Geçmiş Zaman Hikayeleri

1934 Trakya Olayları – Ayşe Hür

Görsel Rıfat N. Bali'nin 1934 Trakya Olayları isimli kitabında kullanılmıştır.
Görsel Rıfat N. Bali’nin 1934 Trakya Olayları isimli kitabında kullanılmıştır.

 İki dünya savaşı arasındaki yıllar, insanlık tarihi açısından çok karanlık yıllardır. Yaklaşık 30 yıl süren bu dönemde dünyada ciddi bir demokrasi krizi yaşanmış, 1920’lerde dünya yüzünde 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’de 17’ye düşmüş, 1944’te ise tüm dünyadaki 64 ülkenin ancak 12’si anayasal bir demokrasi ile yönetilir olmuştu. Arnavutluk, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’da arka arkaya faşist rejimler kurulmaya başlarken, Türkiye’de de durum hiç parlak değildi. 1923’ten beri kesintisiz süren otoriter tek parti rejimine, Fethi Bey’e kurdurulan Serbest Fırka ile kısa bir ara verilmişse de demokrasinin iktidarı elinde tutan güçler açısından nasıl tehlikeli bir şey olduğu kısa sürede fark edilmiş, parti kendini feshe zorlanmıştı. 1931’de Mustafa Kemal’in en yakın adamlarından Falih Rıfkı, Türkiye için istediği rejimi şöyle özetlemişti: “İnkılâp fırkasını komünist ve faşist, yani eski bir nizamdan yeni bir nizama geçen memleketlerin fırkalarından örnek alarak kurmak…” Hakikaten de 1931’de yapılan CHF Büyük Kongresi’nden itibaren Genel Sekreter Recep (Peker) Bey’in önderliğinde faşizan örgütlenmelere hız verilmişti.

Mussolini korkusu

1934 başlarında, İtalya’nın faşist lideri Benito Mussolini’nin Afrika ve Asya’ya yönelik planlarının bir parçası olarak Ege Adaları’nı silahlandırmaya başlaması, başta Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan olmak üzere Balkan ülkelerinde hareketlenmeye neden olmuş, yönetim kademelerinde ciddi bir Alman sempatizanlığının yaygın olduğu Türkiye de olası bir savaşa hazırlık yapma ihtiyacı hissetmişti. Bu amaçla 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın şartlarından biri olan Boğazların silahsızlandırılmasından vazgeçmenin yollarını aramaya başlamıştı. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey Avrupa ülkeleri nezdinde girişimlerde bulunurken, 19 Şubat 1934 tarihli bir kararname ile Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale mıntıkalarını içine alan “Trakya Umumi Müfettişliği” adıyla ikinci bir müfettişlik kurulmuş, başına da 1925’te yaşanan Şeyh Said İsyanı’ndan sonra 1927’de Doğu Anadolu’da kurulan Birinci Umumi Müfettişliği’nde beş yıl süreyle görev alan Dr. İbrahim Tali (Öngören) Bey getirilmişti.

Trakya Yahudileri

Trakya’nın özel ilgi alanına girmesi elbette askerî-stratejik nedenlerle alakalıydı ama bölgede yaşayan Yahudilerin bir gerilim veya savaş halinde kime sadık olacakları konusundaki kadim güvensizliğin de büyük payı vardı. 15. yüzyıldan itibaren İspanya ve Portekiz’den sürüldükten sonra Osmanlı Devleti’ne sığınan Yahudilerin ilk yerleştirildiği yerlerden biri Trakya bölgesiydi. Osmanlı Dönemi’nin hatalarına rağmen en güvenilir nüfus bilgilerini veren 1893 sayımına göre toplam nüfusu 836.041 kişi olan Edirne Vilayeti’nde 13.717 Yahudi yaşıyordu. Bu nüfusun 8.918’i Merkez Sancağı’nda, 1.604’ü Gelibolu (bugün Çanakkale) Sancağı’nda, 900’ü Kırkkilise (bugün Kırklareli) Sancağı’nda, 1378’i Tekfurdağı (bugün Tekirdağ) Sancağı’nda yaşıyordu. 1914 yılında toplam nüfusu 631.094 kişi Edirne Vilayeti’nin Merkez Sancağı’nda toplam 22.515 kişisi Yahudi idi ve bunların 15.685’i Merkez Sancağı’nda, 2.620’si Gelibolu Sancağı’nda, 2.781’i Kırkkilise Sancağı’nda ve 2.781’i Tekfurdağı Sancağı’nda yaşıyordu.

Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Trakya Yahudilerinin bir kısmı İstanbul’a göç etmişti. Edirne’de 15.000, Çanakkale’de 3.000, Kırklareli’nde 1.200 ve Trakya’nın tamamında 30.000 Yahudi kalmıştı. Bu sayı Türkiye’nin genelindeki Yahudi nüfusta olduğu gibi zaman içinde daha da azalacaktı.[1] 1923 yılında Edirne’de yayımlanan Paşaeli gazetesinde çıkan yazılarda Yahudiler hakkında olumsuz bir dil kullanılıyor, Edirne Yahudilerinin gazetesi olan ve 1922’de sahibinin ölümü üzerine yayın hayatına son veren La Boz de la Verdad’daki (Hakikat Sedası) yazılar yerel yöneticiler ve eşraf tarafından didik didik ediliyordu. Yahudi karşıtlığı gücünü, en çok Yahudilerin ekonomik açıdan Müslüman meslektaşlarına göre daha güçlü olmasından alıyordu. Nitekim 1925’te Edirne’de toplam 30 işletmenin 14’ü Yahudilere aitti. 1928’de 284 tüccardan 135’i gayrimüslim ve bunların tamamına yakını Yahudi’ydi. 1930’larda ise işletmeler Müslüman Türklerin kontrolündeyken, ticaretin tamamını Yahudiler kontrol ediyordu. Kırklareli’nde de benzer bir durum vardı fakat Tekirdağ’da Yahudiler ticaretin ancak yüzde 20’sini kontrol ediyorlardı.

Yerel tarihçilerin iddialarını derleyen Mehmet Yıldırım’a göre tüm Trakya’da tüm toptancılık, zahire, yapağı, koza peynircilik, bezazziye (kumaşçılık), petrol, benzin acenteliği, züccaciye, komisyonculuk, şarapçılık, arabacılık, duvarcılık, boyacılık, tekstil ve fabrikatörlük Yahudilerin tekelindeydi. Süt ve süt ürünlerinin üretiminde hâkim konumda olan Trakyalı Yahudiler peynircilik ve şarapçılıkta markalaşmışlardı. Türklerin güçlü olduğu alanlar ise değirmencilik, un ve kereste ticaretiydi.

Ancak, yoksul Yahudiler de çok. Nitekim Edirne Yahudilerinden Onur Oral o günlerde ailesinin durumunu şöyle anlatıyor:

Ailemiz fırından ekmeği bütün kış veresiye alırdı. Birçok gün peynir yerine çok ucuz olan ekşimik yerdik. Birçok kere de susamın tuz ve kırmızı biberle dövülmesinden el edilen ve Poy diye adlandırılan bir yiyeceği ekmeği bandırarak yerdik. Susamı satın almaya gücümüz yetmezdi. Tarlalara gidip çiftçinin tarlada terk ettiği susamı toplardık. Mesela, kocasını Birinci Dünya Harbi’nde kaybeden bir kadın çamaşır yıkayarak hayatını kazanmaya çalışırken bir kızı Babaeski’den biriyle evlenmiş ve iki torun sahibi olmuştu. Bu dul kadın Edirne’ye çok yakın olan Babaeski’ye dahi seyahat edecek para bulamamış ve torunlarını on sene görememişti. Bu fakirlik sadece Yahudilerde değil, Edirne nüfusunun çoğunda mevcuttu. Yahudiler arasında neredeyse bir dilenci ordusu mevcuttu. Halk arasında hospital diye adlandırılan küçük Yahudi hastanesinin sadece üç-dört yatağı mevcuttu. Mandıra sahibi Yahudilerin sayısı çok azdı.

Nüfusun azalmasına rağmen ekonomi alanındaki güçlü pozisyonları ve kadim önyargılar yüzünden devletin gözünde Yahudilerin yeri değişmiyordu. Mehmet Pınar’ın aktardığına göre CHF raporlarına göre Trakya’daki Yahudiler “ahlaki olarak büyük bir karaktersizlik örneği teşkil etmekte”, “Yahudilik dünyevi bir karakter olarak önemini kaybetmeye başlamasına rağmen”, Trakya’da yaşayan Yahudiler bunu yaşatabilmek için “çeşitli hile ve kurnazlıklara müracaat etmekte” idiler. Yine bir rapora göre Yahudiler, Biga, Bayramiç̧, Ezine’de panayır yerleri kurarak şarkıcı ve dansöz Yahudi kızlar vasıtasıyla halkın parasını sömürmüşlerdi. Özellikle sarraflar bu ortamdan faydalanıp altınlarının tamamına yakınını satmışlardı. Bu panayırlarda kumar ve ahlaksızlık artmıştı. Ayvalık panayırını Yahudiler organize etmemesine rağmen oraya da sızmayı başarmışlardı. Ama açıkça antisemit ifadelerle hedefi anlatan raporlar da vardı:

Tamamen ırkı bir dine dayanan ve daima kapalı bir kavmi cemaat halinde yaşayan bu unsur dünyanın hiçbir tarafında birlikte yaşadığı milletle tamamen kaynaşmamıştır. İki bin yıldan beri vatan ve toprak bağlılığı yüksek bir millete gurur ve şeref veren hislerden mahrum yaşayan Yahudi dünyada para kuvvetini kendisine tek hedef bilmişti. Politikada ise ister kapitalist ister sosyalist yolda olsun daima kozmopolit enternasyonalist cereyanların içinde yaşamaya çalışırlar. Yahudi’yi bu vasıflarıyla tanıdıktan sonra milli politikamız bakımından bunlar hakkında karar almak mecburiyetindeyiz. Kanaatimce bunlar hakkında alınacak karar evvela bunların dışarıdan gelme suretiyle memlekette çoğalmasına müsaade etmemek, imkân buldukça memleketten çıkmalarına her türlü kolaylığı göstermek suretiyle mevcutlarını azaltmak ve iktisadi menfaat kaynaklarından bunları uzaklaştırmak için devlet teşebbüslerinde ve taahhütlerinde yer vermemek.

Yahudilere ‘beşinci kol’ muamelesi

Nihayet 14 Haziran 1934’te “tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket” yaratmak amacıyla ülkeyi “Türk kültürlü nüfusun yoğunlaşması istenen mıntıkalar”, “Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan mıntıkalar”, “Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri ile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamete yasak mıntıkalar”a ayıran 2510 Sayılı İskân Kanunu kabul edildi.

Ardından Trakya bölgesiyle Çanakkale Boğazı da tahkim edilmeye başlandı. Tahkimat sürerken, tarih boyunca ülkedeki tüm azınlıklara karşı kuşku duymayı âdet edinmiş faşizan yöneticiler, Nazilerden esinlenerek Yahudilere karşı düşmanca davranmakta bir beis görmeyecekler, “beşinci kol” olmalarından şüphelendikleri Trakya Yahudilerini bölgeden nasıl atacaklarına dair kafa yormaya başlayacaklardı. Yerel faşistlerin, mandıracılık ve ticaretteki başarıları yüzünden yıllardır büyük bir kıskançlık duydukları, tefecilik yaptıkları için büyük öfke duydukları, Türkçe konuşmadıkları için sadakatlerini sürekli sorguladıkları Yahudilere karşı harekete geçirilmesi hiç de zor olmadı. Önce Edirne, Kırklareli, Keşan, Çanakkale gibi merkezler olmak üzere Trakya’nın çeşitli bölgelerinde Yahudi cemaatinin önde gelen üyelerine ölüm tehditleri içeren mektuplar gelmeye, halkı Yahudi tüccarları boykot etmeye davet eden bildiriler boy göstermeye başladı. Yahudi cemaati, yerel yöneticilere duydukları endişeleri aktardılar ve koruma talep ettiler ama umursayan olmadı. “Türkleştirme” faaliyetlerinin önemli bir parçasını oluşturan Soyadı Kanunu’nun kabul edildiği 21 Haziran 1934’te, yaklaşık 1.500 Yahudi’nin yaşadığı Çanakkale’de ilk saldırılar başladı. Militanlar, alışveriş edilmesini önlemek için Yahudilerin dükkânlarının önünde nöbet tutuyor, bazı evlere şehri terk etmedikleri takdirde öldürüleceklerine dair tehdit mektupları yolluyorlardı.

“Halk isterse beni bile kovar!”

Bunlar olurken İran Şahı Rıza Pehlevi ile birlikte yurt gezisinde olan Mustafa Kemal, 25 Haziran 1934 sabahı Çanakkale’ye gelmişti. Yakup Borakas 1987’de yayımlanan Türkiye’de Yahudi Toplumlar adlı eserinde ziyareti şöyle anlatmıştı:

 

Halkın “yaşa, var ol!” nidaları arasında Atatürk otomobilden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın ortasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu.

Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hararetli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Ata’nın önüne atıldı. Muhafızlar mâni olmak istediler. Atatürk “Bırakın gelsin!” dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürk’ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

“Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız?” dedi.

Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu:

“Sen kimsin?”

“Ben, Paşam, Çanakkale Musevilerinden Avram Palto.”

“Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle.”.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:

“Hayır paşam, halk kovuyor.”

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

“Halk isterse beni de kovar,” dedi ve yürüdü.

“Ebedi Şef”in bu sözleri durumun umutsuz olduğunu gösteriyordu. Bunun üzerine Yahudiler 25 Haziran 1934 tarihinden itibaren Çanakkale ve Gelibolu’yu terk etmeye başladılar. Alelacele gitmek zorunda kaldıkları için mal ve mülklerini değerinin çok altında fiyatlarda elden çıkarmak zorunda kalmışlardı.

Olaylar yayılıyor

Benzer olaylar, 28 Haziran’dan itibaren Edirne, Keşan, Uzunköprü, Babaeski, Lüleburgaz ve Kırklareli’nde yaşanmaya başladı. O günlerde Edirne’de yaşayan Hayim Behar’ın şu anısı şehre hâkim olan atmosferi gayet net anlatıyor:

İğneli Fıçı hikâyesi de yayıldı bu zamanlarda. Almanya kökenliydi. Bu dedikodunun korkusundan Edirneli Yahudiler kırmızı yerine beyaz şarapla dua etmeye başladılar. Okuldan çıkarken her gün dövüldüm. Eve doğru yürürken bana “Selam al Yahudi!” diye bağırırlardı, selam verirdim, gene dövülürdüm.

Behar’ın sözünü ettiği “İğneli Fıçı” meselesi, Hıristiyan antisemitizminin en meşhur unsurlarından biriydi. Bu iftiraya göre, Yahudiler Pesah (Hamursuz) Bayramı’nda yedikleri hamursuzu, ailelerinden kaçırıp iğneli fıçılara hapsettikleri Hıristiyan çocuklarından elde ettikleri kanı hamursuz mayasına karıştırarak imal ederlerdi. İşte, o meşum günlerde bu hikâyeyi anlatan broşürler halka bedava dağıtılıyordu. Bu broşürleri okuyanların, Yahudi komşularına saldırmakta zorluk çekmeyecekleri açıktı.

Edirne’de yağma

Edirne’de olaylardan kısa süre önce her nedense (!) Yahudi esnaf ve tüccardan vergilerini derhal ödemeleri talep edilmişti. Keşan’daki Yahudi ailelerine şehri terk etmeleri için sadece 24 saat verilmişti. Uzunköprü’deki Yahudiler ise çok şanslıydı (!) çünkü onlara üç gün süre tanınmış, 100 Yahudi hanesinden 95’i mallarını yok pahasına ellerinden çıkararak şehirden göç etmek zorunda kalmıştı.

2 Temmuz 1934 günü bir grup saldırgan “Yahudilere ölüm!” haykırışlarıyla Edirne’deki Yahudi mahallesini bastılar, dükkânları ve evleri yağmaladılar, Yahudileri dövdüler ve İstanbul’a gitmelerini emrettiler. Panik içindeki Yahudilerden varlıklı olanlar buldukları ilk araçla İstanbul’a doğru yola çıkarken, yoksullar ve araç bulamayanlar yaya olarak Yunanistan ve Bulgaristan sınırına yönelmişlerdi. Geride kalan bir avuç ürkmüş yoksul Yahudi’ye ise fırınlar ekmek satmıyor, bakkallar yiyecek vermiyor, sakalar su dağıtmıyordu. Görevleri etnik kökeni ne olursa olsun vatandaşı korumak olan idari makamlar görevlerini yapmak yerine, 3 Temmuz günü bir tebligatla, kalanlara 48 saat içinde şehri terk etmelerini emrettiler.

Kırklareli’ndeki olaylar

Ama en acı olaylar Kırklareli’nde yaşandı. Erol Haker (Elyo Adato) ve Nafiz Karaçam’a göre sadece o yıla mahsus olmak üzere, her yıl Edirne’de düzenlenen Kırkpınar Güreşleri’nin son günü olan 3 Temmuz 1934’te “ani bir kararla” Kırklareli’nin Loryalo Parkı’na alınmış, böylece aslında küçük bir kasaba olan Kırklareli’nde büyük bir kalabalığın toplanması sağlanmıştı. Kırklarelili yerel tarihçi Rafet Seçkin ise 14 Mayıs 1934 tarihli Edirne Milli Gazete’ye dayanarak, güreşlerin son gününün Kırklareli’ne aktarılmasının mantıklı olmadığını, nitekim Kırkpınar Güreşleri’nin 9-11 Mayıs (Çarşamba, Perşembe, Cuma) 1934 tarihleri arasında Edirne’de yapıldığını; zaten geleneksel olarak üç gün yapılan Kırkpınar Güreşleri’nin son gününün o tarihlerde tatil günü olan Cuma günü olması gerektiği, halbuki 3 Temmuz 1934 tarihinin Salı günü olduğunu; Kırklareli’nde Loryalo Parkı diye bir yer olmadığını, Kırklareli’nde sadece çeşitli kaynaklarda “Millet Parkı” adıyla bilinen bir açıklık alan olduğunu ve hepsinden önemlisi Kırklareli Hahamı’nın kızına tecavüz edilmediğini iddia ederek, bu anlatının olayların planlı olduğuna kanıt göstermek için üretildiğini, bu kişilerin anlatılarını kontrol etmeden tekrarlayan kişiler tarafından da günümüze kadar geldiğini ileri sürüyor.[2]

Peki Kırklareli’nde Kırkpınar Güreşleri yapılmadıysa sözlü tarih anlatılarında sıklıkla karşımıza çıkan “saldırgan güreşçiler”in kaynağı ne olabilir? Buna cevabı yine Rafet Seçkin’in paylaştığı bazı gazete kupürleri veriyor. Bunlardan 4 Haziran 1934 tarihli Milli Gazete haberine göre Kırklareli Halkevi, Haziran sonlarına doğru büyük bir pehlivan güreşleri müsabakası hazırlamaktadır. Yurt çapında en ünlü pehlivanların katılacağı bu müsabakaların hazırlıkları için Trakya’da Yeşilyurt gazetesinin eski idare binası kiralanmıştır. 2 Temmuz 1934 tarihli Trakya’da Yeşilyurt gazetesine göre Kırklareli Halkevi tarafından 5-6 Temmuz 1934 günleri Kırklareli’nde “Büyük pehlivan güreşleri” düzenlenecektir. 4 Temmuz 1934 tarihli Cumhuriyet gazetesine göre güreşlere dönemin en ünlü pehlivanlarından Gostivarlı Mülayim Pehlivan ve Afyonlu Süleyman, Kara Ali, Çoban Mehmet, Tekirdağlı Hüseyin, Dramalı Hasan, Manisalı Rifat, Samandıralı Etem ve Kayıkçı Ahmet Pehlivan iştirak edecekti. 9 Temmuz tarihli Trakya’da Yeşilyurt gazetesindeki habere ise güreşler 6 Temmuz Cuma günü yapılmıştı. Muhtemelen sözlü tarih görüşmesi yapılan kişiler bu güreşlerle Kırkpınar Güreşleri’ni karıştırmışlardı. Böylece, pek çok çalışmada olayların başlangıcı için verilen 3 Temmuz tarihini doğru kabul edersek, olayların güreşler için kasıtlı ya da kasıtsız toplanan kalabalıklarla ilgili olmadığını kabul etmemiz gerekir. Buna karşılık bütün kaynaklar, önce Yahudilere karşı sözlü sataşmaların başladığını, bazı grupların Yahudilerin evlerine, dükkânlarına girmeye çalıştıklarını; onlara karşı kaba ve saldırgan bir tavır takındıklarını, kadınlarına ve çocuklarına fiziki olarak sataşmaya başladıklarını anlatıyor. Yine sözlü tarih anlatılarına göre bir grup lise öğrencisinin Yahudi mahallesindeki evleri taşlamasıyla tırmanan olaylar, taşlamaya silahsız askerlerin ve halkın da katılmasıyla çığırından çıkmış ve 65 ev yağmalanmıştı. Olaylar çarşıya sirayet etmeden bastırılmıştı, ancak çapulcular Kırklareli Hahamı Moşe Fintz’i evinde yakalayıp çırılçıplak soymuşlar ve usturayla sakalını kesmişler, biriktirdiği paralarını almışlardı. Ardından sokaklarda birkaç genç kızın yüzüklerini çalmak için parmaklarını kesmişler, bir genç kıza da tecavüze yeltenmişlerdi. Daha sonra bir Yahudi’nin evine girmeye çalışanları engellemeye çalışan bir jandarma onbaşısının bıçaklandığı, birkaç gün sonra da hastanede öldüğü anlaşılacaktı. Gün ağarırken, Kırklareli’nde yaşayan 400 Yahudi dehşet içinde gara koşmuş, trenlere atlayıp İstanbul’a kaçmıştı. Bazı anlatılara göre Kırklareli tren istasyonunda her zaman en fazla üç vagon olurken, o sabah tam 16 vagon hazır bekliyordu.

Gizli tamimde ne soruluyordu?

Yahudilerin diliyle La Vaka (olay, vak’a), Barunda (gürültü, karışıklık, kıyamet) veya La Furtuna (fırtına), Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden Gad Franko ve Mişon Ventura’nın yanlarında 100 kadar Yahudi ile birlikte 4 Temmuz 1934 günü o sırada İran Şahı Rıza ile birlikte seyahatte olan Atatürk’le muhtemelen Yalova’da yaptığı gizli görüşme sayesinde sona erecekti.[3] Kamuoyu, olayları 5 Temmuz 1934 günü Başvekil İsmet İnönü’nün TBMM’de yaptığı konuşmayla duydu. İnönü, Meclis’in tatile girmesi dolayısıyla yaptığı uzun konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:

Arkadaşlar, size bugünün fena bir hadisesini ara yerde arzetmek mecburiyetindeyim. Trakya’da bazı Yahudi vatandaşların, kendi şikâyetlerine göre, mahalli tertipler yüzünden hicrete mecbur olduklarını ve bazılarının da İstanbul’a hicret ettiklerini haber almıştır. Türkiye’de her fert cumhuriyet kanunlarının emniyet ve muhafazası altındadır. Antisemitizm Türkiye metai (unsuru) ve zihniyeti değildir. Vakit vakit bizim memleketimize girer ve derhal önüne geçilir. Bu feveranın da böyle bir salgın olması muhtemeldir. Böyle cereyanlara katiyen müsaade etmeyeceğiz. (Alkışlar) Hadiseyi Ankara’ya gelir gelmez haber aldım. Verdiğim kati emirler üzerine bu cereyan tamimile durdurulmuştur. İstanbul’a gelen vatandaşlar yerlerine dönmekte serbesttirler. Mesuller mahkemeye teslim edilmiştir ve edilecektir. Bugün de Dahiliye Vekili’ni oralara gönderiyorum. Mütecasirler (cüret gösterenler) şiddetle tecziye edileceklerdir (cezalandırılacaklardır).

Bu konuşma, Trakya’daki yerel idarecileri, saldırgan güruhu engellemek zorunda bırakmıştı. 7 Temmuz 1934 tarihli Son Posta gazetesine göre yine de Lüleburgaz’dan 9 aile, Edirne’den 200 aile, Uzunköprü’den 95 aile ve Kırklareli’nden 100 aile İstanbul’a gelmişti. 7 Temmuz 1934 tarihli Vakit gazetesi ise “Yahudilerin lüzumsuz telaşa düştükleri anlaşılıyor,” diye yazmıştı. 8 Temmuz 1934 tarihli Cumhuriyet’e göre ise “İstanbul’da toplanan Musevilerin miktarı 1.500 kadar”dı. Haberi kaleme alan, Yahudilerin “mevzii bir iki cam kırma vakasından ve tehditten ibaret olduğu anlaşılan bu hadiseleri” abartarak Dahiliye Vekili’nin incelemeleri tamamlanmadan evlerine dönmemelerini “hayretle karşılanmakta” idi.

Resmî versiyon

Nihayet 9 Temmuz 1934 tarihli Akşam gazetesinde “Hükümetin aldığı yerinde tedbirler Musevileri teskin etti,” başlıklı haber çıktı. 10 Temmuz 1934 tarihli Cumhuriyet’e göre ise, İstanbul’a gelip Balat ve Hasköy’deki Yahudilerin evlerine sığınan 1.800 Yahudi’den 250’si geri dönmüştü. 15 Temmuz 1934 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ise Umum Müfettiş İbrahim Tali Bey’le yapılmış röportaj olayın “resmî versiyonu”nu aktarıyordu ahaliye:

Çanakkale’de lüzumsuz telaşa kapılmak suretiyle başlayan bu gidiş, Gelibolu, Tekirdağ, Keşan, Uzunköprü yoluyla bir dalga gibi on günde Edirne ve Kırklareli’ndeki Yahudilere sirayet etmiştir. Edirne’de bulunuyorsunuz, Kırklareli’ne de gidip geldiğinizi söylüyorsunuz. Bu işte cebir kullanılmamış olduğunun resmî tahkikatla da meydana çıktığını öğrenmiş olmanız lazımdır. Kırklareli’nde birkaç hırsızlık vakası olmuştur. Bunları yapanlar Adliyenin pençesine düşmüşlerdir. Bu telaş ve bu gidiş esnasında Türkler fazilet ve necabetlerini bir daha göstermişlerdir. Telaş eden bir kısım ailelere, Türk evlerine misafir edilmek suretiyle sahabet gösterilmiş, birçok yerlerde de Türkler, telaş eden Yahudi ailelerini teskin etmeye uğraşmışlardır. Şayanı dikkattir ki, bu gidişin hiçbir esasa müstenik olmadığı (dayanmadığı), sabah treni bir kısım Musevileri taşırken, akşam İstanbul’dan gelen trenin de iki gün evvel gidenleri geri getirmesiyle sabit olmuştur. Bu işte fena ruhların amil olduğuna şüphe edilemez. Kapalı bırakılmış ev ve dükkanların muhafazasında hükümet vazifesini müdrik olarak yapmıştır. Ortada bir Yahudi meselesi ne vardır ne de olabilir. Bugün Trakya ve Çanakkale’de vaziyetin normal olduğunu yazabilirsiniz.

25 Temmuz 1934 tarihli Vakit gazetesindeki habere göre Dahiliye Vekili Şükrü Bey’in Başvekalet’e verdiği raporda da Trakya Yahudi olaylarının temelinde, Türkler ve Yahudiler arasında Osmanlı Devleti’nden bu yana meydana gelen anlaşmazlıkların rol oynadığını, bir takım çevrelerin hükümetin Yahudileri, “Trakya’dan sürmek istediği ve bu hareketin açıktan açığa tertipler ve hususi tertipler ve tazyikler yapıldığı” iddiaları reddediliyor ve Yahudilerin 24 Haziran’dan itibaren Çanakkale’den ve 30 Haziran’da Trakya’nın diğer çeşitli yerlerinden hesaplarını ve işlerini keserek İstanbul’a göç hareketlerini başlattıkları iddia ediliyordu. Yine aynı raporda, Trakya olaylarının vatandaşlar arasında dedikodu özelliğini kaybederek fiili saldırıya dönüşmesi üzerine, hükümetin olayı fark edip kesin önlemlerle duruma müdahale ettiği, ilk etapta 100 kadar Yahudi’nin mahallî baskılar sonucunda İstanbul’a geldiği, 3 ve 4 Temmuz günü birdenbire genişleyen olaylar üzerine hükümetin aldığı tedbirler üzerine olayların kesin bir şekilde durdurulduğu belirtilmekteydi. Raporda olayların bilançosu şöyle özetleniyordu:

A-Trakya’dan ve Çanakkale’de mevcut olan yerli ve yabancı 13 bin kadar Yahudi’den cem’an 3 bin kadar nüfusun İstanbul’a hareket ettiği tahmin olunuyor. B-Kazalarda ve Edirne’de boykot teşebbüsleri olmuş ve bu teşebbüslere mektep çocukları karıştırılmak istenmiştir. C-Kırklareli’nde 3-4 Temmuz gecesi çapulcu anasır harekete geçerek Yahudi evlerine tecavüzle hırsızlığa ve soygunculuğa koyulmuşlardır. Soygunculuk çarşıya ve bu esnada 65 ev soygunculuğa uğramıştır. D-Bütün bu hadisat esnasında bir jandarma şehit olmuş ve bir Yahudi’nin yaralanmasından başka nüfusça zaiyat ve yaralanma vukuatı olmamıştır.

Dikkat edilirse Umum Müfettiş İbrahim Tali Bey “abartılıyor” derken, Dahiliye Vekili “3 bin kadar” Yahudi’nin yerlerinden ayrıldığı kabul ediliyordu. Aynı şekilde Başvekil İsmet Paşa’nın 5 Temmuz 1934 günü TBMM’de yaptığı konuşmada Trakya’dan İstanbul’a göç eden Yahudi sayısı 100 kadar belirtmişken, 8 Temmuz tarihli Milliyet gazetesi haberinde göç eden Yahudi sayısını 400 olup Yahudi göçünün arkasının kesildiğini belirtmekteydi. Cumhuriyet gazetesi ise, 10 Temmuz tarihli nüshasındaki haberinde göç eden Yahudi sayısını 1.800 olarak belirtmişti. Kısacası hükümet yetkililerinin kamuoyuna açıkladığı sayılarla, iç raporlarda belirttiği sayılar arasında büyük fark vardı.

CHF teşkilatlarının rolü neydi?

Sayılar konusu bir yana, olayları kim kışkırtmış, kim yönlendirmişti? Görünüşe bakılırsa Başvekil İsmet Bey de TBMM Başkanı Kazım (Özalp) Bey de CHF’nin ileri gelenleri de olayların çıkışından habersiz görünüyorlardı. Ama 14 Temmuz 1934’te Trakya’daki yerel teşkilatlara “gizli” ibaresi ile bir tamim gönderen CHF Genel Sekreteri Recep Bey’in sorduğu sorular arasında biri pek manidardı: “(…) meselenin telkin, hazırlık ve tatbik devirlerinde Fırka kâtibi umumiliğine haber vermek vazifesi ne için yapılmadı?”

Buradaki “mesele” kelimesi acaba neyi anlatıyordu? Olayları mı? Eğer öyleyse Recep Bey’in “meselenin niye önlenmediğine” değil, “telkin, hazırlık ve tatbik” işlerinin neden kendisine haber verilmediğine kızdığı anlaşılıyordu. Yani olaylarda CHF merkezinin değilse bile, yerel parti teşkilatının rolü vardı. Zaten, oldukça büyük bir coğrafyada, neredeyse eş zamanlı olarak aynı tip saldırıların gerçekleştirilmesi, olayların örgütlendiği şüphesini güçlendirmekteydi.

Nitekim Özgür Mert’in aktardığına göre ABD’de yayımlanan The New York Times gazetesinin 1 Temmuz 1934 tarihli nüshasında Türk hükümetinin Çanakkale ve Trakya bölgesinde yaşayan Yahudileri tehcire tabii tuttuğu, bunun nedenin de Trakya Bölgesi’ne Balkanlardan bölgeye Türk göçünü arttırmak olduğu belirtiliyordu. Gazete Rum ve Ermenilerin Türkiye’den ayrılması ile birlikte bölgedeki ticarî boşluğu Yahudilerin doldurmasıyla Trakya’ya yerleşme isteğinde bulunan birçok Romen ve Bulgar göçmenin bölgeye yerleşmekten vazgeçmesinin bunda etkili olduğu belirtilmekteydi. Yine aynı gazete birkaç gün sonra Yahudi göçlerinin devam ettiği, Yahudi göçlerinin göçlerin başlamasında 14 Haziran 1934 tarihinde çıkarılan İskân Kanunu’nun etkili olduğu görüşünü paylaşmıştı.

Ayhan Aktar’ın aktardığına göre de Britanya Büyükelçisi Sir Percy Lorrain hükümetin rolüne dair kanaatlerini 22 Temmuz 1934 tarihinde merkeze şöyle rapor etmişti:

Sevgili Rendel,

Bu kurye ile, Trakya’daki Yahudilerin terk-i diyar etmeye mecbur bırakılmaları hakkında bir yazı (No. 538) daha yolluyorum.

İsmet Paşa’nın ve İçişleri Bakanının aksine [tüm] açıklamalarına rağmen, Ticaret Ataşemizin güvenilir bir kaynaktan öğrendiğine göre, Türk Hükümeti bir süre önce Trakya’yı Yahudi unsurlardan temizlemeğe karar vermiş. Bu işin çok yavaş bir biçimde uygulanmasına karar verilmiş, örneğin azar azar uygulanan boykot ve bazı ufak tefek olayların çıkartılması gibi. Benim muhbirimin verdiği bilgiye göre, Türk hükümeti için ne yazık ki, bu konuda yerel yetkililere verilmiş olan sözlü talimatlar yerel yetkililer tarafından bazı gayrı resmî kuruluşlara sızdırılmış. Ve kuşkusuz vatanperverane bir amaçla, Spor Kulüpleri tarafından organize edilen bir tahrik dalgasına kapılan bu kulüplerdeki öfkeli gençler, Yahudilerin evlerinin camlarını kırmaya başlamışlar. Bunlara her zaman bu işlere katılan güruh da eklenince, iş sonunda yağmalama, kırıp dökme ve bize nakledildiği kadarıyla birkaç ırza geçme olayı ile sonuçlanmış. Bu olayları Kırklareli ve diğer yerlerden tahminen 5000 Yahudi’nin [topluca] kaçışı takip etmiş. Trakya’daki başka şehirlerde bu tip olaylara fazla rastlanmamış, fakat Tekirdağ ve Edirne’de rahatsızlık gözle görülüyor. [Ticaret Ataşesi] Woods’un duyduğuna göre, Osmanlı Bankasının Kırklareli’ndeki müdürünün kardeşi olan bir Yahudi, Spor Kulübüne üye olan bir arkadaşı tarafından [önceden] uyarılmış. [Ona] yakında şehirde hadise çıkacağı söylenerek, şehri terk etmesinin kendisi için daha iyi olacağı tavsiye edilmiş.

Nafiz Karaçam da o dönemde Trakya Umum Müfettişliği’nde Özel Kalem Müdürü olan Halil Tekin Bucaklı’nın kendisine şunları söylediğini belirtecekti:

Halil Tekin Bucaklı’ya göre Edirne 1934 Trakya Olayı’na, 1908 sonrası boykotlarla birikimli (girmiş) bir kenttir. Yerli, yabancı, askerî ve sivil okulları ile eğitimli ve düşünce potansiyeli olan bir yerdir. Edirnelileri Edirneli aydınlar, okumuşlar, idareciler ve özellikle okullar yakın tarihin milliyetçi duygu ve düşünceleri ile koşulla[ndır]mıştır. Balkan Savaşı’nda Trakya kentleri ve bilhassa Edirne azınlıkların büyük ihanetine uğramıştır. Milli Mücadele’deki olaylar da bunu pekiştirmiştir. 1908 yılında Avusturya mallarına boykot olayı Edirne’de çok etkili olmuş, ticaretin, ekonominin yabancı ellerde değil, kendini bu toprakların sahibi görenlerin elinde bulunması gerektiği tohumları ekilmiştir. Nitekim 1934 Olayı’na kadar Edirne’de azınlıkların ticaretine, konuşmasına yasaklar getirilmiş, uyarılar yapılmıştır. En önemlisi Edirne ve Trakya’da 1923’ün Büyük Mübadelesi ekonomiye, ticarete doğrudan sahip olmada yeni ufuklar açmış, yeni umutlar uyandırmış, azınlık karşıtlığına güç ve ivme kazandırmıştır. Bunun sonucu Trakya’da yaşayan Yahudileri kaçırtmanın yolları, yöntemleri düşünülmeye, planlanmaya, kurgulanmaya başlanmıştır. Bunu yapacak olanlar bilerek ya da bilmeyerek Edirne’de toplanmaya, idarede, okullarda, Halkevi’nde toplanmıştır. (…) Halil Tekin Bucaklı 1934 Yahudi karşıtlığı olaylarının içinde ve önünde devletin ve zamanın İsmet Paşa Hükümetinin olmadığını, ancak yörede bu havayı estirenlere, yazı ile destek verenlere ve özellikle Halkevlerinin çatışı altında toplananların CHF ile dirsek teması olanlara sempati ile bakıldığını, hoşgörü ile davranıldığını söylemiştir. (…) Trakya’nın hemen her yerinde meydana gelen bu Yahudi karşıtı olayda Kırklareli’nde Belediye Başkanı Şevket Dingiloğlu’nun, Ticaret Odası Başkanı Karahafız’ın Mehmet’inin, esnaf ve tüccarlardan Ahmet Helvacı, Kasap Hafız, Kahveci Salim, Köfteci Ali ve Hüseyin, Çırak Ali (Coşkun) gibi kişilerin öncü rol oynadığını, olaylardan sonra da birçok kişinin tutuklandığını söylenmiş ve yazılmış ise de Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan bunlardan çok azı mahkûm olmuştur. Birçoğu evlerden aldıkları eşyaları, kaçmış olan Yahudilerin evlerine bırakmışlarsa da yine de iade edilmeyen para ve eşyalar olmuştur. Sonradan YAHUDİ YAĞMASI’nın zenginleri olduğu anlatılmıştır.

23 Temmuz 1934 tarihli Trakya’da Yeşilyurt gazetesindeki başyazıda da Yahudilerin ekonomideki yerlerinin yarattığı rahatsızlık belirtiliyordu:

Yahudilerle en çok kaynaşmış, danslarda, balolarda, içtimai toplantılarda hep beraber bulunmuş, beraber gülmüş, beraber oynamış bir muhitte bu hadise nasıl oldu? Hiç şüphe yok ki, bizim Kırklareli Yahudilerinin uzun zamanlardan beri devam eden çok yanlış, çok egoist hareketleri vardır. Bir Mişon Salinoz, bir Yosef Adato, bir Azarya, memleketin belli başlı iktisadi işi olan “Mandıracılık” işlerinde o kadar inhisar (tekel) göstermişlerdir ki, binlerce teneke peynir çıkardıkları halde, ufak bir mandıra almak isteyen Türk çocuğuna her türlü müşkülatı göstermişlerdir. Yapağı almak isteyen bir Türk tüccarını ezmek için çevrilen entrikaları, yapılan fenalıkları gözümle gördüm.

Edirne kırından Demir köyüne kadar aldığı binlerce sağmallık koyun sürüsüne mukabil, Evci köyünde ufak bir mandıra kurmak isteyen fedakâr bir Türk çocuğuna karşı Yosef Adato’nun bütün Yahudiliği sarf ederek, Türk köylüsünü ikiye bölmesi ve bu çocuğumuz o köyde hem iktisaden hem izzeti nefs noktasından hırpalanmış olması bir hakikattir.

400 senedir Trakya Türkleri arasında en müreffeh ömür geçiren Musevilerimizin topluluk hayatları bile bizden ayrıdır. Onların bir “Yahudi Mahallesi”, bir “Yahudi Çarşısı” vardır. Hiçbiri bir Türk mahallesinde, bir Türk komşusu olmadığını hatırından bile geçirmemiştir.

Bugün hadise faillerinden birçokları muhtelif cezalarla hapse mahkûm olurken ve geçmiş, müessef (üzücü) bir vaka karşısında iken bunları zikir etmekten maksadım, bizimle kardeş gibi yaşamak isteyen Musevilerimizin bize iktisadi sahada, kültür sahasında, her sahada açık kalple, bir Türk vatandaşı gibi samimiyet göstermelerini dilemektir. İyi dostluklar, iyi ve karşılıklı münasebetlerle kurulur. Sade Türk’üz demek kâfi değil. Türk olduğunu, Türk gibi düşünerek, Türk gibi konuşarak, Türk gibi dostuna dost, düşmanına düşman olarak hareket etmek de onların borcudur. Bunu yapmaya başladıkları gün, arada her türlü sui tefehhümlerin (kötü düşüncelerin) kalkacağına, arada bir kaynaşma, bir yaklaşma olacağına şüphe etmesinler. Biz, böyle düşünüyoruz ve bu böyledir.

Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız’ın rolü neydi?

Halil Tekin Bucaklı’nın halkı milliyetçi fikirlerle koşullandırdığını söylediği kişilerden biri Cevat Rıfat Atilhan, diğeri Nihal Atsız’dı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Filistin Cephesi’nde Cemal (Mersinli) Paşa’nın komutasında görev yapan; Milli Mücadele yıllarında Zonguldak Havalisi Cephe Kumandanı olan Cevat Rıfat Bey, Cumhuriyet döneminde askerlikten ayrılarak ticarete atılmış, bir yandan da ırkçı-Türkçü çizgide yazılar yazmaktaydı. Ayakkabı satıcılığından iflas ettikten kısa süre sonra 1934 yılının ilkbaharında Almanya’nın Münih şehrine gitmiş, burada Der Stuermer adlı Nasyonal Sosyalist (Nazi) eğilimli derginin sahibi Julius Stricher’in konuğu olmuştu. Dergi o yıl Bavyera’da Yahudilere yönelik boykotu kışkırtmış ve yönetmişti. Cevat Rıfat Bey, dönüşte yanında dergide yayımlanmış anti-semit (Yahudi düşmanı) karikatür koleksiyonunu getirmişti. Bu karikatürleri İstanbul’da yayımladığı Milli İnkılap dergisinde kullanarak Türkiye’de Yahudi düşmanlığını körüklemeye başlamıştı. Derginin kapağında Pan-Türkizmin sembolü olan Bozkurt resmi vardı. Derginin sloganı “Taşkın, milliyetçi, siyasi mecmua” idi.

Trakya Olayları üzerine en kapsamlı araştırmaların sahibi olan Rıfat N. Bali’ye göre olayların gizli aktörü, ırkçı Türkçülüğün efsanevi lideri Nihal Atsız’dı. Edirne Erkek Lisesi’nde 11 Eylül-28 Aralık 1933 tarihleri edebiyat öğretmenliği yapan Atsız, ırkçı gazete Orhun’un yöneticiliğine Edirne’de başlamıştı. Orhun, Edirne’de İstanbul’dan daha çok satılıyordu ve Edirne’deki yağma olaylarının liderlerinden Körmutlu İbrahim Ağa adlı şahıs Atsız’ın en büyük hayranlarındandı. Nihal Atsız, 1933 sonlarında Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ile birlikte Çanakkale’ye yaptığı bir geziden edindiği izlenimlerini MTTB’nin yayın organı Birlik’te şöyle anlatmıştı:

Şehirde ne kadar çok Yahudi ne kadar çok Çingene ne kadar da Rum bozuntusu var!.. Buradaki Yahudi de her yerde tanıdığımız Yahudi’dir. Sinsi, küstah, zelil, korkak, fakat fırsat düşkünü Yahudi; Yahudi mahallesi her yerde olduğu gibi burada da çığırtkanlığın, gürültünün ve levsin (pislik, mundarlık) merkezi. Çarşıdaki dükkânların levhalarını okuyoruz. Onda dokuzu bizi sinirlendiren nankör ve kahpe milletin isimlerini taşıyor. Kuvvetli olduğumuz zaman karşımızda köpekçe yaltaklanan, bozgun çağlarımızda küstahlaşıp düşmanlarımızla birleşen tarihin bu hain ve piç milletini artık aramızda yurttaş olarak görmek istemiyoruz…

Atsız, 1934 yılının Mart ayında yine Orhun dergisinde yayımladığı “Komünist, Yahudi ve Dalkavuk” başlıklı yazısında işi daha da ileri götürür:

Türk milletinin dışarki düşmanları bütün dünyadır. Bunu tarih bize ebedi bir öğüt halinde hikâye eder. İçerki düşmanları ise üç tanedir: Komünist, Yahudi ve dalkavuk. Komünist, vicdanını Yahudi “Marks”a satmış olan vatansız serseri demektir. (…) İkinci düşmanı Yahudi’dir. Onun Allah’ı paradır. O, cebine birkaç para koyabilmek için gölgesinde yaşadığı bayrağı satmaktan çekinmeyen namussuz bir bezirgândır. Hangi memlekette oturuyorsa oranın düşmanıdır….

Nihal Atsız’a göre “Türk bünyesini mikroptan temizleyecek en güzel tedavi usulü: Katliam!” idi. 1934’te Cevat Rıfat Atilhan’ın Milli İnkılap dergisinde de yazıları yayımlanan Nihal Atsız’ın Yahudilere kin kusan bunun gibi nice yazısını okuyan yerel faşistlerin, 1934 olaylarında nasıl bir rol oynadıklarını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Bu konuda farklı düşünen Ayhan Aktar’a göre derginin yayınlarından rahatsız olan Yahudi cemaati, daha 25 Mayıs 1934 tarihinde Başbakanlığa bir dilekçe vermişler ancak buna bir cevap alamamışlardı. Ancak Almanya’daki muadili Der Stuermer bile Hitler’in iktidara gelmesinden kısa süre önce ancak 17-20 bin arasında tiraja sahipken, Milli İnkılap dergisinin tirajının çok fazla olması beklenemezdi. Dolayısıyla bu derginin “bu denli büyük bir antisemit bilinç sıçraması yaratmaya ve böylesine ciddi bir ‘kitle hareketini’ oluşturmaya çapının yetmeyeceğini kabul etmemiz gerekir”di.

Baban-Sökmensüer atışması

Ancak olaylardan 14 yıl sonra, 11 Aralık 1948’de Tasvir gazetesinin sahibi ve başyazarı Cihad Baban ile Gümüşhane Milletvekili Şükrü Sökmensüer arasındaki polemik olayın arka planına dair yeni bilgiler içeriyordu. Cihad Baban, olayların arkasındaki kişinin 1934’te Trakya Umumi Müfettişliği Başmüşaviri olan Şükrü Sökmensüer olduğunu ileri sürerken, Sökmensüer olayları, Cihad Baban’ın Cihat Hikmet takma adıyla yazdığı Hitler ve Nasyonel Sosyalizm adlı kitabın kışkırttığını söylüyordu. Cihad Baban ise bu suçlamaya cevap verirken, 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı’nın emriyle topluca kurşuna dizilen 33 Kürt köylüsüne atıfla “Hükümet tıpkı, Özalp hadisesi gibi bu işi örtbas etmek için sizi ortaya koyamadı” diyordu. Kısacası, ikili birbirinin ipliğini pazara çıkarırken aslında Tek Parti Dönemi’nin kirli çamaşırlarını ortaya döküyordu. Ancak her zamanki gibi gerçek bir yüzleşme olmadan konu kapanacaktı.

Yazıyı Rafet Seçkin’in aktarımıyla Azarya Şayir Behar’ın olaylara ilişkin uzun değerlendirmesinin bir bölümünü ile bitirelim:

Halbuki “Türk Ulusu” kavramını yaratmak için Yahudi düşmanlığına gerek yoktu. Amerika örneği vardı. Amerika’da inanılmayacak sayıda etnik gruplar mevcuttur. Amerika bir göçmenler topluluğu idi. Kilimini kapan bu ülkeye gitmişti. Buna rağmen “Amerikalı” şuuru yerleşti. Müşterek menfaatler yetiyordu. Amerika ekonomik kalkınmasını yaptı ve İngiltere’nin dünyadaki yerini aldı. Ankara’da devletin başında bulunanlar ise kolay yolu seçti. Alman milliyetçiliğinin peşine takıldı. Bu yol, ortaçağdan kalma soygun ve yağma alışkanlığı yolu idi. Halbuki Yahudileri kovmak esas gaye olsaydı, bu gayeye daha medeni yollardan varılabilirdi. Örneğin Hahambaşı İçişleri Bakanlığı’na davet edilir ve Musevilerin ülkeden gitmeleri gerektiği söylenebilirdi. Bir veya iki sene de mühlet verilebilirdi. Amaç Musevilerin sadece ticaretteki rollerinin Türklere devri olsaydı bunun gibi çareler bulunabilirdi. Öyle yapılmadı, Yahudi düşmanlığı tercih edildi. Çünkü amaç kozmopolit bir halktan bir millet yaratmaktı. Eğitim görmemiş halka da ortaçağdan kalma soygun ve yağma daha geleneksel geldi. Halbuki Yahudilerin diğer etnik gruplardan bir farkı yoktu. Pomaklardan, Boşnaklardan, hatta Kürt asıllılardan çok daha fazla, Museviler bilakis her zaman devletin yayında olmuşlardır.

Özet Kaynakça

Aktar, Ayhan. “Trakya Yahudi Olaylarını ‘Doğru’, Yorumlamak”, Tarih ve Toplum, sayı 155, Kasım 1996, s. 45-56.

Avner, Levi. Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996.

Bali, Rıfat N. 1934 Trakya Olayları, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2008.

Haker, Erol. Bir Zamanlar Kırklareli’nde Yahudiler Yaşarken, çev. Nadali Medina, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.

Karabatak, Haluk. “1934 Trakya Olayları ve Yahudiler”, Tarih ve Toplum, sayı 146, İstanbul, Şubat 1996, s. 4-16.

Karaçam, Nazif. Efsaneden Gerçeğe Kırklareli, Belediye Yayını, Kırklareli, 1995.

Karpat, Kemal H. Osmanlı Nüfusu, çev. Bahar Tırnakçı, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.

Levi, Avner. “1934 Trakya Yahudileri Olayı: Alınmayan Ders”, Tarih ve Toplum, sayı 151, İstanbul, Temmuz 1996, s.10-17.

Mallet, Laurent. “Karikatür Dergisinde Yahudilerle İlgili Karikatürler,” Toplumsal Tarih, sayı 34, Ekim 1996. s. 26-33.

Mert, Özgür. “Cumhuriyet Döneminde Azınlık ve Türkleştirme Politikaları Bağlamında 1934 Trakya Yahudilerinin Göç Olayına İlişkin İddialar ve Cevaplar”, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/495830. (Erişim tarihi 12 Mayıs 2021)

Onur, Oral. 1492’den Günümüze Edirne Yahudi Cemaati, Dinç Ofset, İstanbul, 2005.

Seçkin, Rafet, Belgelerle Kırklareli Yahudileri ve 1934 Olayları, Ceren Yayıncılık, Edirne, 2017.

Toprak, Zafer. “Trakya Olaylarında Hükümetin ve CHF’nin Sorumluluğu”, Toplumsal Tarih, sayı 34, İstanbul, Ekim 1996, s. 19-25.

Not: Bu yazı basılmak üzere olan Mustafa Kemal Dönemi’nin Öteki Tarihi-III (Literatür Yayıncılık, İstanbul, 2021) adlı kitapta yer almaktadır.

—–

[1]  1927 Nüfus Sayımı’nda Türkiye genelinde Yahudi nüfusu 81.882 kişi iken, 1935’te bu sayı 56.849’a gerileyecekti.

[2] Rafet Seçkin’in eleştirdiği kişilerden biri de benim. Erol Aker’e, Nazif Karaçam’a ve bunların hatıratını eleştirmeksizin 1934 Trakya Olayları kitabına alan Rıfat N. Bali’ye güvenerek bu iddiayı kontrol etmeden yazılarıma almıştım. Rafet Seçkin’in eleştirisini kabul ediyor, okurlarımdan özür diliyorum. Ancak, ortada Rafet Seçkin’in ima ettiği gibi bir “senaryo yazma” olayı yok bence. Aradan yıllar sonra sözlü tarih görüşmeleri yapılırken, yaşlıların Kırklareli’ndeki “Büyük pehlivan güreşleri”ni Edirne’deki gibi Kırkpınar Güreşleri diye adlandırılması pekâlâ mümkün. Ünlü güreşçilerin gelmesi de o günlerde Kırklareli’nde büyük bir kalabalığın toplanmasına neden olmuş olabilir. Bu müsabakaların Kırklareli Halkevi tarafından planlı bir şekilde mi o tarihlere rastlatılıp rastlatılmadığını henüz bilmiyoruz. Ama sonuç olarak Kırklareli’nde, Trakya’daki diğer merkezlerden daha sert olayların yaşandığını Rafet Seçkin de kabul ediyor.

[3] Bu konudaki anlatılarda görüşmenin 4 Temmuz’da Ankara’da olduğu belirtilirse de Atatürk 3 Temmuz’da İstanbul’dan Yalova’ya geçmiş, Ankara’ya gitmek üzere 7 Temmuz’da Yalova’dan ayrılmıştı.

(Yazı ilk olarak Öteki Tarih-III, Kemalist Devrimler ve İsyanlar, Profil Yayıncılık, 2013, s. 187-194.’te yayımlanmıştır.)


Bu yazı Haziran 2021’de güncellenmiştir ve genişletilmiştir.

9 comments on “1934 Trakya Olayları – Ayşe Hür

  1. […] anılmış ve kutlanmıştı. Ancak buradaki Yahudilerin nasıl oradan kaçırıldığı ( 1934 Trakya Olayları) ve sinagogun neden restorasyona muhtaç bir halde metruk bırakıldığı hiç sorgulanmadı. Yine […]

  2. […] kişilerin yazdıkları yazılardan ve bu yazıların halkı nasıl kışkırttığını, devletin Trakya Pogromu‘na engel olmak istemeyişinden neredeyse hiç bahsetmemesi de yazarın ne kadar taraflı […]

  3. […] in 1934, Jews in eastern Thrace were exposed to a pogrom. From 1941 to 1942, Turkey enlisted all Christian and Jewish males in the military, including the […]

  4. […] in 1934, Jews in japanese Thrace were being exposed to a pogrom. From 1941 to 1942, Turkey enlisted all Christian and Jewish males in the armed service, including […]

  5. […] in 1934, Jews in japanese Thrace had been exposed to a pogrom. From 1941 to 1942, Turkey enlisted all Christian and Jewish males in the military, like the […]

  6. […] irili ufaklı örneklerle görür: abisi parasız amele olarak 20 Kura askere alınır (9), Trakya’da pogromdan kaçıp gelenleri etrafına yerleşip, komşu ve okul arkadaşları olur. Pogromdan kaçan […]

  7. […] örneklerle görür: abisi parasız amele olarak 20 Kura askere alınır (9), Trakya’da pogromdan kaçıp gelenleri etrafına yerleşip, komşu ve okul arkadaşları olur. Pogromdan kaçan […]

  8. […] Bu sayı Türkiye’nin genelindeki Yahudi nüfusta olduğu gibi zaman içinde daha da azalacaktı.[1] 1923 yılında Edirne’de yayımlanan Paşaeli gazetesinde çıkan yazılarda […]

Comments are closed.