Ada

Büyükada’nın Arabacıları ve Araba Meydanı – Yakup Barokas

Yakup Barokas’ın Çocukluğumun Büyükadası (1951-1971) isimli kitabından alıntıdır.  

Büyükada’da genelde herkesin tanıdık bir arabacısı olurdu. Bizimkilerin de arabacıları Mahmut idi. Aileye ilk torun gelince, Mahmut haftada iki gün aileyi ve bebeği alır, temiz hava alması için Küçük Tur’a çıkartırmış. Arabadakiler Mahmut’a tur çabuk bitmesin diye sürekli “Mahmut yavaş git!” diye seslenirlermiş. 

Hatırlıyorum arabacılar atları çocukları gibi severlerdi, onlarla tatlı tatlı konuşurlardı. Arabacılardan biri bana şöyle demişti: “Atları yokuş aşağı dinlendireceksin ki, yokuş çıkmaya güçleri olsun…” 

Ben ve eşim Nelly arabaya binmeyi hiç sevmezdik. Evden vapur iskelesi hızlı bir yürüyüşle 15 dakikayı geçmezdi. Ne vapura giderken ne de iskeleden evimize dönerken araba kullanmazdık. Hele hele Anadolu Kulübü önünden arabaya binmeyi snobluk olarak görür, en fazla, saat çok geç ve yorgunsak Kulüp’ten meydana kadar yürür, oradan arabaya binerdik. 

Bir de Maden istikameti, 2. Banyolar sorunlu bir konumda bulunuyordu. Belvü’ye kadar 3, Belvü’den sonra 5 TL’ydi. Bizim ev Belvü’den önce olduğu halde arabacılar genelde 5 Lira’yı uzatınca üstünü vermek istemezlerdi. Bir seferinde de çok fena kapışmıştım. Sorun parada değildi, yeni avukat olmuşum, hakkımı yedirmeyecektim ya… Zavallı arabacıyı bulmuştum takışacak, dünyada bunca haksızlık varken… 

Biz sadece oğlumuz Erol eğlensin diye arabaya biner, tura çıkardık. Küçük henüz doğmamıştı. Erol özellikle arabacının yanına oturmaktan büyük zevk alır, çok eğlenirdi. 

Yakup Barokas’ın oğlu Erol annesi Nelly ile beraber lunaparkta. Arkada eşek ahırı görünüyor.

Ne yazık ki Büyükada’yı Büyükada yapan, o kendine özgü kokusunu veren faytonlar dönemi de kapandı. Evet ben yerlerdeki o at pisliklerini ve kokusunu da severdim. At pisliğinin kokusunu egzoz kokusuna yeğlerdim açıkçası. Ulaşımın elektrikli araçlarla sağlandığı adaya yolumu düşürmemeye çalışıyorum, ne yalan söyleyeyim. 

Aslında ben altmışlı, yetmişli yılların Büyükada’sını, hadi bilemediniz 2000 yılına kadarki Büyükada’yı sevdim. Arabacı Mahmut gibi, insan gibi arabacıların olduğu yıllardaki adayı sevdim. İpini koparan lümpenlerin adada arabacılık yaptığı adaya ısınamadım… Atlarını dört nala koşturan, daha fazla yolcu taşımak, daha fazla tur yolcusu alabilmek için atları acımasızca kırbaçlayan arabacıların kol gezdiği o ada nasıl sevilebilirdi ki…  

Bir gün 2. Banyolar yokuşunda otururken, denizde sürüklenen bir at ölüsünü görünce dehşete kapılmıştım.  

Ben yine de arabalar faslını, iki güzide insanın Büyükada’daki özel arabaları ile noktalamak istiyorum. Çelik Gülersoy İstanbul aşığı, İstanbullulara büyük eserler kazandırmış bir İstanbul beyefendisiydi. Çağdaş medeniyete açılan pencerenin kültürden geçtiğini savunurdu.  

Çelik Gülersoy’un tek atlı oldukça özel bir arabası vardı. Turizmci, yazar, hukukçu olan Gülersoy’un “Eski İstanbul Arabaları” isimli çok değerli bir eseri de bulunmaktadır. O hem bir insan ve hem bir hayvanseverdi. Ben İstanbulluların kendisine vefa borcunu ödemediklerine inanıyorum.  

Gençlik yıllarımda bir de Şekerci Ali Muhittin Hacı Bekir’in Şahin ve Yıldırım isimli iki Arap atlı, siyah derili özel arabasını tanıdım. Bu araba diğer arabalardan farklı olarak özel izinle vapur iskelesine kadar yanaşabilirdi. Türkiye’nin en ünlü ve köklü markalarından birinin sahibi olan Hacı Bekir, arabasında keten elbisesi ve purosuyla göz kamaştırırdı.   

Arabacılardan söz etmişken vapur iskelesinin çıkışında meydandaki Saat Kulesi’nin yanından girilen büyük araba meydanından söz etmemek mümkün mü?  

Vapur çıkışlarında, meydanın girişinde uzun bir bekleme kuyruğu oluşurdu. Arabaların yanaştıkları yerde bir kâhya bulunur ve sırası gelenleri arabalara bindirirdi, tabii arabacılardan da bir bahşiş alırdı. 

Vapurlardan dağılan yolcuların araba meydanından arabaya binmeleri şarttı. Arabacıların meydana yakın sokaklardan yolcu almaları kesinlikle yasaktı. Yine de bazı uyanık kimseler arabaları henüz meydana girmeden dönüş yolunda karşılar, meydanın arka tarafından, çarşıdan faytonlara ulaşarak beklemeden binmeyi başarırlardı. Bu kişilere çok kızardım.  

Tabii ki meydan ne kadar temizlenirse temizlensin, adada at pisliği kokusunun en fazla hissedildiği yerdi. Meydanın başında bir fırın yer alırdı. Simitçi Mihal’indi ve Küçük Fırın denirdi. Büyüğü Saat Meydanı’nda, şimdiki Dolci’nin yerindeydi. Çocukluğumda evlerde fırın bulunmadığı için, hazırlanan börek tepsilerini küçük fırına bırakır, hazır olduğunda da geri alıp eve götürürdüm. Bizim evde küçük kız çocuğu bulunmadığından bu görev bana düşüyordu. 

Arabacıların çarşı tarafından girişinde bir arkadaşımın evi bulunurdu. Tabii oturmak için sevimli bir mekân değildi. Yine de hiçbir zaman bu arkadaşımıza en ufak bir küçümseme duygusu taşıdığımızı hatırlamıyorum. 

Ataol Behramoğlu’nun, “Benim Prens Adalarım” adlı kitabını okuduğumda araba meydanının yanı başında bir kilisenin bulunduğunu öğrenince çok şaşırmış ve bunu bir köşe yazımda belirtmiştim. 

Araba meydanı

Behramoğlu da yıllardır Büyükada’da yaşayan bir kişi olarak (1980 yılında adaya gelmeye başlamış) fayton meydanında bir kilisenin olduğunu bilmediğini ifade ettikten sonra şöyle demekte: 

“Zaten önceden bilgi sahibi değilseniz bunu bilmenizin de olanağı yok. Çünkü sözünü ettiğim Meryem Ana (Panayia) Kilisesi’nin bir zamanlar Çarşı Caddesi’ne açılan kapısı oraları mülk edinen birilerince kapatılmış. Şu anda kullanılan kapıya ise fayton meydanı içinden, atlar için saman satılan ambar ya da ardiye gibi yerin yanından geçerek ulaşılıyor… 

Abartmadan ve üzülerek söylemek zorundayım. Bu sidik ve saman kokusunun arasından geçerek ulaşıp girdiğiniz kapının ardında sizi bir anda bambaşka bir dünya; temizliğin, arılığın, özenin, saf ve samimi bir inancın dünyası karşılıyor. Bu karşıtlığı sözcüklerle anlatmam olanaksız. Bu satırları okuyup ilgi duyanlar gelip bu utanç ve üzüntü verici çelişkiye kendi gözleriyle de tanık olabilirler. 

Azizler ve Azizeler Azizesi anlamındaki Panayia sözcüğü Meryem Ana’nın Ortodoks söylemindeki lakabı imiş. 19. yüzyıl yapımı bu Rum Ortodoks Kilisesi bugün faytonların bulunduğu alanın da bir bölümüne sahipmiş. Şimdi bu güzelim kiliseye halk arasında Arabacılar Kilisesi deniyormuş. Şu son satırları bir kara mizah örneği olarak utançla yazıyorum. Maktül’e (katledilen kişiye) lakap olarak katilin adının verilmesi gibi bir kara mizah örneği”.  

Kapak görseli: Çelik Gülersoy’un faytonu