Anakaraya yakın veya uzakta olun fark etmez, etrafı denizlerle çevrili bir kara parçasında farklı bir duygu kaplar içinizi… Ulaşılabilirdir fakat tam da içinde değilsinizdir, aranızda deniz var; kabaran, soluyan, esen ve sizi dilediğince konuklayan bir doğanın parçası olursunuz. Bu davetsiz tutum bazen sizi siz olmaktan alır; denizin karanın rüzgarın… Kısaca sizle beraber yaşayan bir tercih oluverir gündelik yaşamınızda. Denizin ortasında bir kara parçası. Kimi için sığınılacak bir mekan, kimileri için yaşamın en gözde hatıralarının derlendiği, saklandığı, gelecek nesillere bir miras.
Çocukluğum adalarla iç içe geçti. Adaya sadece yazları konuk olmuş olsam da o yıllarımın çocuksu duyguları, yazlık evimizde yeni başlangıçlar doğayla ve sükunla iç içe en keyifli buluşmalarım, hep adada oldu. Adalı olmak ayrıcalıktı benim için. Kıskanılan, özenli ve özgür bir sürecin ev sahipliğiydi adeta. Şehirden uzaklaşıp yazlığımıza geldiğimizde, Büyükada’da yeni baştan kurgulanan bir yaşam başlardı benim için.
Bu yazıyı derlemek için kitaplığımdaki Büyükada kitaplarına baktığımda, ne yazık ki 2004 yılında kaybettiğimiz Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Jak Deleon’un Büyükada Anıtlar Rehberi kitabı gözüme ilişti.
Evet başta da demiştim, ana karaya uzak da yakın da olsanız fark etmez. Artık adadasınız ve anakarayla aranızda deniz var. Bu kara parçasında farklı kültür, dil ve inançlar barınmıyor; onları bir arada tutan, yaşatan duygu ise bağlılık, kardeşlik sevgisi ve hoşgörü. Bu duygular anakarada geniş toplumun içinde kolaylıkla paylaşamayacağınız, doğa yolu ile ayrılmış Adalılık kavramında saklıdır.
Gelin, Jak Deleon’un satırlarıyla Büyükada’yı onun tanıdığı ve tanıttığı yıllardan günümüze taşıyalım.
Büyükada ya da diğer adıyla “Prinkipo”
Adalar civarının, 15. yüzyılda Osmanlıların İstanbul’da ele geçirdiği son yer olduğu düşünülüyor. 1839’da Tanzimat Fermanı ile birlikte yabancılara buradan mülk edinme olanağı tanıyan yasa değişimi başlıyor. O yıllara kadar terk edilmiş görünen Büyükada, 1846’da vapur seferlerinin de başlamasıyla birlikte keyfine düşkün şehirliler tarafından keşfedilerek yaz sıcaklarından kaçış noktası oluyor. Bu vapurlar öyle ağır işlemektedir ki güvertede Rum hanımlar sepet içinde çam iğnelerine takılmış yasemin buketleri satarmış. “Adada nerede ikamet buyuruyorsunuz”, diye sorulunca, hanımlar, “yolculuk çok uzun sürdüğü için vapurlarda yaşıyoruz”, diye cevap verirmiş.
Adalar’ı ilk kez sayfiye yeri olarak Fransızlar seçer; Türklerin yerleşmesi daha sonradır. Çoğunluğunu Rumların oluşturduğu Büyükada’ya vapurlar başlayınca kalabalık artar, hayat canlanır. Birçok Yahudi aile de yaz aylarını adada geçirmeye başlar. 1861’de, İstanbul’da kurulan ilk üç belediye dairesinden biri, Yedinci Daire diye anılan, Adalar Belediyesi olmuştur.
1929’a gelindiğindeyse Büyükada Yahudi, Rus devrimci Leon Troçki’yi ağırlar. 1925 yılına kadar zaman zaman Lenin, zaman zaman da Stalin ile yaşadığı fikir ayrılıkları sonucu sürgüne zorlanan Troçki, 1928’in ocak ayında Alma Ata’ya gönderilir. 12 Şubat 1928’de İstanbul’a geldiğinde Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde Ruslara ait Narmanlı Han’a yerleştirilir. Emniyetin güvenli bulmaması nedeniyle Narmanlı’dan sonra yerleştiği Tokatlıyan Oteli’ni de terk etmek zorunda kalınca, 29 Nisan 1929 günü dört yıl boyunca ikamet edeceği Büyükada’ya yerleşir Troçki.
Adada bugün de Troçki Evi olarak anılan Sivastopol Köşkü’ne taşınır. Ismeralda Sivastopol tarafından inşa ettirilen bu yapı, İngiliz şato mimarisini andıran bir yapıdır. Bugün virane halde bulunan mekân İstanbul Bienali’ne de ev sahipliği yapmıştı. Troçki, 1932-1933 yıllarında ikinci eşi Natalia, iki torunu ve korumalığını yapan üç sekreteriyle birlikte bu köşkte dört yıl yaşadı; adanın Rum balıkçısı Harandapuos ile balığa çıktı, bol bol okudu ve yazdı. 1933’te İstanbul’dan ayrılarak önce Fransa’ya, oradan Norveç’e, son olarak da Meksika’ya geçmişti. Troçki hep suikast endişesiyle yaşamıştı fakat Stalin’in gizli servisinden kaçamayarak 21 Ağustos 1940 günü bir suikast sonucu Meksika’da öldürülmüştü.
Troçki’nin adadaki sürgün yılları çokça kitaba konu olmuştu. Örneğin, İş Bankası yayınlarından çıkan, ayrıntılı ada hatıralarıyla dolu Ömer Coşar’ın Troçki İstanbul’da kitabı bunlardan sadece bir tanesi.
1950’lere gelindiğinde azınlıklara yönelik uygulanan ayrımcı vatandaşlık pratikleri ve ekonomik sebeplerden, özellikle alt orta sınıf Yahudiler İsrail’e göç ederlerken varlıklı olanlar ise sayfiye mekanı olarak Büyükada’yı tercih ederler. Öteden beri yerleşik halkının yanında özellikle İngiliz, Fransız, İtalyan gibi yabancıların yazlık mekan olarak tercih ettiği, doğası öve öve bitirilemeyen Büyükada böylece gayrimüslim zenginlerin, elçilik mensuplarının yanı sıra Osmanlı aristokrasisi ve aydınlarının da ilgisini çekmeye başlar. Yat Kulübü’nün 1930’lardan sonra Anadolu Kulübü’nün şubesine dönüşmesiyle Cumhuriyet dönemi devlet erkânının, özellikle de önce Cumhuriyet Halk Partili, sonra da Demokrat Partili bakan ve vekillerinin gözde mekânı haline gelir.
Osmanlı’nın son döneminde, İstanbul’da olduğu gibi Adalar’da da çoğunluğu yabancı (özellikle İtalyan kökenli) mimarlarla, Rum ve Ermeni kökenli mimar ve kalfalar çalışmıştı. Kimi köşkler, yaptıranın özel beğenilerine göre biçimlenmiştir. Burada Con Paşa Köşkü’nün hikâyesinden de söz etmeliyim. Bu durumda doğal olarak Emanuel Karasu’dan da bahsedeceğiz. Büyükada’da, Osmanlı mimarisi üslubundaki üç katlı Con Paşa Köşkü, iç ve dış süslemelerindeki mükemmeliyet ve ahşap işçilikleriyle adanın en dikkat çeken binalarındandır. Mimarı Politsis’tir. B’nai B’rith’in Selanik’teki üyelerinden Yahudi lider Emanuel Karasu, aynı zamanda Jön Türk hareketindendi. 1. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı ordusunun iaşe müfettişliğini kapmış, bu işten hatırı sayılır bir servet kazanmıştı. Ancak, savaş suçlularının yargılanacağı belli olunca birçokları gibi soluğu yurtdışında almış ve 1919 yılında İtalya’ya kaçmıştı.
Aslen Selanik doğumlu olan siyaset adamı Karasu Selanik’te avukatlık yaparken İttihat ve Terakki’ye üye olmuş, 2. Meşrutiyet’ten sonra Meclis-i Mebusan’a girmişti. 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi için huzura gelen heyetin de sözcüsü olmuştu. Emanuel Karasu aynı zamanda Danone firmasının kurucusu, Bilge Karasu ve İzak Karasu (Isaac Carasso)’nun da babasıdır. Selanik’te kurulan Risorta isimli Mason locasının ilk başkanıdır. 1912 ve 1914 yıllarında iki kere daha mebus seçilmiş, Mondros Mütarekesi sonrasında İtalya’da Trieste’ye yerleşmiş, 1934’te İstanbul’da ölmüştü. Emanuel Karasu’nun mezarı Arnavutköy Yahudi Mezarlığı’nda bulunuyor.
Yine zamanda geri gidelim biraz…
Bu kez de Sermet Muhtar Alus girsin kolumuza:
“Şimdi 1890 ile 1900 arasındaki Büyükada’yı dolaşacağız: Vapurdan çıkıp karaya ayak bastın mı, yayılmış kırmızı kumlarda çıtır çıtır yürü… Sağdaki gazino o zaman aynı mahalde ve aynıhalde. Sahibi Dâirei Askeriye müteahhidlerinden Sinyosoğlu, müsteciri Yani idi. Mandolinli, gitarlı Rum çalgıları hiç eksik olmaz, bazen Beyoğlu’ndaki tiyatro kumpanyaları derme çatma gelir, kutu kadar sahnesinde temsiller verirdi. Yokuşu çıkıp sağa saptık. Beau Rivage Oteli Meşrutiyet’te yandı. 50 yıllık Kalypso Oteli, Akasya adını aldı. Gene kül olan Giakomo Oteli’nin yerine de Yat Kulübü yapıldı ki şimdi Anadolu Kulübü’dür. Giakomo’yu tutanın kızı da öyle dilberlerdendi ki… Kara kaş, kara göz, tombalacık vücud: Onun yamanlığı Ada erkeklerini de babasının otelini de yaktı derlerdi.”
Yıllar geçip de Yahudi nüfus arttıkça Büyükada’ya bir sinagog inşa edilmesi gerekti. Zira yazlarını adada geçiren cemaat üyeleri 1904 yılına kadar, ileri gelenlerin evlerinde buluşup ibadet ediyordu. Sinagog ihtiyacının doğması üzerine Avraam Fresk cemaate bir arsa bağışlar; kendisinin anısını yaşatmak için sinagoga Avraam’ın iyiliği anlamına gelen Hased Le Avraam Sinagogu adı verilir. Sinagog, 30 Mart 1904 tarihinde hizmete girer; açılış töreni, 1 Nisan 1904 günü gerçekleşir. Naim Güleryüz bu tarihleri, açılışı izleyen Stamboul gazetesinin arşivinden bulur. Güleryüz’e göre, tören günü sinagogun dış cephesi Türk bayraklarıyla donatılmış, ibadet mekânı çiçek demetleriyle süslenmiştir. İbadethanenin projesini Balat Or-Ahayim Hastanesi’nin de mimarı olan Gabriel Tedeschi çizmiş, Behor Parali de uygulamıştır.
Biraz da Heybeliada’daki Yahudi toplumundan bahsedelim…
20. yüzyıl başlarında Heybeliada’da yaz aylarını geçiren yaklaşık 250 Yahudi olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Kışın ise bu sayı yirmiye düşüyordu. Heybeli, İstanbul’a yakın olması sebebiyle hem yazlık hem de kışlık ikamet için uygun bir yerleşim yeri olma özelliğine sahipti. Günümüzde de yaz-kış adada yaşayan hatırı sayılır bir nüfus vardır. Burada Heybeliada’daki Beth Yaakov Sinagogu’nu da anmak gerek. Yazlarını Heybeliada’da geçiren Yahudi aileler ibadethane ihtiyacı duyunca, 1947’de milletvekili seçilen Salamon Adato’nun desteğiyle yasal izinler alınarak sinagog inşa edilmiş, 10 Haziran 1956’da açılmıştır. Adato, cumhuriyetin çok partili seçim ortamında, üstelik bir muhalefet partisinden seçilerek meclise giren ilk gayrimüslim milletvekiliydi. Ayrıca, 2. Dünya Savaşı yıllarında, Sarayburnu açıklarında demirleyen, Yahudi soykırımından kaçan Romanya göçmenlerinin bulunduğu Struma gemisindekiler için cemaat ileri gelenlerinden aile dostu Simon Brod ile birlikte girişimlerde bulunanlar arasındadır.
Ve bitirmeden;
Fıstık Ahmet’i, adaya dair yazdığı kitapları ve o güzel meyhanesini anmadan, oraya uğrayıp bir kadeh rakı içmeden ayrılmayalım Büyükada’dan.
Çoğunlukla hor gördüğümüz, içindeyken yaşam maratonundan farkında olmadığımız İstanbul’un, bu güzel şehrin çocuğudur Adalar; babasını kaybeden bir çocuk gibi…
İhmal etmeyelim, ona iyi bakalım.
Ne dersiniz?
Ada, demişti usta yazar Selim İleri, Her Yalnızlık Gibi. Bir kitabının adıdır, ne de güzel anlatır adayı…
“Ada ne olursa olsun yalnızlıktır çünkü. Lodos olur, rüzgâr olur, çıkıp gidemezsin. Yağmur çok yağar, yalnız kalırsın bir anda.”
Kaynak: Büyükada Anıtlar Rehberi, Jak Deleon İstanbul’un Hafızası, Prof. Dr. Meral Demiryürek & Sermet Muhtar Alus
Kapak fotoğrafı: Melis May Sarfati, Con Paşa Köşkü
Anakaraya yakın veya uzakta olun fark etmez, etrafı denizlerle çevrili bir kara parçasında farklı bir duygu kaplar içinizi… Ulaşılabilirdir fakat tam da içinde değilsinizdir, aranızda deniz var; kabaran, soluyan, esen ve sizi dilediğince konuklayan bir doğanın parçası olursunuz. Bu davetsiz tutum bazen sizi siz olmaktan alır; denizin karanın rüzgarın… Kısaca sizle beraber yaşayan bir tercih oluverir gündelik yaşamınızda. Denizin ortasında bir kara parçası. Kimi için sığınılacak bir mekan, kimileri için yaşamın en gözde hatıralarının derlendiği, saklandığı, gelecek nesillere bir miras.
Çocukluğum adalarla iç içe geçti. Adaya sadece yazları konuk olmuş olsam da o yıllarımın çocuksu duyguları, yazlık evimizde yeni başlangıçlar doğayla ve sükunla iç içe en keyifli buluşmalarım, hep adada oldu. Adalı olmak ayrıcalıktı benim için. Kıskanılan, özenli ve özgür bir sürecin ev sahipliğiydi adeta. Şehirden uzaklaşıp yazlığımıza geldiğimizde, Büyükada’da yeni baştan kurgulanan bir yaşam başlardı benim için.
Bu yazıyı derlemek için kitaplığımdaki Büyükada kitaplarına baktığımda, ne yazık ki 2004 yılında kaybettiğimiz Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Jak Deleon’un Büyükada Anıtlar Rehberi kitabı gözüme ilişti.
Evet başta da demiştim, ana karaya uzak da yakın da olsanız fark etmez. Artık adadasınız ve anakarayla aranızda deniz var. Bu kara parçasında farklı kültür, dil ve inançlar barınmıyor; onları bir arada tutan, yaşatan duygu ise bağlılık, kardeşlik sevgisi ve hoşgörü. Bu duygular anakarada geniş toplumun içinde kolaylıkla paylaşamayacağınız, doğa yolu ile ayrılmış Adalılık kavramında saklıdır.
Gelin, Jak Deleon’un satırlarıyla Büyükada’yı onun tanıdığı ve tanıttığı yıllardan günümüze taşıyalım.
Büyükada ya da diğer adıyla “Prinkipo”
Adalar civarının, 15. yüzyılda Osmanlıların İstanbul’da ele geçirdiği son yer olduğu düşünülüyor. 1839’da Tanzimat Fermanı ile birlikte yabancılara buradan mülk edinme olanağı tanıyan yasa değişimi başlıyor. O yıllara kadar terk edilmiş görünen Büyükada, 1846’da vapur seferlerinin de başlamasıyla birlikte keyfine düşkün şehirliler tarafından keşfedilerek yaz sıcaklarından kaçış noktası oluyor. Bu vapurlar öyle ağır işlemektedir ki güvertede Rum hanımlar sepet içinde çam iğnelerine takılmış yasemin buketleri satarmış. “Adada nerede ikamet buyuruyorsunuz”, diye sorulunca, hanımlar, “yolculuk çok uzun sürdüğü için vapurlarda yaşıyoruz”, diye cevap verirmiş.
Adalar’ı ilk kez sayfiye yeri olarak Fransızlar seçer; Türklerin yerleşmesi daha sonradır. Çoğunluğunu Rumların oluşturduğu Büyükada’ya vapurlar başlayınca kalabalık artar, hayat canlanır. Birçok Yahudi aile de yaz aylarını adada geçirmeye başlar. 1861’de, İstanbul’da kurulan ilk üç belediye dairesinden biri, Yedinci Daire diye anılan, Adalar Belediyesi olmuştur.
1929’a gelindiğindeyse Büyükada Yahudi, Rus devrimci Leon Troçki’yi ağırlar. 1925 yılına kadar zaman zaman Lenin, zaman zaman da Stalin ile yaşadığı fikir ayrılıkları sonucu sürgüne zorlanan Troçki, 1928’in ocak ayında Alma Ata’ya gönderilir. 12 Şubat 1928’de İstanbul’a geldiğinde Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde Ruslara ait Narmanlı Han’a yerleştirilir. Emniyetin güvenli bulmaması nedeniyle Narmanlı’dan sonra yerleştiği Tokatlıyan Oteli’ni de terk etmek zorunda kalınca, 29 Nisan 1929 günü dört yıl boyunca ikamet edeceği Büyükada’ya yerleşir Troçki.
Adada bugün de Troçki Evi olarak anılan Sivastopol Köşkü’ne taşınır. Ismeralda Sivastopol tarafından inşa ettirilen bu yapı, İngiliz şato mimarisini andıran bir yapıdır. Bugün virane halde bulunan mekân İstanbul Bienali’ne de ev sahipliği yapmıştı. Troçki, 1932-1933 yıllarında ikinci eşi Natalia, iki torunu ve korumalığını yapan üç sekreteriyle birlikte bu köşkte dört yıl yaşadı; adanın Rum balıkçısı Harandapuos ile balığa çıktı, bol bol okudu ve yazdı. 1933’te İstanbul’dan ayrılarak önce Fransa’ya, oradan Norveç’e, son olarak da Meksika’ya geçmişti. Troçki hep suikast endişesiyle yaşamıştı fakat Stalin’in gizli servisinden kaçamayarak 21 Ağustos 1940 günü bir suikast sonucu Meksika’da öldürülmüştü.
Troçki’nin adadaki sürgün yılları çokça kitaba konu olmuştu. Örneğin, İş Bankası yayınlarından çıkan, ayrıntılı ada hatıralarıyla dolu Ömer Coşar’ın Troçki İstanbul’da kitabı bunlardan sadece bir tanesi.
1950’lere gelindiğinde azınlıklara yönelik uygulanan ayrımcı vatandaşlık pratikleri ve ekonomik sebeplerden, özellikle alt orta sınıf Yahudiler İsrail’e göç ederlerken varlıklı olanlar ise sayfiye mekanı olarak Büyükada’yı tercih ederler. Öteden beri yerleşik halkının yanında özellikle İngiliz, Fransız, İtalyan gibi yabancıların yazlık mekan olarak tercih ettiği, doğası öve öve bitirilemeyen Büyükada böylece gayrimüslim zenginlerin, elçilik mensuplarının yanı sıra Osmanlı aristokrasisi ve aydınlarının da ilgisini çekmeye başlar. Yat Kulübü’nün 1930’lardan sonra Anadolu Kulübü’nün şubesine dönüşmesiyle Cumhuriyet dönemi devlet erkânının, özellikle de önce Cumhuriyet Halk Partili, sonra da Demokrat Partili bakan ve vekillerinin gözde mekânı haline gelir.
Osmanlı’nın son döneminde, İstanbul’da olduğu gibi Adalar’da da çoğunluğu yabancı (özellikle İtalyan kökenli) mimarlarla, Rum ve Ermeni kökenli mimar ve kalfalar çalışmıştı. Kimi köşkler, yaptıranın özel beğenilerine göre biçimlenmiştir. Burada Con Paşa Köşkü’nün hikâyesinden de söz etmeliyim. Bu durumda doğal olarak Emanuel Karasu’dan da bahsedeceğiz. Büyükada’da, Osmanlı mimarisi üslubundaki üç katlı Con Paşa Köşkü, iç ve dış süslemelerindeki mükemmeliyet ve ahşap işçilikleriyle adanın en dikkat çeken binalarındandır. Mimarı Politsis’tir. B’nai B’rith’in Selanik’teki üyelerinden Yahudi lider Emanuel Karasu, aynı zamanda Jön Türk hareketindendi. 1. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı ordusunun iaşe müfettişliğini kapmış, bu işten hatırı sayılır bir servet kazanmıştı. Ancak, savaş suçlularının yargılanacağı belli olunca birçokları gibi soluğu yurtdışında almış ve 1919 yılında İtalya’ya kaçmıştı.
Aslen Selanik doğumlu olan siyaset adamı Karasu Selanik’te avukatlık yaparken İttihat ve Terakki’ye üye olmuş, 2. Meşrutiyet’ten sonra Meclis-i Mebusan’a girmişti. 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi için huzura gelen heyetin de sözcüsü olmuştu. Emanuel Karasu aynı zamanda Danone firmasının kurucusu, Bilge Karasu ve İzak Karasu (Isaac Carasso)’nun da babasıdır. Selanik’te kurulan Risorta isimli Mason locasının ilk başkanıdır. 1912 ve 1914 yıllarında iki kere daha mebus seçilmiş, Mondros Mütarekesi sonrasında İtalya’da Trieste’ye yerleşmiş, 1934’te İstanbul’da ölmüştü. Emanuel Karasu’nun mezarı Arnavutköy Yahudi Mezarlığı’nda bulunuyor.
Yine zamanda geri gidelim biraz…
Bu kez de Sermet Muhtar Alus girsin kolumuza:
Yıllar geçip de Yahudi nüfus arttıkça Büyükada’ya bir sinagog inşa edilmesi gerekti. Zira yazlarını adada geçiren cemaat üyeleri 1904 yılına kadar, ileri gelenlerin evlerinde buluşup ibadet ediyordu. Sinagog ihtiyacının doğması üzerine Avraam Fresk cemaate bir arsa bağışlar; kendisinin anısını yaşatmak için sinagoga Avraam’ın iyiliği anlamına gelen Hased Le Avraam Sinagogu adı verilir. Sinagog, 30 Mart 1904 tarihinde hizmete girer; açılış töreni, 1 Nisan 1904 günü gerçekleşir. Naim Güleryüz bu tarihleri, açılışı izleyen Stamboul gazetesinin arşivinden bulur. Güleryüz’e göre, tören günü sinagogun dış cephesi Türk bayraklarıyla donatılmış, ibadet mekânı çiçek demetleriyle süslenmiştir. İbadethanenin projesini Balat Or-Ahayim Hastanesi’nin de mimarı olan Gabriel Tedeschi çizmiş, Behor Parali de uygulamıştır.
Biraz da Heybeliada’daki Yahudi toplumundan bahsedelim…
20. yüzyıl başlarında Heybeliada’da yaz aylarını geçiren yaklaşık 250 Yahudi olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Kışın ise bu sayı yirmiye düşüyordu. Heybeli, İstanbul’a yakın olması sebebiyle hem yazlık hem de kışlık ikamet için uygun bir yerleşim yeri olma özelliğine sahipti. Günümüzde de yaz-kış adada yaşayan hatırı sayılır bir nüfus vardır. Burada Heybeliada’daki Beth Yaakov Sinagogu’nu da anmak gerek. Yazlarını Heybeliada’da geçiren Yahudi aileler ibadethane ihtiyacı duyunca, 1947’de milletvekili seçilen Salamon Adato’nun desteğiyle yasal izinler alınarak sinagog inşa edilmiş, 10 Haziran 1956’da açılmıştır. Adato, cumhuriyetin çok partili seçim ortamında, üstelik bir muhalefet partisinden seçilerek meclise giren ilk gayrimüslim milletvekiliydi. Ayrıca, 2. Dünya Savaşı yıllarında, Sarayburnu açıklarında demirleyen, Yahudi soykırımından kaçan Romanya göçmenlerinin bulunduğu Struma gemisindekiler için cemaat ileri gelenlerinden aile dostu Simon Brod ile birlikte girişimlerde bulunanlar arasındadır.
Ve bitirmeden;
Fıstık Ahmet’i, adaya dair yazdığı kitapları ve o güzel meyhanesini anmadan, oraya uğrayıp bir kadeh rakı içmeden ayrılmayalım Büyükada’dan.
Çoğunlukla hor gördüğümüz, içindeyken yaşam maratonundan farkında olmadığımız İstanbul’un, bu güzel şehrin çocuğudur Adalar; babasını kaybeden bir çocuk gibi…
İhmal etmeyelim, ona iyi bakalım.
Ne dersiniz?
Ada, demişti usta yazar Selim İleri, Her Yalnızlık Gibi. Bir kitabının adıdır, ne de güzel anlatır adayı…
“Ada ne olursa olsun yalnızlıktır çünkü.
Lodos olur, rüzgâr olur, çıkıp gidemezsin.
Yağmur çok yağar, yalnız kalırsın bir anda.”
Kaynak: Büyükada Anıtlar Rehberi, Jak Deleon
İstanbul’un Hafızası, Prof. Dr. Meral Demiryürek & Sermet Muhtar Alus
Kapak fotoğrafı: Melis May Sarfati, Con Paşa Köşkü
Paylaş: