Geçirdiği önemli sağlık sorunlarının ardından, uzun bir aradan sonra yeniden Milliyet’e gelmeye başladı Sami Kohen. O her zamanki hızlı adımlarıyla, rüzgar gibi geçmeye devam ediyor aramızdan. Aşkın gazetecilik hali olan Kohen ile bugün 90 yaşında yazmaya devam edebilmek için verdiği muazzam mücadeleyi konuştuk.
Türk basınında dış haberler sayfasının kurucusu. Dünyayı Türkiye’ye getirmiş, Türkiye’yi dünyaya götürmüş bir gazetecilik dehası. Milliyet’in kesintisiz 64 yıllık ‘göz nuru’. Sami Kohen. Bugün 90 yaşında. Geçtiğimiz yıl epey zorlu bir sağlık savaşı verdi. Doktorlarının deyişiyle gitti ama geri geldi. Direndi. Uzun bir tedavinin ardından yeniden oturdu Olivetti makinesinin önüne. “Camları sürekli buğulu bir gözlükle dolaşıyor gibiyim” diye tarif ettiği gözlerinin durumuna aldırış etmeden. Bütün bu süreci, ikinci yuvası mı yoksa birinci mi, hâlâ emin olmadığı Milliyet’i, yazmak için verdiği, insanı önünde saygıyla eğdiren muazzam mücadeleyi, ölümle ilişkisini, gazeteden çıkıp kendi düğününe yorgunluktan bitap halde katılmasını velhasıl gerçek bir gazeteci olmayı konuştuk Kohen’le.
– 68 yıldır gazetecilik yapıyorsunuz… Ortalama bir insan ömrü kadar meslek hayatınız var. Bu rakam ne hissettiriyor size?
Bunun 64 yılı kesintisiz olarak Milliyet’te geçti. Bu, dünyada da pek fazla görülen bir şey değil. Bir gazeteye 64 yıl hizmet vermek. 68 yıl müthiş hızlı geçti. 50 yıldan fazlasında hiç oturmadım, devamlı dünyayı dolaştım, olayların peşinde koştum. Dış haberler servisi şefi olarak işe başladım. Benden oluşan tek kişilik bir servisti. Haberleri ben servis ediyordum. Sonra tabii büyüdü servis yavaş yavaş. O zamana kadar gazetelerde dış haber diye ayrı bir sayfa yoktu. Bütün haberler yan yana çıkardı. Ben Milliyet’te dış haberleri ayrı bir sayfa, ayrı bir bölüm yaptım.
– Milliyet’e girdiğiniz gün buranın son durak olacağını hissettiğinizi söylemiştiniz 10 yıl önce yaptığımız söyleşide. Nasıl tanımlarsınız Milliyet ile aranızdaki bağı?
Milliyet benim her zaman ikinci yuvam dediğim yerdi; hatta bazen acaba ikinci mi birinci mi diye düşündüğüm oldu. Bekarken birinci yuvamdı, hayatımız buydu. Milliyet’teki ilk kadromuz, o neslin kadrosu hepsi aşağı yukarı yaşıt insanlardı. Çoğumuz aynı frekansta düşünürdük. Biz kendimizi bir aile olarak görüyorduk. Hâlâ da öyle…
“Mucizevi bir şey oldu”
– Bugün 90 yaşında gazeteci olmayı nasıl tarif ediyorsunuz?
90 yaşında bir gazeteci olmak demek benim gibi 60 ya da daha fazla yıl bu işte çalışmış olmak demek. Bu bir defa kendi başına deneyim ve birikim olarak bir hazine. Şimdi bütün mesele bu yaşlarda bu enerjiyi bulmak. Ben geçirdiğim rahatsızlıklar dolayısıyla artık sadece köşemde yazı yazmakla yetiniyorum. Fakat inanın bana keşke bu rahatsızlıklarım olmasa da ben bugün uçağa atlayıp falan olayı yerinde izlesem…
– Ağır bir hastalık süreci atlattınız…
Son on yılda küçük rahatsızlıklar dışında beni sarsan, rahatsız eden, hızımı kesen hiçbir şey olmadı. Kalbime stent takıldı, mükemmel çalıştı, bir problem olmadı. Ama sarı nokta dedikleri o sinsi dejenerasyon yüzünden görme yetim çok zayıfladı. İki alanda sarsıldım. Geçen sene kalbimin durumu stentten çıkıp bir damar hikayesinin ötesine gitti. Yapılan anjiyoda iki damarın daha tıkalı olduğu söylendi. Ben de dedim ki “Ben toptancıyım. Hepsini değiştiririz”. Böyle espiriyle. Ve gittik yattık geçen sene haziran ayında. Kalp ameliyatı iyi geçti ama diğer organlarda bazı rahatsızlıklar çıktı. Bütün bir yaz hastanede geçti diyebilirim. Tabii bu çok fena sarstı. Doktorların ifadesiyle ölüm döşeğinden döndüm. Allah’a şükür enerjimi topladım, yeneceğim dedim. Gazete hep böyle gözümde tütüyordu.
– Gazete okuyabiliyor musunuz?
Gazete ya da kitap okuyamıyorum ama okutuyorum. Bir ara sabah gazetelerini eşime okutuyordum. Sadece başlıkları görebiliyorum. Ama geçen sene benim için mucizevi bir şey oldu. Amerika’da bulunan bir sistem var. Bu sistem bilgisayarda herhangi bir yazıyı okuyor. Okuyan bir robot. Her gün gözden geçirdiğim yerli ve yabancı gazeteler var. Hangi yazıyı, haberi okumak istiyorsam bir tıklıyorum oradan bir ses bana bunu okuyor. 14 dilde yayın yapıyor. Buna Türkçenin de dahil edilmesi benim için büyük olay oldu.
Açıyorum bilgisayarı gazete açar gibi başlıyorum Milliyet, Hürriyet… Bu arada gazlı kalemle büyük harflerle kendime göre notlar alıyorum. Aldığım notları da bir büyütecim var büyüterek okuyabiliyorum. Ben daktilo kullanan çok nadir kişilerden biriyim.
– Hâlâ Olivetti mi kullanıyorsunuz?
Evet. Daktiloyu hâlâ kullanmamın sebebi birincisi göz dolayısıyla çok iyi görmediğim için daktilo ile benim aramda, beyin ve parmaklar arasında adeta otomatik bir irtibat var. Ben fazla görmeden de tak tak tak yazabiliyorum. Yazıyı yazıyorum, sayfayı çıkarıp büyütecin altına koyuyorum oradan yazdıklarımı okuyorum, düzeltme veya ek yapıyorum ve o şekilde gazeteye yolluyorum.
– Şerit bulabiliyor musunuz?
Bütün piyasayı arayıp taradık; tek tük bir iki yerde şerit var. Fakat nerede o eski şeritler. Piyasada mevcut olan şeritler çok silik. Silik olunca tabii görmek de mümkün değil.Ona ben bir çare buldum. Yazarken bir karbon kağıdı koyuyorum. Yazıyorum, karbon kağıdından pırıl pırıl çıkıyor.
– Derler ki hayatı dolu dolu yaşayanların ölüm korkusu olmaz. Ölüm ile nasıl bir ilişkiniz var Sami Bey?
Bir anekdot anlatayım; yoğun bakımdan çıktım normal odaya geçtim. Odada yatıyorum devamlı. Sonra doktor ve hemşireler geliyor. Yürüme egzersizi yaptıracaklar. Bir koridor var. İşte koridorda yürütecekler. Baktım kendime bir enerji lazım. Ayakta durmak ve birkaç adım atmak için. Ben Wagner’i çok severim. Bana enerji veriyor Wagner. Bana enerji verdiğini bildiğim için öğrencilik yıllarımda imtihan öncesi o müziği dinlerdim. Sonraları da ne zaman biraz moralim bozuksa, bir şeyleri çözmem gerekse Wagner dinlediğim zaman kendime gelirim. Çocuklarıma dedim ki “Benim Wagner kasetlerinden birini alın buraya getirin”; getirdiler. Yürüyüş zamanı geldi, üzerimde hastane elbisesi, önde serum şişesiyle hemşire, arkada kızım ve oğlum ellerinde teyp Wagner çalıyor. Koridoru Wagner ile hiç durmadan yürüdüm.
– Ölüm korkunuz da yok o zaman?
Hayır. Öleceksek öleceğiz ne yapalım yani. Bütün mesele acısız olsun. Izdırap çekmeden. Sevdiğim şeyleri yapma hevesimi kaybetmek istemiyorum.
Nişanlandıktan sonra evlenmeye bir türlü vakit bulamıyordum. En sonunda bir tarih tespit ettik o da çok garip bir tesadüf oldu. Biz 29 Mayıs’ta evlendik 27 Mayıs’ta darbe oldu. Darbe oldu tabii ben o zaman gazeteden çıkamıyorum. Evlenip evlenemeyeceğimiz belli değil. Sokağa çıkma yasağı konmuştu. Toplantı yasağı vardı evlenme, düğün vs de bir toplantı sayılıyordu. O zamanın İstanbul valisine müracaat ettik dedik ki “Biz evlenebilecek miyiz? Davetlilerimiz var”. “Yarından itibaren toplantı yasağını kaldırıyoruz düğünü yapabilirsiniz” dedi. Evlendik. Evlendik ama ben böyle yorgun argın gazeteden çıkıp düğününe giden bir insan oldum. Evlendikten sonra ilk 15 gün eşimi neredeyse göremedim.
– 58 yıldır evlisiniz. Bana mutlu evliliğin sırlarından birinin diplomasi ve Osmanlıca konuşmak olduğunu söylemiştiniz. Hâlâ geçerli mi?
Eşimle bir uyuşmazlığım yok Allahtan. Hiçbir zaman olmadı. Ama tabi karı koca arasında zaman zaman bazı görüş ayrılıkları olabilir. Ben de eşimle konuşurken bazen havayı biraz yumuşatmak için arada Osmanlıca eski bir takım kelimeler kullanarak konuşunca eşim de bu sefer “Yahu şu kelime ne demek?” falan diyordu. Ben sana öğreteyim bu kelime şudur, kökeni de böyledir derken konu değişiyordu. Konu değişince gülüyorduk.
– Hâlâ kullanıyor musunuz bu yöntemi?
Artık çok fazla ihtilaf konularımız yok çok şükür. Ben 90 eşim de 80 yaşında, dolayısıyla ikimiz de daha da olgunlaştık. Tabii bir de artık eskiden biz işimizle gücümüzle çok meşguldük. Şimdi son zamanlarda hele de bu hastalıktan sonra daha çok evde oturduğum için karısıyla sohbet eden, beraber dışarı çıkan bir kişi haline geldim. Eskiden bunlar benim için biraz lükstü, çünkü vaktimiz yoktu. Şimdi bu yaşta çok daha fazla bağlandık birbirimize. Onun da bazı rahatsızlıkları var benim de; birbirimize destek oluyoruz. Bu ortam içinde diplomasiyi gerektiren bir durum da kalmadı.
Geçirdiği önemli sağlık sorunlarının ardından, uzun bir aradan sonra yeniden Milliyet’e gelmeye başladı Sami Kohen. O her zamanki hızlı adımlarıyla, rüzgar gibi geçmeye devam ediyor aramızdan. Aşkın gazetecilik hali olan Kohen ile bugün 90 yaşında yazmaya devam edebilmek için verdiği muazzam mücadeleyi konuştuk.
Kaynak: Milliyet, Filiz Aygündüz
Türk basınında dış haberler sayfasının kurucusu. Dünyayı Türkiye’ye getirmiş, Türkiye’yi dünyaya götürmüş bir gazetecilik dehası. Milliyet’in kesintisiz 64 yıllık ‘göz nuru’. Sami Kohen. Bugün 90 yaşında. Geçtiğimiz yıl epey zorlu bir sağlık savaşı verdi. Doktorlarının deyişiyle gitti ama geri geldi. Direndi. Uzun bir tedavinin ardından yeniden oturdu Olivetti makinesinin önüne. “Camları sürekli buğulu bir gözlükle dolaşıyor gibiyim” diye tarif ettiği gözlerinin durumuna aldırış etmeden. Bütün bu süreci, ikinci yuvası mı yoksa birinci mi, hâlâ emin olmadığı Milliyet’i, yazmak için verdiği, insanı önünde saygıyla eğdiren muazzam mücadeleyi, ölümle ilişkisini, gazeteden çıkıp kendi düğününe yorgunluktan bitap halde katılmasını velhasıl gerçek bir gazeteci olmayı konuştuk Kohen’le.
– 68 yıldır gazetecilik yapıyorsunuz… Ortalama bir insan ömrü kadar meslek hayatınız var. Bu rakam ne hissettiriyor size?
Bunun 64 yılı kesintisiz olarak Milliyet’te geçti. Bu, dünyada da pek fazla görülen bir şey değil. Bir gazeteye 64 yıl hizmet vermek. 68 yıl müthiş hızlı geçti. 50 yıldan fazlasında hiç oturmadım, devamlı dünyayı dolaştım, olayların peşinde koştum. Dış haberler servisi şefi olarak işe başladım. Benden oluşan tek kişilik bir servisti. Haberleri ben servis ediyordum. Sonra tabii büyüdü servis yavaş yavaş. O zamana kadar gazetelerde dış haber diye ayrı bir sayfa yoktu. Bütün haberler yan yana çıkardı. Ben Milliyet’te dış haberleri ayrı bir sayfa, ayrı bir bölüm yaptım.
– Milliyet’e girdiğiniz gün buranın son durak olacağını hissettiğinizi söylemiştiniz 10 yıl önce yaptığımız söyleşide. Nasıl tanımlarsınız Milliyet ile aranızdaki bağı?
Milliyet benim her zaman ikinci yuvam dediğim yerdi; hatta bazen acaba ikinci mi birinci mi diye düşündüğüm oldu. Bekarken birinci yuvamdı, hayatımız buydu. Milliyet’teki ilk kadromuz, o neslin kadrosu hepsi aşağı yukarı yaşıt insanlardı. Çoğumuz aynı frekansta düşünürdük. Biz kendimizi bir aile olarak görüyorduk. Hâlâ da öyle…
“Mucizevi bir şey oldu”
– Bugün 90 yaşında gazeteci olmayı nasıl tarif ediyorsunuz?
90 yaşında bir gazeteci olmak demek benim gibi 60 ya da daha fazla yıl bu işte çalışmış olmak demek. Bu bir defa kendi başına deneyim ve birikim olarak bir hazine. Şimdi bütün mesele bu yaşlarda bu enerjiyi bulmak. Ben geçirdiğim rahatsızlıklar dolayısıyla artık sadece köşemde yazı yazmakla yetiniyorum. Fakat inanın bana keşke bu rahatsızlıklarım olmasa da ben bugün uçağa atlayıp falan olayı yerinde izlesem…
– Ağır bir hastalık süreci atlattınız…
Son on yılda küçük rahatsızlıklar dışında beni sarsan, rahatsız eden, hızımı kesen hiçbir şey olmadı. Kalbime stent takıldı, mükemmel çalıştı, bir problem olmadı. Ama sarı nokta dedikleri o sinsi dejenerasyon yüzünden görme yetim çok zayıfladı. İki alanda sarsıldım. Geçen sene kalbimin durumu stentten çıkıp bir damar hikayesinin ötesine gitti. Yapılan anjiyoda iki damarın daha tıkalı olduğu söylendi. Ben de dedim ki “Ben toptancıyım. Hepsini değiştiririz”. Böyle espiriyle. Ve gittik yattık geçen sene haziran ayında. Kalp ameliyatı iyi geçti ama diğer organlarda bazı rahatsızlıklar çıktı. Bütün bir yaz hastanede geçti diyebilirim. Tabii bu çok fena sarstı. Doktorların ifadesiyle ölüm döşeğinden döndüm. Allah’a şükür enerjimi topladım, yeneceğim dedim. Gazete hep böyle gözümde tütüyordu.
– Gazete okuyabiliyor musunuz?
Gazete ya da kitap okuyamıyorum ama okutuyorum. Bir ara sabah gazetelerini eşime okutuyordum. Sadece başlıkları görebiliyorum. Ama geçen sene benim için mucizevi bir şey oldu. Amerika’da bulunan bir sistem var. Bu sistem bilgisayarda herhangi bir yazıyı okuyor. Okuyan bir robot. Her gün gözden geçirdiğim yerli ve yabancı gazeteler var. Hangi yazıyı, haberi okumak istiyorsam bir tıklıyorum oradan bir ses bana bunu okuyor. 14 dilde yayın yapıyor. Buna Türkçenin de dahil edilmesi benim için büyük olay oldu.
Açıyorum bilgisayarı gazete açar gibi başlıyorum Milliyet, Hürriyet… Bu arada gazlı kalemle büyük harflerle kendime göre notlar alıyorum. Aldığım notları da bir büyütecim var büyüterek okuyabiliyorum. Ben daktilo kullanan çok nadir kişilerden biriyim.
– Hâlâ Olivetti mi kullanıyorsunuz?
Evet. Daktiloyu hâlâ kullanmamın sebebi birincisi göz dolayısıyla çok iyi görmediğim için daktilo ile benim aramda, beyin ve parmaklar arasında adeta otomatik bir irtibat var. Ben fazla görmeden de tak tak tak yazabiliyorum. Yazıyı yazıyorum, sayfayı çıkarıp büyütecin altına koyuyorum oradan yazdıklarımı okuyorum, düzeltme veya ek yapıyorum ve o şekilde gazeteye yolluyorum.
– Şerit bulabiliyor musunuz?
Bütün piyasayı arayıp taradık; tek tük bir iki yerde şerit var. Fakat nerede o eski şeritler. Piyasada mevcut olan şeritler çok silik. Silik olunca tabii görmek de mümkün değil.Ona ben bir çare buldum. Yazarken bir karbon kağıdı koyuyorum. Yazıyorum, karbon kağıdından pırıl pırıl çıkıyor.
“Kolumda serum, hastane koridorunu Wagner dinleyerek yürüdüm”
– Derler ki hayatı dolu dolu yaşayanların ölüm korkusu olmaz. Ölüm ile nasıl bir ilişkiniz var Sami Bey?
Bir anekdot anlatayım; yoğun bakımdan çıktım normal odaya geçtim. Odada yatıyorum devamlı. Sonra doktor ve hemşireler geliyor. Yürüme egzersizi yaptıracaklar. Bir koridor var. İşte koridorda yürütecekler. Baktım kendime bir enerji lazım. Ayakta durmak ve birkaç adım atmak için. Ben Wagner’i çok severim. Bana enerji veriyor Wagner. Bana enerji verdiğini bildiğim için öğrencilik yıllarımda imtihan öncesi o müziği dinlerdim. Sonraları da ne zaman biraz moralim bozuksa, bir şeyleri çözmem gerekse Wagner dinlediğim zaman kendime gelirim. Çocuklarıma dedim ki “Benim Wagner kasetlerinden birini alın buraya getirin”; getirdiler. Yürüyüş zamanı geldi, üzerimde hastane elbisesi, önde serum şişesiyle hemşire, arkada kızım ve oğlum ellerinde teyp Wagner çalıyor. Koridoru Wagner ile hiç durmadan yürüdüm.
– Ölüm korkunuz da yok o zaman?
Hayır. Öleceksek öleceğiz ne yapalım yani. Bütün mesele acısız olsun. Izdırap çekmeden. Sevdiğim şeyleri yapma hevesimi kaybetmek istemiyorum.
“Yorgun argın gazeteden çıkıp düğünüme gittim”
– Çalışmaktan evlenmeye vakit bulmakta epey zorlanmışsınız.
Nişanlandıktan sonra evlenmeye bir türlü vakit bulamıyordum. En sonunda bir tarih tespit ettik o da çok garip bir tesadüf oldu. Biz 29 Mayıs’ta evlendik 27 Mayıs’ta darbe oldu. Darbe oldu tabii ben o zaman gazeteden çıkamıyorum. Evlenip evlenemeyeceğimiz belli değil. Sokağa çıkma yasağı konmuştu. Toplantı yasağı vardı evlenme, düğün vs de bir toplantı sayılıyordu. O zamanın İstanbul valisine müracaat ettik dedik ki “Biz evlenebilecek miyiz? Davetlilerimiz var”. “Yarından itibaren toplantı yasağını kaldırıyoruz düğünü yapabilirsiniz” dedi. Evlendik. Evlendik ama ben böyle yorgun argın gazeteden çıkıp düğününe giden bir insan oldum. Evlendikten sonra ilk 15 gün eşimi neredeyse göremedim.
– 58 yıldır evlisiniz. Bana mutlu evliliğin sırlarından birinin diplomasi ve Osmanlıca konuşmak olduğunu söylemiştiniz. Hâlâ geçerli mi?
Eşimle bir uyuşmazlığım yok Allahtan. Hiçbir zaman olmadı. Ama tabi karı koca arasında zaman zaman bazı görüş ayrılıkları olabilir. Ben de eşimle konuşurken bazen havayı biraz yumuşatmak için arada Osmanlıca eski bir takım kelimeler kullanarak konuşunca eşim de bu sefer “Yahu şu kelime ne demek?” falan diyordu. Ben sana öğreteyim bu kelime şudur, kökeni de böyledir derken konu değişiyordu. Konu değişince gülüyorduk.
– Hâlâ kullanıyor musunuz bu yöntemi?
Artık çok fazla ihtilaf konularımız yok çok şükür. Ben 90 eşim de 80 yaşında, dolayısıyla ikimiz de daha da olgunlaştık. Tabii bir de artık eskiden biz işimizle gücümüzle çok meşguldük. Şimdi son zamanlarda hele de bu hastalıktan sonra daha çok evde oturduğum için karısıyla sohbet eden, beraber dışarı çıkan bir kişi haline geldim. Eskiden bunlar benim için biraz lükstü, çünkü vaktimiz yoktu. Şimdi bu yaşta çok daha fazla bağlandık birbirimize. Onun da bazı rahatsızlıkları var benim de; birbirimize destek oluyoruz. Bu ortam içinde diplomasiyi gerektiren bir durum da kalmadı.
Paylaş: