Geçmiş, ölü değildir; hatta geçmiş bile değildir. (What is past is not dead; it is not even past.) – Christa Wolf – Patterns of Childhood
Ben Lerna Balıkçı. Bu yazıyı, kardeşim Sevag Balıkçı’nın anısına yazıyorum.
Bütün bu yaşadıklarımı rüyamda görseydim, adına kabus derdim ve hemen uyanmak isterdim. Aynı 23 Nisan 2011 sabahında uyandığım gibi, hiç yaşanmamış olmasını dileyerek… Ama artık biliyorum ki benim acılarla yoğrulmuş bir hikâyem var. Bazen anlatmakla anlatmamak arasında gidip gelirdim. Lakin yıllar içinde, “Yazmalısın, unutmamalıyız, unutturmamalıyız” diyen insanların sesleri çoğaldı. Ve işte buradayım!
Ben bir ablayım. Ya da bir zamanlar ablaydım. Annem Ani ve babam Garabet’e kardeşim olması için baskı yapan, adeta dileğiyle Sevag’ı çağıran bir çocuktum. Annem anaokulu öğretmeniydi, birlikte aynı okula gidip gelirdik. Annemin hamilelik haberini aldığımızda mutluluktan havalara uçmuştum. Annem turşu ve kaymaklı kadayıf aşerirdi, onunla okul dönüşlerinde ikisini de alırdık.
Sevag, 1 Nisan 1986’da İstanbul Cihangir Kliniği’nde, henüz yedi aylıkken doğdu. Yüzde elli yaşama şansı vardı. Derken bebek kuvöze alındı ve ailece zor bir kaç haftanın içine girdik. Annem ve anneannem kardeşimle birlikte hemen Haseki Hastanesi’ne nakledildiler. Kardeşimin büyüme süreci kuvözde devam edecekti. Babamla ben günlerimizi hastane bahçesinde, civardaki kafelerde geçirirdik. İlaç gerektiğinde koşar adım eczaneye giderdik. Durumu kritikti. Günün birinde kalbi durdu. Doktorlar ve hemşireler yaşatmak için seferber oldular. Annemle anneannemi odadan çıkardılar ve babam annemin yanına koştu. Ben o an gizlice bir pencereden içeri sızmıştım ve odadaki yatağın altına saklanmıştım. Kardeşimi çok merak ediyordum. Ne ile karşılaşacağım hakkında bir fikrim yoktu. Doktorlar, Sevag’ın kalbini çalıştırmaya, başından damar bulmaya çalışıyorlardı. Sanki zaman durmuştu. Derken bir ağlama sesi duyuldu. Annemle babam birbirlerine sarıldılar. O sesi hiç unutamam çünkü benim zeytin gözlü kardeşim hayata tutunmuştu ve yaşamayı seçmişti. Ve hayatı boyunca da öyle kalacaktı çünkü ölümü seçen kendisi olmadı.
Kırk gün hastanede kaldıktan sonra dört kişilik ailemiz neşeli bir biçimde eve döndü. Biz Kurtuluş semtinde yaşıyorduk. Sevag’a steril bir oda hazırlandı, benim odamda, benim yatağımda kalacaktı. Minikti, ama çok tatlıydı. Altını değiştirmek, onu kucağıma almak, yemek yedirmek; kısacası onun bakımını üstlenmek benim dünyam oldu. Birinci yaş günü için Miki Mouse’lu pasta siparişi vermiştik. Ben o anın heyecanıyla pastayı yere düşürdüm. O günden beri doğum günü pastalarına el süremem. Olsun, o günden sonra da, sonrasında da Sevag’la mutlu anılar biriktirmeye devam ettik.
Sevag, anasınıfına başladığında ilk öğretmeni annem Ani’ydi. Her sabah üçümüz birlikte okula giderdik. Akşam yemeklerinde dört kişilik masaya otururduk. Hafta sonları ailece kahvaltılar yapar, birlikte vakit geçirirdik. Babam Garabet’in işten gelişleri, annemin yemekleri, Sevag’ın soruları… Sevag, “Bu kıyafet iyi mi, kuyruk böyle mi?” gibi sorular sorardı bana. Ablalık içgüdüsüyle onu hep korurdum. Yatağımın duvar tarafına yatırırdım, o düşmesin diye.
Biz Ermeni bir aileyiz. Ermeni okuluna gittik. Babam Kapalıçarşı’da zanaatkârdı. Annem ise anaokulu öğretmeniydi. İstanbul’un Kurtuluş, Baruthane, Ergenekon caddelerinde yaşadık. Sevag, Maçka Akif Tuncel Meslek Lisesi’nden sonra İTÜ Plastik Sanatlar bölümüne girdi. Bir keresinde “yılbaşı ağacı tasarımıyla” ödül aldı. Ermeni kimliğimizle ilgili ailem belki bir takım zorluklar yaşadılar ama bize hiç hissettirmediler. Ta ki 24 Nisan 2011 tarihine kadar Ermeni kimliğimiz ev içi gündemimize hiç gelmemişti.
Sevag’ın askere gitme vakti geldiğinde bana telefonda askerliğinin Batman’a çıktığını söylemişti. Sesinde bir tedirginlik vardı. Yine de çevremizde askere gidip gelen genç çoktu ve biz de Sevag’ın onlar gibi görevini tamamlayıp döneceğini varsaydık. Biricik, tek oğlumuzun dönmeyeceği kimin aklına gelirdi?
2011 yılında ben ve kocam Kadıköy Moda’ya taşınmıştık. Annem ise bizden iki ay sonra oraya taşındı. Paskalya dönemine denk gelmişti ve Sevag, Batman’dan meşhur paskalya çöreğinden istemişti. Hemen gönderdik. Paskalya haftasının Cumartesi akşamı onunla telefonda konuştuk. Bize “Çörekler geldi, arkadaşlarımla afiyetle yedik, herkese dağıttım” dedi. “Bu akşam da çiğ köfte yapacağız,” diye ekledi. Pazar sabahı ben ve annem Moda sahilinde yürüyüşe çıktık. Bulutlu ve kapalı bir hava vardı. Siyah bulutlar sanki üzerimize çökmüş gibiydi. Neyse, sonra eve dönmeye karar verdik. Tam evime girerken babam telaşla aradı: “Lerna… Yetiş… koş çabuk yetiş.”
Çabucak eve koştum. Anneannem bembeyaz karşımdaydı. Annem ” çabuk, çabuk, internete bak” dedi. Gördüm… Okudum… İnanamadım. “Yanlış haber bu,” dedim. Ama bir dış ses: “Maalesef kaybettik” dedi. Her zaman gazete ve televizyonlarda gördüğümüz ya da duyduğumuz ama asla bizim başımıza geleceği aklımızın ucundan geçmeyen o ses… “Aman Allahım! Aynısı bize de oldu” dedim. Bir gün öncesi dedemin ölüm yıldönümüydü; sabahına ise kardeşim öldürüldü. Belki de bir gün önce çöreğini paylaştığı biri tarafından.
O gün ailemiz dört kişiden üç kişiye düştü. Onca yıl kardeş varlığı isteyen ben, şimdi onca yıl boyunca kardeş yokluğu ile yaşamaya çalışıyorum.
Ve evet, acımı tarif etmek için Şeker Portakalı’ndaki şu alıntıya başvurmak istiyorum:
“Acı çekmek ne demekmiş asıl şimdi anlıyordum. Acı çekmek bayılana kadar dayak yemek değildi. Ayaktaki cam kesiğine eczanede dikiş attırmak değildi. Asıl acı, kalbi baştan aşağı sancılara boğan, insana sırrını kimselere anlatmadan ölmeyi arzulatan bir şeydi. Kolları, başı hep dermansız bırakan, yastıkta öbür yana dönme isteğini bile söndüren bir şey.”
Bu elim cinayetin sonrasında, annemi ve babamı biraz olsun hayata bağlamak için, hiç planımda yokken çocuk sahibi olmaya karar verdim. Sevag’ın gidişinden iki yıl sonra Sevag’a benzeyen bir oğlum oldu. Oğlum, iki yaşına gelene kadar İstanbul’daydık. Sonra… Türkiye’den ayrılmak bizim için söz konusu bile değilken Erivan’a taşınmaya karar verdik. Önce eşim bir haftalığına gitti; ardından ben ve oğlum. Bir hafta sonra kiralık ev tuttuk ve Erivan’da yaşamaya başladık. Kendilerine biraz olsun teselli sayılabilecek torunlarından ayrılmamak için annem ve babam da yanımıza geldiler.
Erivan’da yaşadığımız hayat bizim için kolay olmadı. Türkiye’de yaşadığımız Ermenilikle burada yaşadığımız Ermenilik, dil (biz Batı Ermenice’si konuşurken Erivan’da Doğu Ermenice’si konuşulur) ve kültürel açıdan biribirinden daha farklıydı. Lakin Erivan’da Sevag’la benim birlikte yapmak istediğimiz bir hayali gerçekleştirdik: küçük bir kafe açtık. Adı “Cosi È La Vita”. Anlamı “Hayat işte böyle”. Türkiye’den ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen misafirlerimizin buluştukları, Sevag’ı durmadan anlattığımız, anısını yaşattığımız bir yer oldu. Tıpkı Sevag’ın İstanbul’daki doğum gününde kendi yaptığı objeleriyle açtığı “Eksik” adlı sergi gibi…
Bugün ise, Sevag’ı ve kaderin acı bir cilvesiyle 24 Nisan 2022’de kardeşimin mezarına onu anmak yerine ebediyen onun yanına göçmeyi seçen babamı yalnızca Şişli Mezarlığı’na giderek anabiliyoruz.
Bu yazıyı ise, Erivan’da tanıştığım ve dostluk bağı kurduğum Özlem Karakuş’un teşvikiyle yazmaya karar verdim. Çünkü Sevag’ı hatırlamak, unutturmamak ve başkalarına anlatmak bir nevi ablalık vazifem.
Özetle, Sevag’ı hiç tanımayan birine anlatmak istesem, bu dünyadaki hiçbir şeye benzemeyen bir kalbe ve ruha sahip olduğunu söylerdim.
İnsanların Sevag’la ilgili bilmelerini istediğim son şey şu: askerlik yaptığı dönemde herhangi bir savaş durumu yokken, sebepsiz, günahsız ve savunmasız bir biçimde öldürülen ilk Ermeni askeridir Sevag.Ve 24 Nisan, bizim için yalnızca bir tarih değil; aynı zamanda soyumuzun kırıldığı gündür.
Kapak fotoğrafı: Lerna ve Sevag.
Editörün Notu:
Sevgili dost Lerna Balıkçı ile Hrant Dink Vakfı bursu sayesinde seyahat ettiğim Erivan’da, Cosi È La Vita’da kahve içerken tanıştım. İçeri girip beni görür görmez, henüz tanışmamışken ellerini sallayarak, “Geldik işte… Bu acıyla buralara kadar geldik,” dedi. O anda, özellikle 24 Nisan tarihlerinde sosyal medyada paylaşılan o cümle geldi aklıma: Bazı yaralar zamanla iyileşmez.
Anne Michaels, Kaçak Parçalar kitabında şöyle der: “Geçmiş ve şimdi birbirinden ayrı değil; aynı şey.” Eskiden beri süregelen ve bir türlü bitmeyen, insanı kimliğinden dolayı hedef alma ve yok etme isteği, bu defa Lerna’nın kardeşini hayattan koparmıştı. Fakat bu korkunç cinayetle bunu hedefleyen, gerçekte amacına ulaşamadı. Sevag Balıkçı yok olmadı; bugün, yeniden ve yine Lerna’nın yazısıyla hatırlandı, yaşadı.
Kendisinin ablasıyla birlikte açmayı hayal ettiği kafede, Lerna ile aynı tabaktan Borş çorbası kaşıklamama vesile oldu. Bu çorbanın bende kırk yıl hatırı var.
Geçmiş, ölü değildir; hatta geçmiş bile değildir. (What is past is not dead; it is not even past.) – Christa Wolf – Patterns of Childhood
Ben Lerna Balıkçı. Bu yazıyı, kardeşim Sevag Balıkçı’nın anısına yazıyorum.
Bütün bu yaşadıklarımı rüyamda görseydim, adına kabus derdim ve hemen uyanmak isterdim. Aynı 23 Nisan 2011 sabahında uyandığım gibi, hiç yaşanmamış olmasını dileyerek… Ama artık biliyorum ki benim acılarla yoğrulmuş bir hikâyem var. Bazen anlatmakla anlatmamak arasında gidip gelirdim. Lakin yıllar içinde, “Yazmalısın, unutmamalıyız, unutturmamalıyız” diyen insanların sesleri çoğaldı. Ve işte buradayım!
Ben bir ablayım. Ya da bir zamanlar ablaydım. Annem Ani ve babam Garabet’e kardeşim olması için baskı yapan, adeta dileğiyle Sevag’ı çağıran bir çocuktum. Annem anaokulu öğretmeniydi, birlikte aynı okula gidip gelirdik. Annemin hamilelik haberini aldığımızda mutluluktan havalara uçmuştum. Annem turşu ve kaymaklı kadayıf aşerirdi, onunla okul dönüşlerinde ikisini de alırdık.
Sevag, 1 Nisan 1986’da İstanbul Cihangir Kliniği’nde, henüz yedi aylıkken doğdu. Yüzde elli yaşama şansı vardı. Derken bebek kuvöze alındı ve ailece zor bir kaç haftanın içine girdik. Annem ve anneannem kardeşimle birlikte hemen Haseki Hastanesi’ne nakledildiler. Kardeşimin büyüme süreci kuvözde devam edecekti. Babamla ben günlerimizi hastane bahçesinde, civardaki kafelerde geçirirdik. İlaç gerektiğinde koşar adım eczaneye giderdik. Durumu kritikti. Günün birinde kalbi durdu. Doktorlar ve hemşireler yaşatmak için seferber oldular. Annemle anneannemi odadan çıkardılar ve babam annemin yanına koştu. Ben o an gizlice bir pencereden içeri sızmıştım ve odadaki yatağın altına saklanmıştım. Kardeşimi çok merak ediyordum. Ne ile karşılaşacağım hakkında bir fikrim yoktu. Doktorlar, Sevag’ın kalbini çalıştırmaya, başından damar bulmaya çalışıyorlardı. Sanki zaman durmuştu. Derken bir ağlama sesi duyuldu. Annemle babam birbirlerine sarıldılar. O sesi hiç unutamam çünkü benim zeytin gözlü kardeşim hayata tutunmuştu ve yaşamayı seçmişti. Ve hayatı boyunca da öyle kalacaktı çünkü ölümü seçen kendisi olmadı.
Kırk gün hastanede kaldıktan sonra dört kişilik ailemiz neşeli bir biçimde eve döndü. Biz Kurtuluş semtinde yaşıyorduk. Sevag’a steril bir oda hazırlandı, benim odamda, benim yatağımda kalacaktı. Minikti, ama çok tatlıydı. Altını değiştirmek, onu kucağıma almak, yemek yedirmek; kısacası onun bakımını üstlenmek benim dünyam oldu. Birinci yaş günü için Miki Mouse’lu pasta siparişi vermiştik. Ben o anın heyecanıyla pastayı yere düşürdüm. O günden beri doğum günü pastalarına el süremem. Olsun, o günden sonra da, sonrasında da Sevag’la mutlu anılar biriktirmeye devam ettik.
Sevag, anasınıfına başladığında ilk öğretmeni annem Ani’ydi. Her sabah üçümüz birlikte okula giderdik. Akşam yemeklerinde dört kişilik masaya otururduk. Hafta sonları ailece kahvaltılar yapar, birlikte vakit geçirirdik. Babam Garabet’in işten gelişleri, annemin yemekleri, Sevag’ın soruları… Sevag, “Bu kıyafet iyi mi, kuyruk böyle mi?” gibi sorular sorardı bana. Ablalık içgüdüsüyle onu hep korurdum. Yatağımın duvar tarafına yatırırdım, o düşmesin diye.
Biz Ermeni bir aileyiz. Ermeni okuluna gittik. Babam Kapalıçarşı’da zanaatkârdı. Annem ise anaokulu öğretmeniydi. İstanbul’un Kurtuluş, Baruthane, Ergenekon caddelerinde yaşadık. Sevag, Maçka Akif Tuncel Meslek Lisesi’nden sonra İTÜ Plastik Sanatlar bölümüne girdi. Bir keresinde “yılbaşı ağacı tasarımıyla” ödül aldı. Ermeni kimliğimizle ilgili ailem belki bir takım zorluklar yaşadılar ama bize hiç hissettirmediler. Ta ki 24 Nisan 2011 tarihine kadar Ermeni kimliğimiz ev içi gündemimize hiç gelmemişti.
Sevag’ın askere gitme vakti geldiğinde bana telefonda askerliğinin Batman’a çıktığını söylemişti. Sesinde bir tedirginlik vardı. Yine de çevremizde askere gidip gelen genç çoktu ve biz de Sevag’ın onlar gibi görevini tamamlayıp döneceğini varsaydık. Biricik, tek oğlumuzun dönmeyeceği kimin aklına gelirdi?
2011 yılında ben ve kocam Kadıköy Moda’ya taşınmıştık. Annem ise bizden iki ay sonra oraya taşındı. Paskalya dönemine denk gelmişti ve Sevag, Batman’dan meşhur paskalya çöreğinden istemişti. Hemen gönderdik. Paskalya haftasının Cumartesi akşamı onunla telefonda konuştuk. Bize “Çörekler geldi, arkadaşlarımla afiyetle yedik, herkese dağıttım” dedi. “Bu akşam da çiğ köfte yapacağız,” diye ekledi. Pazar sabahı ben ve annem Moda sahilinde yürüyüşe çıktık. Bulutlu ve kapalı bir hava vardı. Siyah bulutlar sanki üzerimize çökmüş gibiydi. Neyse, sonra eve dönmeye karar verdik. Tam evime girerken babam telaşla aradı: “Lerna… Yetiş… koş çabuk yetiş.”
Çabucak eve koştum. Anneannem bembeyaz karşımdaydı. Annem ” çabuk, çabuk, internete bak” dedi. Gördüm… Okudum… İnanamadım. “Yanlış haber bu,” dedim. Ama bir dış ses: “Maalesef kaybettik” dedi. Her zaman gazete ve televizyonlarda gördüğümüz ya da duyduğumuz ama asla bizim başımıza geleceği aklımızın ucundan geçmeyen o ses… “Aman Allahım! Aynısı bize de oldu” dedim. Bir gün öncesi dedemin ölüm yıldönümüydü; sabahına ise kardeşim öldürüldü. Belki de bir gün önce çöreğini paylaştığı biri tarafından.
O gün ailemiz dört kişiden üç kişiye düştü. Onca yıl kardeş varlığı isteyen ben, şimdi onca yıl boyunca kardeş yokluğu ile yaşamaya çalışıyorum.
Ve evet, acımı tarif etmek için Şeker Portakalı’ndaki şu alıntıya başvurmak istiyorum:
“Acı çekmek ne demekmiş asıl şimdi anlıyordum. Acı çekmek bayılana kadar dayak yemek değildi. Ayaktaki cam kesiğine eczanede dikiş attırmak değildi. Asıl acı, kalbi baştan aşağı sancılara boğan, insana sırrını kimselere anlatmadan ölmeyi arzulatan bir şeydi. Kolları, başı hep dermansız bırakan, yastıkta öbür yana dönme isteğini bile söndüren bir şey.”
Bu elim cinayetin sonrasında, annemi ve babamı biraz olsun hayata bağlamak için, hiç planımda yokken çocuk sahibi olmaya karar verdim. Sevag’ın gidişinden iki yıl sonra Sevag’a benzeyen bir oğlum oldu. Oğlum, iki yaşına gelene kadar İstanbul’daydık. Sonra… Türkiye’den ayrılmak bizim için söz konusu bile değilken Erivan’a taşınmaya karar verdik. Önce eşim bir haftalığına gitti; ardından ben ve oğlum. Bir hafta sonra kiralık ev tuttuk ve Erivan’da yaşamaya başladık. Kendilerine biraz olsun teselli sayılabilecek torunlarından ayrılmamak için annem ve babam da yanımıza geldiler.
Erivan’da yaşadığımız hayat bizim için kolay olmadı. Türkiye’de yaşadığımız Ermenilikle burada yaşadığımız Ermenilik, dil (biz Batı Ermenice’si konuşurken Erivan’da Doğu Ermenice’si konuşulur) ve kültürel açıdan biribirinden daha farklıydı. Lakin Erivan’da Sevag’la benim birlikte yapmak istediğimiz bir hayali gerçekleştirdik: küçük bir kafe açtık. Adı “Cosi È La Vita”. Anlamı “Hayat işte böyle”. Türkiye’den ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen misafirlerimizin buluştukları, Sevag’ı durmadan anlattığımız, anısını yaşattığımız bir yer oldu. Tıpkı Sevag’ın İstanbul’daki doğum gününde kendi yaptığı objeleriyle açtığı “Eksik” adlı sergi gibi…
Bugün ise, Sevag’ı ve kaderin acı bir cilvesiyle 24 Nisan 2022’de kardeşimin mezarına onu anmak yerine ebediyen onun yanına göçmeyi seçen babamı yalnızca Şişli Mezarlığı’na giderek anabiliyoruz.
Bu yazıyı ise, Erivan’da tanıştığım ve dostluk bağı kurduğum Özlem Karakuş’un teşvikiyle yazmaya karar verdim. Çünkü Sevag’ı hatırlamak, unutturmamak ve başkalarına anlatmak bir nevi ablalık vazifem.
Özetle, Sevag’ı hiç tanımayan birine anlatmak istesem, bu dünyadaki hiçbir şeye benzemeyen bir kalbe ve ruha sahip olduğunu söylerdim.
İnsanların Sevag’la ilgili bilmelerini istediğim son şey şu: askerlik yaptığı dönemde herhangi bir savaş durumu yokken, sebepsiz, günahsız ve savunmasız bir biçimde öldürülen ilk Ermeni askeridir Sevag. Ve 24 Nisan, bizim için yalnızca bir tarih değil; aynı zamanda soyumuzun kırıldığı gündür.
Kapak fotoğrafı: Lerna ve Sevag.
Editörün Notu:
Sevgili dost Lerna Balıkçı ile Hrant Dink Vakfı bursu sayesinde seyahat ettiğim Erivan’da, Cosi È La Vita’da kahve içerken tanıştım. İçeri girip beni görür görmez, henüz tanışmamışken ellerini sallayarak, “Geldik işte… Bu acıyla buralara kadar geldik,” dedi. O anda, özellikle 24 Nisan tarihlerinde sosyal medyada paylaşılan o cümle geldi aklıma: Bazı yaralar zamanla iyileşmez.
Anne Michaels, Kaçak Parçalar kitabında şöyle der: “Geçmiş ve şimdi birbirinden ayrı değil; aynı şey.” Eskiden beri süregelen ve bir türlü bitmeyen, insanı kimliğinden dolayı hedef alma ve yok etme isteği, bu defa Lerna’nın kardeşini hayattan koparmıştı. Fakat bu korkunç cinayetle bunu hedefleyen, gerçekte amacına ulaşamadı. Sevag Balıkçı yok olmadı; bugün, yeniden ve yine Lerna’nın yazısıyla hatırlandı, yaşadı.
Kendisinin ablasıyla birlikte açmayı hayal ettiği kafede, Lerna ile aynı tabaktan Borş çorbası kaşıklamama vesile oldu. Bu çorbanın bende kırk yıl hatırı var.
Sen çok yaşa, Sevag!
Özlem Karakuş
Paylaş: