyorum.
Yok, biliyorum. Hatta filmlerde yediğim patlamış mısırlar aklıma geliyor, keşke olsa da yesem diye düşünüyorum. Ya, ne için gelmiştim buraya, hatırlamalıyım, ‘hatırla’ diyorum kendime. Yanımdaki uzun boylu yapılı kadın kulağıma eğiliyor, “Merak etme, neden geldiğini ben biliyorum, ben de aynı nedenle geldim,” diyor. İçim neşeyle pırpırlanıyor, “yaşa sen” diyorum ona.
Oturduğum sıradaki kadınlar –ben dahil– kol kola giriyor, kenetleniyoruz. İçimi mutluluk kaplıyor. Salondaki çoğunluğun haberi olmuyor bundan. Onlar yazarın ağzından çıkan her heceden büyülenmeyi sürdürüyor. Nihayetinde konuşmacı yazar hazretleri büyücülükle ilgili yazmış da yazmış. Büyülü dünyalara davet etmeyi biliyor, hakkını vermek gerek.
“ … Çocuklarıma anlatıyordum…”
“ … Genç yazarlara tavsiyem: Asla vazgeçmeyin! Benim gibi defalarca reddedilebilirsiniz, umursamayın. Yazmaya devam edin.”
Bizim blokun arka sıralarından ince bir ses yükseliyor, yazarın sesini bastırıyor: “Yetişkinlere yazdığınız kitaplar neden erkek ismiyle basıldı? Erkek yazarlar daha çok okunduğu için mi?”
Başka bir ses duyuluyor: “Çok satan kitaplarınızda kadınlar neden ikinci planda? Ya son kitabınızda katil neden bir travesti?”
“Tuvaletler? Kadın tuvaletleri bütün kadınlarındır…”
Soru değil, hesap soruluyor artık. Evet ya, unuttuğumu birazdan hatırlayacağım, biliyorum. Kürsüdeki kadının gözleri iyiden iyiye kısılıyor.
“Kimse beni kendine ‘kadın’ diyen herkesin kadın olduğuna ikna edemez. Kadınlar regl olur; olmayan da kadın değildir,” diyor ve ayağını yüzyılların rabıtasına vuruyor.
Hırçınlıkla yere çarptığı ayağından çıkan ses bana unuttuğum şeyi hatırlatıyor! Sevinçten çıldıracak gibi oluyorum. Al sana, diyorum. Eteğimi yukarı kaldırıyor, donumu indiriyorum.
Kanlanmış pedimi çıkarıp sahneye fırlatıyorum. Benim tarafımda oturan kadınlar bu işareti bekliyormuş gibi onlar da ayağa kalkıyor; donlarını indirip aynısını yapıyorlar. Kürsü kanlı kansız onlarca pedle kaplanıyor. O, şok içinde kalırken biz kol kola salondan çıkıp tuvaletlere yöneliyoruz.
ana görsel: raşel meseri, “ojeresim”
Raşel Meseri‘nin ‘Sahne’ adlı öyküsü LGBTİ+ yazarlar ve hetero müttefiklerinin metinlerini bir araya getiren “Hepimiz Kuiriz, Hepimiz Işık” adlı derlemede yer alıyor. obiçim yayınlar‘dan çıkan Buğra Giritlioğlu‘nun derlediği kitabı linkten satın alabilirsiniz.
Kaynak: velvele
Rüya işte! Ömrü uykuda sonsuzluğa uzanır, nadiren tüm ayrıntılarıyla bellekte bir süre asılı kalır, sonra ise pof! Hiç görülmemiş gibi, uykunun öykü işçileri onca emek vermemiş gibi uçar gider.
Büyük, barok bir salon. Daha doğrusu bir kütüphane. İçin- de barındırdığı kitaplar bilginin sınırsızlığını hissettirerek baskı yaratıyor. ‘Of ya, ömür yetmez bu kitapları okumaya’ diyorum içimden. Dünyada bu kadar kitap varken ve ben onların sadece küçük –küçük demeye bile dilim varmıyor– bir kısmını okumuşken nasıl ‘bir şey biliyorum’ diyebilirim? Eski, koyu renkli rabıta zeminde yürüyorum. Kitapların üstümde yarattığı yükle artık daha ağırım. Her attığım adımda yerdeki dikine yerleştirilmiş ah- şap bloklar çığlık atıyor adeta. Gürültüden kulaklarımı kapatmak istiyorum. Yapamıyorum; çoktan oturmuş kalabalığın bana bakmasından çekiniyorum. Çoğu beyaz tenli, saman püskülü sarısı saçlı, yeşil mavi gözlü. Kıvırcık siyah saçlarımı, esmer tenimi ve bir devin çıkaracağı ayak seslerimi düşünerek biraz utanıyorum. Sonra bu duygudan da utanıyorum. Son utancım bana güç veri- yor; ‘niye utanıyorsun ki?’ diyorum, ‘deli misin sen?’ Bu düşünce üstümdeki yükü bir nebze kaldırıyor. Adımlarım sessizleşiyor. Süzülerek kadınlı erkekli sağ tarafa değil de ağırlıklı olarak kadınların oturduğu sol bloka yanaşıyorum. İri yarı bir kadının yanına ilişiyorum. Birbirimize içtenlikle gülümsüyoruz. Duyduğum utanç tamamen yok oluyor. Oturanların fısıldaşmaları yavaş yavaş kitaplar tarafından emiliyor ve büyük barok salona sükûnet siniyor.
Arkadan öne doğru bir esinti yayılıyor. Ardından hafif tıkırtılar. Ayakkabı ökçeleri… ‘Bunlar olsa olsa 5 pont topuktur’ gibi gereksiz bir muhasebe geçiyor aklımdan. Oturanlar olarak başımızı geriye doğru çeviriyoruz. Bize –daha doğrusu kürsüye– doğru ilerleyen kadına kilitleniyoruz; hepimiz onu bekliyoruz besbelli. Kadın, yarattığı meraktan ve sabırsız bekleyişimizden memnun. Gözlerinin rengine yakışan acı yeşil tonda şömizye tarzda ipek bir bluz giymiş. İpek böceklerinin, boğumlu mat gövdeleri ile kozaları örerken yaptıkları hantal hareketler, nasılsa kumaşta doygun bir renge ve su gibi bir akıcılığa dönüşmüş. Gömleğinin yakası göğüs çatalının gölgesini hissettirecek kadar açık; edepli ama kışkırtıcı. Kalem eteği diz altında. Hafif topuklu –5 pont tahminimin ne kadar isabetli olduğunu fark ediyorum– ayakkabılarının zeminde çıkardığı ölçülü tıkırtılar kalabalığı hipnotize ediyor. Ağırlığını topuklarına veren kadının ilerleyişini izliyoruz hep birlikte istemsizce. Bakışlarımız bir süre sonra ayakkabılarından yüzüne kayıyor. Saçları dağınık bir topuz halinde. Gözleri biraz da yaştan ötürü kısılmış, küçülmüş gibi. Veya etki yaratmak için kısıyor. O bakışlarda ‘sizi bilmem ama ben merakla açılmış gözlerin gerisinde yatanları kitap gibi okuyabilirim’ havası var. Bu kadını sevmediğimi düşünüyorum bir kez daha. O halde burada ne işim var? Bir amaçla gelmiştim ama neydi, neydi yahu?
Kürsüye çıkan basamakların önüne gelip duraklıyor. Görevlilerden biri şimşek gibi yanında bitiyor. Oysa acele etmesine gerek yok; kadın sakince onu beklemekte zaten. Hafif terliyor görevli, yüzüne kızarıklık olarak yansıyor bu. Çilleri koyulaşıyor, gözlerinin mavisi laciverte dönüyor. Bilse bu haliyle daha yakı- şıklı olduğunu, ama bilmiyor. Çocuk hoşuma gidiyor fakat biraz da acıyorum ona. Kadın genç erkeğe gözlerini iyice kısarak bakıyor. Yardım için elini uzatmış genç biraz daha kızarıyor. Bu kez kulakları ısınıyor, o kadar ki, zonkladığı uzaktan seçilecek. Ona daha çok acıyorum. Kadının soğuk eli delikanlının hararetini alıp onu kendine getiriyor. Zavallı, gözle görünür şekilde canlanıyor. Kadın, üstündeki kalem eteğin etkisiyle ayak uçlarına basarak tırmanıyor merdiveni. Yüzü hâlâ kızarık genç, bir hayalet görünmezliğiyle sahnenin ucuna çekiliyor. Öteki blokun en başında oturan birkaç kişi bir alkış tutturuyor. Kadının yayıncısı, editörü, kütüphane yöneticisi olmalılar. Salondakiler eşlik ediyor. Ben al- kışlamıyorum. Yanımdaki de alkışlamıyor. Hatta bizim bölümde kimse alkışlamıyor neredeyse. İçimde gizli bir sevinç.
Sahnedeki kadın tam istediği boy ve genişlikteki kürsünün ardına geçiyor. Mikrofon doğru yerde olmasına rağmen onu düzeltmeye koyuluyor, bir yandan da tek boş sandalye kalmamış salonu izliyor. Duygularını yarı inik göz kapaklarının arkasında esir tutuyor, dışarıya yansıtmıyor. Karşısında bekleyen kalabalığa belli belirsiz, neşeden arınmış hafif bir tebessüm bağışlıyor. Bakışlarıyla bir şey arıyor gibi salonda. Buraya gelirken unuttuğum şeyle ilgili olabilir mi? Dur bakalım diyorum, unutulan şey en olmadık zamanda birdenbire akla gelir. Eninde sonunda hatırlarım düşüncesiyle rahatlıyorum.
Kadın gözleriyle yaptığı salon taramasından memnun görünüyor. Gevşiyor. Tebessümü genişliyor. Gözlerini biraz açıyor. Şöhretin ışıltısı salona yeşil yeşil ulaşıyor. Ve sesini ayarlıyor: “Merhaba! …”
Dinleyicilerin birçoğu, kadının edasından, sıfır derece soğuk sesinin ağır tınısından büyülenmiş görünüyor. Efsane karşıların- da. Hayranlık duyanlar –yanımdaki kadın ve onun yanındakiler öyle düşünmüyor, bir biçimde biliyorum bunu– onun ağzından çıkacak her heceyle büyülenmeye hazır. Tıpkı çocukken okudukları, şimdi de kendi çocuklarının okuduğu kitaplarından ve onlardan uyarlanan filmlerden büyülendikleri gibi. Ben de o kitapları okuduğumu ve de filmleri seyrettiğimi hissediyorum.
Yok, biliyorum. Hatta filmlerde yediğim patlamış mısırlar aklıma geliyor, keşke olsa da yesem diye düşünüyorum. Ya, ne için gelmiştim buraya, hatırlamalıyım, ‘hatırla’ diyorum kendime. Yanımdaki uzun boylu yapılı kadın kulağıma eğiliyor, “Merak etme, neden geldiğini ben biliyorum, ben de aynı nedenle geldim,” diyor. İçim neşeyle pırpırlanıyor, “yaşa sen” diyorum ona.
Oturduğum sıradaki kadınlar –ben dahil– kol kola giriyor, kenetleniyoruz. İçimi mutluluk kaplıyor. Salondaki çoğunluğun haberi olmuyor bundan. Onlar yazarın ağzından çıkan her heceden büyülenmeyi sürdürüyor. Nihayetinde konuşmacı yazar hazretleri büyücülükle ilgili yazmış da yazmış. Büyülü dünyalara davet etmeyi biliyor, hakkını vermek gerek.
“ … Çocuklarıma anlatıyordum…”
“ … Genç yazarlara tavsiyem: Asla vazgeçmeyin! Benim gibi defalarca reddedilebilirsiniz, umursamayın. Yazmaya devam edin.”
Bizim blokun arka sıralarından ince bir ses yükseliyor, yazarın sesini bastırıyor: “Yetişkinlere yazdığınız kitaplar neden erkek ismiyle basıldı? Erkek yazarlar daha çok okunduğu için mi?”
Başka bir ses duyuluyor: “Çok satan kitaplarınızda kadınlar neden ikinci planda? Ya son kitabınızda katil neden bir travesti?”
“Tuvaletler? Kadın tuvaletleri bütün kadınlarındır…”
Soru değil, hesap soruluyor artık. Evet ya, unuttuğumu birazdan hatırlayacağım, biliyorum. Kürsüdeki kadının gözleri iyiden iyiye kısılıyor.
“Kimse beni kendine ‘kadın’ diyen herkesin kadın olduğuna ikna edemez. Kadınlar regl olur; olmayan da kadın değildir,” diyor ve ayağını yüzyılların rabıtasına vuruyor.
Hırçınlıkla yere çarptığı ayağından çıkan ses bana unuttuğum şeyi hatırlatıyor! Sevinçten çıldıracak gibi oluyorum. Al sana, diyorum. Eteğimi yukarı kaldırıyor, donumu indiriyorum.
Kanlanmış pedimi çıkarıp sahneye fırlatıyorum. Benim tarafımda oturan kadınlar bu işareti bekliyormuş gibi onlar da ayağa kalkıyor; donlarını indirip aynısını yapıyorlar. Kürsü kanlı kansız onlarca pedle kaplanıyor. O, şok içinde kalırken biz kol kola salondan çıkıp tuvaletlere yöneliyoruz.
ana görsel: raşel meseri, “ojeresim”
Raşel Meseri‘nin ‘Sahne’ adlı öyküsü LGBTİ+ yazarlar ve hetero müttefiklerinin metinlerini bir araya getiren “Hepimiz Kuiriz, Hepimiz Işık” adlı derlemede yer alıyor. obiçim yayınlar‘dan çıkan Buğra Giritlioğlu‘nun derlediği kitabı linkten satın alabilirsiniz.
Paylaş: