1972 yazının başlaması ile birlikte, evde oturma günleri başladı. O yazı neredeyse dışarıya hiç fazla çıkmadan, sürekli kitap okuyarak geçirdim diyebilirim. En güzel eğlencem Ari’yi pusetine koyup Moda’ya gitmekti. Onunla çay bahçesine giderdim. Öyle güzeldi ki, yolda gelen geçen herkes onu okşayıp severdi. O zaman hayat ne kadar güzel ve naifmiş. Eğer çocuk seviyorsanız onunla konuşup, yanağını okşayabilirdiniz. Şimdi böyle şeyler taciz veya sapıklık olarak nitelenebiliyor. Dünya alaşağı oldu. Güzel ve masum şeylerin içi boşaltıldı. Bebeklere bile sapıkça duygular besleyen ruh hastaları var. Neyse ben o zarif zamanların aralığında, Moda Çay Bahçesi’ne giderdim. Orada benim gibi gerçek Kadıköy’lü olan ve dantel gibi zarif bir genç kadın olan Eti Mizrahi Varon ile karşılaşırdık. Onun da pusette 11 aylık Eva isimli bir kız bebeği vardı. Bebekler pusetlerde bakışırlarken, biz de Eti ile edebiyattan ve kitaplardan söz ederdik. O dönemlerde Jane Austin kitaplarına sardırmıştık. Sürekli onun kitaplarını okuyup, kitaplar üzerine uzun sohbetler ederdik. Ari’den sonraki yıllarda ben de büyük oğlum Soni’yle çay bahçesine gittiğimde, Soni’den bir yaş küçük oğlu Sabi’yi pusetine koyup oraya gelen Eti ile, yeni yarenlik yıllarına başlamıştım. Eti ile sakin ve alçak sesle, saatlerce entellektüel sohbetler edebilirdiniz. Yıllar sonra Şalom Gazetesi’nde yollarımız tekrar çakıştı. Onu da ileride anlatacağım.
O yaz da ara sıra Sara Ravuna ile buluşur Caddebostan’a gider, Borsa’da otururduk. Eski arkadaşlarla görüşüp sohbet ederdik. Hafta sonları annemlerle yemeğe dışarı çıkardık. Hafta ortası bazen Altıyol’a çıkıp vitrinleri seyrederdim. Beğendiğim bir şey olursa alırdım.
Bir gün mektup arkadaşım Menahem Yeruşalmi’nin gönderdiği bir mektupta babası ile kız kardeşi Karmela’nın, İstanbul’a gezmeye geleceklerini, onlarla bana hediye göndereceğini yazdı. Ben de cevabımda bizim evin telefon numarasını yazdım. Gelince beni aramalarını söyledim. Gerçekten de iki hafta sonra telefon çaldı. Babası kendini tanıttı. Annem telefonu alıp onları bizim eve davet etti. Ertesi gün, annemle Kadıköy iskelesine gidip onları vapurdan karşıladık ve bir taksiye binip eve getirdik. Menahem’in kız kardeşi sanırım 15 yaşlarındaydı. Çok şirin ve sıcak bir kızdı. Babası da çok güler yüzlü ve uzun boylu bir beydi. Menahem bana, ortasında yeşil bir malakit taşın olduğu, gümüş bir Magen David (6 köşeli yıldız) kolye göndermişti. Arkasında İbranice “Sara” yazıyordu. Ayrıca o sene “Kazablan” oyunu ile İsrael’de fırtınalar estiren Yehoram Gaon’un “Rosa, Rosa” isimli long playini göndermişti. Bunlar benim için muhteşem hediyelerdi. O koca Magen David’i boynuma asıp sokağa çıkardım. Annem çok tedirgin olurdu ama bir şey demezdi. Sadece hiç unutmam, bir gece Tante Suzan ile sokağa çıkmış, dondurma almaya giderken, hiç tanımadığım bir genç yanıma gelip, parmağını kolyeme bastırmış ve “Yahudi” demişti. Sonra yürümeye devam edip gitmişti. Teyzem korkudan sapsarı olmuştu. Ben ise kahkahalarla gülüp, teyzemi sakinleştirmiştim. Dondurmalarımızı aldıktan sonra, hemen eve dönmüştük. Kadının hali mecali kalmamıştı. Eve dönüp anneme olanları anlatınca, annem bana dik dik bakmıştı. Ama “artık bu kolyeyi ulu orta takma” da dememişti. O benim bu konularda korkak olmamı istemiyordu sanırım. Üstelik kendimi çok iyi savunacağımı da iyi tahmin ediyordu.
Yeruşalmi’lerin o ziyaretinden sonra, bir kez de Cumartesi günü öğle yemeğine davet edilmişlerdi. Babam da böylece onlarla tanışmıştı. Ben Karmela ile çok iyi anlaşmış ve onu sevmiştim. Bundan böyle onunla da mektuplaşmaya karar vermiştik. Artık yeni bir mektup arkadaşım daha olmuştu. İsrael ile olan bağlarım giderek güçleniyor, Vikita, Menahem ve Karmela sayesinde İsrael’in günlük yaşantısını sıkı bir biçimde takip edebiliyordum. Çünkü aklım fikrim oradaydı artık.
72 yılının Eylül ayında, Münih Yaz Olimpiyat’ları yapılıyordu. TRT bu olaya çok iyi hazırlanmış ve sürekli naklen yayınlar yaparak bütün yarışmaları izletiyordu. Ömrümde ilk defa şahit olduğum bu olimpiyat karşılaşmaları çok heyecan vericiydi. Özellikle iki yüzücü, olimpiyatın yıldızlarıydı. Kızlarda Avustralya’lı yüzücü Shane Gould ve erkeklerde, ABD’li yüzücü Mark Spitz, madalyaları süpürüp götürüyorlardı. Marc Spitz, 7 altın madalya kazanmıştı. İncecik, siyah saçlı ve siyah ince bıyıklı bir gençti. Nedendir bilmem ona karşı çok ilgi duyuyordum. Onun yarışmalarını koltuğun sırt bölümünün tepesine oturup seyrediyordum. Babam halime bakıp gülüyordu.
5 Eylül günü öğle saatlerinde televizyonu açtığımda, olimpiyatı anlatan spikerlerin konuşmalarında İsrael Olimpiyat Takımı ile Arap teröristler arasında bir takım olayların olduğunu duyunca kulak kesildim. Annemleri çağırdım ve sonunda İsrael Olimpiyat Kafilesinin rehin alındığını öğrendik. O zaman tek kanal vardı. Oradaki haberi kesip, yeniden yarışmaları vermeye başlamışlardı. Saat 17’de yayınlanan haberleri duyunca, İsrael’in yine yangınlarda olduğunu öğrendik. Olaylar şöyle akmıştı;
4 Eylül’ü, 5 Eylül’e bağlayan gece, saat 4.30 sularında, kafilenin bir kısmının kaldığı iki apartman dairesine, Kara Eylül Örgütü’ne bağlı silahlı teröristler tarafından bir baskın yapıldı. İlk arbedede İsrael’li sporcu Yossef Romano ve İsrael güreş takımı antrenörü Moshe Weinberg, iki saldırganı yaraladıktan sonra öldürüldüler. Olaylar sırasında İsrael’li sporcu Gad Tsobari ve halter takımı antrenörü Tuvia Sokolovsky kaçmayı başardı. Ancak saldırganlar 7 İsrael’li sporcuyu ve 2 antrenörü rehin aldılar.
Teröristlerin talebi, İsrael hapishanelerinde tutulan 234 tutuklunun ve Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu grubuna ait iki tutuklunun salıverilmesi idi. Ayrıca olayı kontrol altına almak amacıyla, İsrael’in kendi özel kuvveti olan anti-terör timini bölgeye yollama talebini de Alman hükümeti reddetti.
Bir süre sonra saldırganlar bu taleplerinden vazgeçerek, helikopter eşliğinde istedikleri uçaklara kadar eşlik edilerek, yurtdışına çıkmak istediklerini bildirdiler. Alman polis kuvvetlerinin uzman ekibi yoktu ve Alman Ordusu, Almanya yasalarına göre olaya müdahale edemiyordu.
Saldırganlar rehinelerle birlikte, sağlanan iki helikoptere bindiler ve havaalanına doğru hareket ettiler. Saldırganlar havaalanına vardıktan belli bir süre sonra, havaalanındaki ekip kendi inisyatiflerine dayanarak operasyona başladı. Arap saldırganlar uçağa yaklaştıklarında bomboş bir uçakla karşılaştılar. Tam bu sırada projeksiyon lambaları yakıldı ve keskin nişancılar ateş etmeye başladı. Bunların arasında profesyonel keskin nişancı yoktu, gönüllü polisler vardı.
İlk ateşte 2 saldırgan öldürüldü ve 3. saldırgan ağır yaralandı. Artık şanslarının kalmadığını düşünen bir saldırgan helikopterin içini taramaya başladı. Bütün sporcuları katletti. Daha sonra da bir el bombası attı. Böylece hepsini ateşe verdi. Bu sırada diğer teröristlerde de siper aldıkları pozisyondan çıkarak, polise karşı bir saldırıya başladılar. Sonuçta ilk ikisinden ayrıca, iki saldırgan daha öldürüldü. Bir terörist kaçmaya çalışsa da, yarım saat sonra yakalandı.
Olaylar sonrası, 11 İsrael’li sporcu ve antrenör, 1 Alman polisi ve 5 Arap teröristin ölmesi ile sonuçlandı. 3 saldırgandan ikisi sağ, 1’i yaralı olarak ele geçirildi. Olay sonrasında olimpiyatlar durdu ve pek çok ülke olimpiyatlardan çekildi. Bunun nedeni olimpiyatların tarafsızlık ilkesi ve barış temasıydı. 5 Eylül günü olaylar hala devam ederken, 7 altın madalyalı, ABD’nin efsane yüzme şampiyonu Mark Spitz, Yahudi olduğu için, koruma altına alınmak amacıyla, özel bir uçağa bindirilerek apar topar ABD’ye geri gönderildi.
Ölen 5 Arap katilin cenazesi Libya’da devlet töreni ile gömüldü. Tüm dünya buna büyük tepki gösterdi. Olaydan bir ay sonra, bir Lufthansa uçağı kaçırıldı ve Almanya’da hapiste yatan 3 saldırganın serbest bırakılması istendi. Alman hükümeti korsanların isteğini yerine getirdi.
Olayların sonucu olarak İsrael gizli servisi Mossad ve askeri bir çok örgütlenme kurarak, bir dizi karşı saldırı başlattı, suikastler yaptı ve korkunç bir intikam aldı. Katliamı planlayan ve Almanya tarafından serbest bırakılan üç Arap terörist yok edildi.
Bütün bu olaylar dizisi beni çok etkilemişti. O gün çok ağladığımı hatırlıyorum. O yaşımda, ilginç bir şekilde, yapılan bütün kötülüklerin hedefinde Yahudilerin ve İsrael’in olduğunu görmek, bir Yahudi olarak beni çok rahatsız ediyordu. Bu çatışmaların alt yapısını adlı adınca çok iyi bildiğimi hiç iddia edemezdim. Bunun için bu konularda ansiklopedi ve yayınlanmış kitaplarla kendimi beslemeye karar verdim. O yaz yayınlanan “Kudüs…Ey Kudüs (O, Jerusalem) adlı çok kalın bir kitabı satın aldım. İkisi de gazeteci olan Dominic Lapierre ve Larry Collins’in birlikte yazdıkları bu kitap, henüz İngiliz mandası altındayken filizlenmeye başlayan Arap-Yahudi mücadelesini, 2. Dünya Savaşı sırasında Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin Hitler ile yaptığı gizli görüşme ve birlikte kurdukları, Yahudileri ortadan kaldırma planları, 1948 yılında kurulan İsrail Devleti’nin tüm Arap ordularının topyekun saldırılarıyla kuruluşun ertesi günü başlayan Bağımsızlık Savaşı’nı okuyup öğrendikçe beynimde kapaklar açılmaya başladı. Ardından Holokost kitaplarına daldım. Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Erich Maria Remarque), Boyalı Kuş (Jerzy Kosinsky) ve daha niceleri… Ben artık farklı bir dünyaya dalmıştım. Eski arkadaşlarımla, yaşıtlarımla yapılan sohbetler, minik küçük flört heyecanları beni hiç açmıyordu. Artık günlük tutmaya başlamıştım. Defterimin adı Desiree idi. Desiree ilk okuduğum romanın kahramanı, Napoleon Bonaparte’nin ilk aşkının adı idi. Bir an geldi ki sadece okumak ve Desiree’ye içimi dökmek bana yetiyordu. Bu belki de genç kızlık bunalımıydı, belki de daha fazla bilgiye olan susamışlığımdı. O yaz okuduğum kitapların haddi hesabı yoktu.
O yıl ekim başı okul açıldı. O sene sevgili İnci Kutay okuldan ayrılınca çok derinden üzülürken, sınıflarımıza girince karşıma yepyeni ama çok bildik bir kız çıktı. Kız, çocukluğumdan itibaren çok iyi tanıdığım Behiye Seyiağ (Bugün Bromi) sarışın, yeşil gözlü çok güzel bir kızdı. Behiye’nin rahmetli amcası ile annemler, Ravuna’larla çok samimi oldukları dönemlerde ailece dost olmuşlardı. Zaman zaman Behiye’ler de ev toplantılarına katılırlardı. Onu görünce içimi bir sevinç kapladı. Ömrümde ilk defa Yahudi bir sınıf arkadaşım olacaktı. Hemen bir sıraya yan yana oturduk. O gün aramızda öyle bir dostluk doğdu ki, bu gün hala bütün sıcaklığı ile süregeliyor. Behiye de Kadıköy Kız Koleji’nden, Marmara Koleji’ne nakil olmuştu. 10 Edebiyat’ta başlayan yeni öğretim yılı bana ilk günden bayram olmuştu. Okulu, özgürlüğü, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Okulumu çok seviyordum. Notlarım hep çok iyiydi ve okula gitmek bana bir partiye gitmek kadar mutluluk veriyordu. 72 yılının sonuna geldiğimizde, Desiree’ye artık neşeli anılar yazmaya başlamıştım.
Kaynak: Sara Yanarocak
1972 yazının başlaması ile birlikte, evde oturma günleri başladı. O yazı neredeyse dışarıya hiç fazla çıkmadan, sürekli kitap okuyarak geçirdim diyebilirim. En güzel eğlencem Ari’yi pusetine koyup Moda’ya gitmekti. Onunla çay bahçesine giderdim. Öyle güzeldi ki, yolda gelen geçen herkes onu okşayıp severdi. O zaman hayat ne kadar güzel ve naifmiş. Eğer çocuk seviyorsanız onunla konuşup, yanağını okşayabilirdiniz. Şimdi böyle şeyler taciz veya sapıklık olarak nitelenebiliyor. Dünya alaşağı oldu. Güzel ve masum şeylerin içi boşaltıldı. Bebeklere bile sapıkça duygular besleyen ruh hastaları var. Neyse ben o zarif zamanların aralığında, Moda Çay Bahçesi’ne giderdim. Orada benim gibi gerçek Kadıköy’lü olan ve dantel gibi zarif bir genç kadın olan Eti Mizrahi Varon ile karşılaşırdık. Onun da pusette 11 aylık Eva isimli bir kız bebeği vardı. Bebekler pusetlerde bakışırlarken, biz de Eti ile edebiyattan ve kitaplardan söz ederdik. O dönemlerde Jane Austin kitaplarına sardırmıştık. Sürekli onun kitaplarını okuyup, kitaplar üzerine uzun sohbetler ederdik. Ari’den sonraki yıllarda ben de büyük oğlum Soni’yle çay bahçesine gittiğimde, Soni’den bir yaş küçük oğlu Sabi’yi pusetine koyup oraya gelen Eti ile, yeni yarenlik yıllarına başlamıştım. Eti ile sakin ve alçak sesle, saatlerce entellektüel sohbetler edebilirdiniz. Yıllar sonra Şalom Gazetesi’nde yollarımız tekrar çakıştı. Onu da ileride anlatacağım.
O yaz da ara sıra Sara Ravuna ile buluşur Caddebostan’a gider, Borsa’da otururduk. Eski arkadaşlarla görüşüp sohbet ederdik. Hafta sonları annemlerle yemeğe dışarı çıkardık. Hafta ortası bazen Altıyol’a çıkıp vitrinleri seyrederdim. Beğendiğim bir şey olursa alırdım.
Bir gün mektup arkadaşım Menahem Yeruşalmi’nin gönderdiği bir mektupta babası ile kız kardeşi Karmela’nın, İstanbul’a gezmeye geleceklerini, onlarla bana hediye göndereceğini yazdı. Ben de cevabımda bizim evin telefon numarasını yazdım. Gelince beni aramalarını söyledim. Gerçekten de iki hafta sonra telefon çaldı. Babası kendini tanıttı. Annem telefonu alıp onları bizim eve davet etti. Ertesi gün, annemle Kadıköy iskelesine gidip onları vapurdan karşıladık ve bir taksiye binip eve getirdik. Menahem’in kız kardeşi sanırım 15 yaşlarındaydı. Çok şirin ve sıcak bir kızdı. Babası da çok güler yüzlü ve uzun boylu bir beydi. Menahem bana, ortasında yeşil bir malakit taşın olduğu, gümüş bir Magen David (6 köşeli yıldız) kolye göndermişti. Arkasında İbranice “Sara” yazıyordu. Ayrıca o sene “Kazablan” oyunu ile İsrael’de fırtınalar estiren Yehoram Gaon’un “Rosa, Rosa” isimli long playini göndermişti. Bunlar benim için muhteşem hediyelerdi. O koca Magen David’i boynuma asıp sokağa çıkardım. Annem çok tedirgin olurdu ama bir şey demezdi. Sadece hiç unutmam, bir gece Tante Suzan ile sokağa çıkmış, dondurma almaya giderken, hiç tanımadığım bir genç yanıma gelip, parmağını kolyeme bastırmış ve “Yahudi” demişti. Sonra yürümeye devam edip gitmişti. Teyzem korkudan sapsarı olmuştu. Ben ise kahkahalarla gülüp, teyzemi sakinleştirmiştim. Dondurmalarımızı aldıktan sonra, hemen eve dönmüştük. Kadının hali mecali kalmamıştı. Eve dönüp anneme olanları anlatınca, annem bana dik dik bakmıştı. Ama “artık bu kolyeyi ulu orta takma” da dememişti. O benim bu konularda korkak olmamı istemiyordu sanırım. Üstelik kendimi çok iyi savunacağımı da iyi tahmin ediyordu.
Yeruşalmi’lerin o ziyaretinden sonra, bir kez de Cumartesi günü öğle yemeğine davet edilmişlerdi. Babam da böylece onlarla tanışmıştı. Ben Karmela ile çok iyi anlaşmış ve onu sevmiştim. Bundan böyle onunla da mektuplaşmaya karar vermiştik. Artık yeni bir mektup arkadaşım daha olmuştu. İsrael ile olan bağlarım giderek güçleniyor, Vikita, Menahem ve Karmela sayesinde İsrael’in günlük yaşantısını sıkı bir biçimde takip edebiliyordum. Çünkü aklım fikrim oradaydı artık.
72 yılının Eylül ayında, Münih Yaz Olimpiyat’ları yapılıyordu. TRT bu olaya çok iyi hazırlanmış ve sürekli naklen yayınlar yaparak bütün yarışmaları izletiyordu. Ömrümde ilk defa şahit olduğum bu olimpiyat karşılaşmaları çok heyecan vericiydi. Özellikle iki yüzücü, olimpiyatın yıldızlarıydı. Kızlarda Avustralya’lı yüzücü Shane Gould ve erkeklerde, ABD’li yüzücü Mark Spitz, madalyaları süpürüp götürüyorlardı. Marc Spitz, 7 altın madalya kazanmıştı. İncecik, siyah saçlı ve siyah ince bıyıklı bir gençti. Nedendir bilmem ona karşı çok ilgi duyuyordum. Onun yarışmalarını koltuğun sırt bölümünün tepesine oturup seyrediyordum. Babam halime bakıp gülüyordu.
5 Eylül günü öğle saatlerinde televizyonu açtığımda, olimpiyatı anlatan spikerlerin konuşmalarında İsrael Olimpiyat Takımı ile Arap teröristler arasında bir takım olayların olduğunu duyunca kulak kesildim. Annemleri çağırdım ve sonunda İsrael Olimpiyat Kafilesinin rehin alındığını öğrendik. O zaman tek kanal vardı. Oradaki haberi kesip, yeniden yarışmaları vermeye başlamışlardı. Saat 17’de yayınlanan haberleri duyunca, İsrael’in yine yangınlarda olduğunu öğrendik. Olaylar şöyle akmıştı;
4 Eylül’ü, 5 Eylül’e bağlayan gece, saat 4.30 sularında, kafilenin bir kısmının kaldığı iki apartman dairesine, Kara Eylül Örgütü’ne bağlı silahlı teröristler tarafından bir baskın yapıldı. İlk arbedede İsrael’li sporcu Yossef Romano ve İsrael güreş takımı antrenörü Moshe Weinberg, iki saldırganı yaraladıktan sonra öldürüldüler. Olaylar sırasında İsrael’li sporcu Gad Tsobari ve halter takımı antrenörü Tuvia Sokolovsky kaçmayı başardı. Ancak saldırganlar 7 İsrael’li sporcuyu ve 2 antrenörü rehin aldılar.
Teröristlerin talebi, İsrael hapishanelerinde tutulan 234 tutuklunun ve Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu grubuna ait iki tutuklunun salıverilmesi idi. Ayrıca olayı kontrol altına almak amacıyla, İsrael’in kendi özel kuvveti olan anti-terör timini bölgeye yollama talebini de Alman hükümeti reddetti.
Bir süre sonra saldırganlar bu taleplerinden vazgeçerek, helikopter eşliğinde istedikleri uçaklara kadar eşlik edilerek, yurtdışına çıkmak istediklerini bildirdiler. Alman polis kuvvetlerinin uzman ekibi yoktu ve Alman Ordusu, Almanya yasalarına göre olaya müdahale edemiyordu.
Saldırganlar rehinelerle birlikte, sağlanan iki helikoptere bindiler ve havaalanına doğru hareket ettiler. Saldırganlar havaalanına vardıktan belli bir süre sonra, havaalanındaki ekip kendi inisyatiflerine dayanarak operasyona başladı. Arap saldırganlar uçağa yaklaştıklarında bomboş bir uçakla karşılaştılar. Tam bu sırada projeksiyon lambaları yakıldı ve keskin nişancılar ateş etmeye başladı. Bunların arasında profesyonel keskin nişancı yoktu, gönüllü polisler vardı.
İlk ateşte 2 saldırgan öldürüldü ve 3. saldırgan ağır yaralandı. Artık şanslarının kalmadığını düşünen bir saldırgan helikopterin içini taramaya başladı. Bütün sporcuları katletti. Daha sonra da bir el bombası attı. Böylece hepsini ateşe verdi. Bu sırada diğer teröristlerde de siper aldıkları pozisyondan çıkarak, polise karşı bir saldırıya başladılar. Sonuçta ilk ikisinden ayrıca, iki saldırgan daha öldürüldü. Bir terörist kaçmaya çalışsa da, yarım saat sonra yakalandı.
Olaylar sonrası, 11 İsrael’li sporcu ve antrenör, 1 Alman polisi ve 5 Arap teröristin ölmesi ile sonuçlandı. 3 saldırgandan ikisi sağ, 1’i yaralı olarak ele geçirildi. Olay sonrasında olimpiyatlar durdu ve pek çok ülke olimpiyatlardan çekildi. Bunun nedeni olimpiyatların tarafsızlık ilkesi ve barış temasıydı. 5 Eylül günü olaylar hala devam ederken, 7 altın madalyalı, ABD’nin efsane yüzme şampiyonu Mark Spitz, Yahudi olduğu için, koruma altına alınmak amacıyla, özel bir uçağa bindirilerek apar topar ABD’ye geri gönderildi.
Ölen 5 Arap katilin cenazesi Libya’da devlet töreni ile gömüldü. Tüm dünya buna büyük tepki gösterdi. Olaydan bir ay sonra, bir Lufthansa uçağı kaçırıldı ve Almanya’da hapiste yatan 3 saldırganın serbest bırakılması istendi. Alman hükümeti korsanların isteğini yerine getirdi.
Olayların sonucu olarak İsrael gizli servisi Mossad ve askeri bir çok örgütlenme kurarak, bir dizi karşı saldırı başlattı, suikastler yaptı ve korkunç bir intikam aldı. Katliamı planlayan ve Almanya tarafından serbest bırakılan üç Arap terörist yok edildi.
Bütün bu olaylar dizisi beni çok etkilemişti. O gün çok ağladığımı hatırlıyorum. O yaşımda, ilginç bir şekilde, yapılan bütün kötülüklerin hedefinde Yahudilerin ve İsrael’in olduğunu görmek, bir Yahudi olarak beni çok rahatsız ediyordu. Bu çatışmaların alt yapısını adlı adınca çok iyi bildiğimi hiç iddia edemezdim. Bunun için bu konularda ansiklopedi ve yayınlanmış kitaplarla kendimi beslemeye karar verdim. O yaz yayınlanan “Kudüs…Ey Kudüs (O, Jerusalem) adlı çok kalın bir kitabı satın aldım. İkisi de gazeteci olan Dominic Lapierre ve Larry Collins’in birlikte yazdıkları bu kitap, henüz İngiliz mandası altındayken filizlenmeye başlayan Arap-Yahudi mücadelesini, 2. Dünya Savaşı sırasında Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin Hitler ile yaptığı gizli görüşme ve birlikte kurdukları, Yahudileri ortadan kaldırma planları, 1948 yılında kurulan İsrail Devleti’nin tüm Arap ordularının topyekun saldırılarıyla kuruluşun ertesi günü başlayan Bağımsızlık Savaşı’nı okuyup öğrendikçe beynimde kapaklar açılmaya başladı. Ardından Holokost kitaplarına daldım. Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Erich Maria Remarque), Boyalı Kuş (Jerzy Kosinsky) ve daha niceleri… Ben artık farklı bir dünyaya dalmıştım. Eski arkadaşlarımla, yaşıtlarımla yapılan sohbetler, minik küçük flört heyecanları beni hiç açmıyordu. Artık günlük tutmaya başlamıştım. Defterimin adı Desiree idi. Desiree ilk okuduğum romanın kahramanı, Napoleon Bonaparte’nin ilk aşkının adı idi. Bir an geldi ki sadece okumak ve Desiree’ye içimi dökmek bana yetiyordu. Bu belki de genç kızlık bunalımıydı, belki de daha fazla bilgiye olan susamışlığımdı. O yaz okuduğum kitapların haddi hesabı yoktu.
O yıl ekim başı okul açıldı. O sene sevgili İnci Kutay okuldan ayrılınca çok derinden üzülürken, sınıflarımıza girince karşıma yepyeni ama çok bildik bir kız çıktı. Kız, çocukluğumdan itibaren çok iyi tanıdığım Behiye Seyiağ (Bugün Bromi) sarışın, yeşil gözlü çok güzel bir kızdı. Behiye’nin rahmetli amcası ile annemler, Ravuna’larla çok samimi oldukları dönemlerde ailece dost olmuşlardı. Zaman zaman Behiye’ler de ev toplantılarına katılırlardı. Onu görünce içimi bir sevinç kapladı. Ömrümde ilk defa Yahudi bir sınıf arkadaşım olacaktı. Hemen bir sıraya yan yana oturduk. O gün aramızda öyle bir dostluk doğdu ki, bu gün hala bütün sıcaklığı ile süregeliyor. Behiye de Kadıköy Kız Koleji’nden, Marmara Koleji’ne nakil olmuştu. 10 Edebiyat’ta başlayan yeni öğretim yılı bana ilk günden bayram olmuştu. Okulu, özgürlüğü, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Okulumu çok seviyordum. Notlarım hep çok iyiydi ve okula gitmek bana bir partiye gitmek kadar mutluluk veriyordu. 72 yılının sonuna geldiğimizde, Desiree’ye artık neşeli anılar yazmaya başlamıştım.
Paylaş: