Kaynak: Sara Yanarocak
1969 yılının Kasım ayından itibaren ev hayatımız farklılaşmaya başlamıştı. Ablamın eniştem Niso ile sözlenmelerinden sonra, ablam artık Cuma akşamüstünden itibaren kayınvalidesinin evine gitmeye başlamıştı. Mavi ufak seyahat çantasını hazırlayıp, tüm haftasonunu geçireceği nişanlısının evine gitmek üzere, sabah önce işine, sonra da Kurtuluş’a gidiyordu. Eniştem Niso da hafta ortası bir-iki gece bizde kalıyordu. Artık evin alışılmış sofraları gitgide değişiyordu. Ben de artık oldukça büyümüş neredeyse 13 yaşıma gelmiştim. Kendime ait bir iç dünyam oluşmaya başlamıştı. Aralık ayında, yazlıktan kendini yakın hissettiğim bir çocukla, her akşamüstü en az bir saat kadar telefonla konuşma saatleri başlamıştı. Bu evde bir sır değildi ama, çok fazla detay vermiyordum. Zaten ilişki telefonda ilerliyordu. O sene Ocak ayının ilk haftası ablamla eniştemin nişanı yapıldı. Nişan bizim evde yapılmıştı. Bütün odaların kapıları açılmış, çepeçevre yemek masaları ve sandalyeler konmuş, iki tarafın tüm akrabaları, kuzenleri, ablamların arkadaşları, bence 60 kişiyi aşkın bir kalabalık eve sığdırılmıştı. Annem yiyecekleri, Kadıköy’ün en iyi şarküterisi olan Milka’ya ısmarlamıştı. Gerçekten de, masalarda yok yoktu. Tatlılar ve pasta ise Baylan Pastanesi’nden ısmarlanmıştı. Ablam bir butikte diktirdiği, turkuaz renkli şifon elbisesiyle peri gibiydi. Elbisenin etek bölümü pli soleydi. Kolları ve yakası gümüş rengi payetlerle işlenmişti, ayakkabıları da gümüş rengiydi. Kayınvalidesi ve kayınpederi ablama altın bir kol saati takmışlardı. Annemle babam da o dönem çok moda olan Seiko bir kol saatini, Niso’ya takmışlardı. Ben yaşımın rengi olan pembe bir mini elbise giymiştim. Yakasında ve kol ağızlarında pembe baget boncuklarla işlenmiş, zarif nakışları vardı. İlk defa naylon çorap giymiştim ve gümüş renkli, azıcık topuklu ayakkabılar giymiştim. Öyle heyecanlı ve sevinçliydim ki yerimde duramıyordum. Nişan heyecanı sönünce yine günlük hayat okul, dersler ve telefondaki sohbetler başlamıştı. O sene telaştan mıdır nedir, arkadaşlarla buluşmalar da pek olmuyordu. Sonya yeni bir gruba girmişti. Annem tanımadığı kişilerle olmamı onaylamadığı için pek de karşıya geçilmiyordu.
Nihayet Şubat tatili geldiği zaman erkek arkadaşım, annemden izin alarak, Kadıköy’e bizim eve gelmişti. Benim heyecandan nutkum tutulmuştu. İlk defa kendi evimde, beğendiğim çocuğu ağırlıyordum. Annem onu onaylayınca, tatil içinde ertesi hafta tekrar bizi ziyarete geldi. Artık daha doğaldım. Bu arada düzenli olarak mektuplaşıyorduk. Bir gün bir ihtilal yaptı ve izin alarak o cumartesi günü arkadaşlarıyla birlikte Site Sineması’na gitmemiz için annemi ikna etti. O cumartesi günü annemle babam beni saat 3’ de Site Sineması’na getirdiler. Sevdiğim çocuk ve kız, erkek grubu herkes beni orada bekliyordu. Beni teslim ettiler, sinema çıkışı, babam kapıya gelip beni aldı. Böylece artık neredeyse ayda iki kere bu programı uygulamaya başladık. İlkbahar gelince, ara haftalarda o yine bizim eve geliyordu. Bu gelişlerin özel olduğunu sanmayın. Salonda, piyanonun yanındaki ipek, bordo renkli geniş koltuklara oturur sohbet ederken, teyzem ve annem etrafta dolanırlardı. Arada annem içecek ve yiyecek atıştırmalıklar ikram ederdi. Şimdi düşünüyorum da, annem bu buluşmalara izin vererek hem gönlümü hoş ederdi, hem de beni gözünün önünden ayırmazdı. Böylece her şey kontrol altında olurdu.
Sadece çıktığım çocukla farklı bir ortamda olabilmek için, anneme iki üç kere yalan söyledim. Olay şöyle olmuştu, o hafta gruptaki kızlardan biri evinde bir parti verecekti. Hepimiz davetliydik. Anneme “Şişli’deki bir evde falancanın partisi var” dediğim zaman kaşları çatıldı ve derhal “olmaz” dedi. Aldı beni bir düşünce. Gitmek istiyorum, herkes gidecek, ben gidemeyeceğim. Annem artık çok oluyordu. Çıktığım çocukla bir plan yaptık. O hafta Site’ye gidip bir film seyretti ve çıkışta komple bana anlattı. Cumartesi günü saat üçte, annemler ve ben Site Sinemasına gittik, parti sözde iptal edilmişti ve 5 matinesine bilet alınmıştı. Gruptan bir kız ve bir oğlan da çıktığım çocukla sinemanın önündeydi. Annemler beni teslim edip, Şişli’de oturan halamlara gittiler. Biz de sinemanın yan sokağından bir taksiye binerek, partinin yapılacağı eve gittik. Parti çok neşeliydi. O evde de, kızın annesi vardı ve ikramlar yapıyordu. Yalan söylemek zorunda kalmak beni çok rahatsız ediyordu ama, ben hem kendime, hem de sevdiğim çocuğun dürüstlüğüne inandığım için gayet huzurluydum. Annemin bazı gereksiz baskıları, benim isyancı tarafımla çatışıyordu ne yazık ki. Neyse parti bitti ve tam 7.20de, biz sinemanın çıkış kapısına varmıştık. Az sonra annemler geldiler. Beni aldılar ve dönüşte annem seyrettiğimiz filmin adını, artistlerini ve konusunu sordu. Ben bülbül gibi anlattım. Çünkü erkek arkadaşım hafta ortası filmi izleyip, en küçük ayrıntısına kadar bana anlatmıştı. Demek ki insan eğer isterse, yasakları delip bildiğini okuyabilirdi. Keşke annem bu kadar kontrolcü olmayıp izin verseydi. Böylece gönül rahatlığı ile günümü neşeyle geçirecektim. İşte tam de o gün, ileride çocuklarım olacağı zaman onları böyle baskıcı bir rejimle yetiştirmeyeceğime dair kendime söz verdim.
Uzun lafın kısası o yıl, ilkbahara kadar böyle üç parti kaçamağı daha yaşadık. Sonra yaz geldi. Yazlık zamanı başlamıştı. Yine Mehtap sokaktaki aynı evi tutmuştuk. Ben o sene doğrudan ve iyi notlarla orta okul 3. sınıfa geçmiştim. Fakat çıktığım çocuk, romantizme fazla kapıldığı için, ve ergenlik çağının da etkisiyle, doğrudan sınıfta kalınca, onların evinde kıyamet kopmuştu. Haziran ve Temmuz ayını aslında harika geçirmiştik. Her gün Lunaparka gidiyorduk, dönme dolaplarda, çarpışan arabalarda çılgınca eğleniyorduk. Nedir ki, ben ondaki huzursuzluğu hissediyordum. Ama o derdini anlatmıyordu. Sonuçta Ağustos ayından itibaren babası ceza olarak onu her gün işine götürmeye başladı. Beni günah keçisi ilan etmişti, artık oğlunun benimle görüşmesini istemiyordu. O bunu söyleyemiyordu ama, ben anlamıştım. Sessizce ve hiç tartışmadan, vedalaşmadan, hatta ayrılma sözleri bile etmeden, karşılıklı bir anlayışla yollarımızı ayırdık. Enteresandır, ondan sonraki bir ay nasıl geçti? Net hatırlamıyorum. Galiba aklım bunu silmek istedi. Bilmiyorum. Bazen Sonya ile buluşuyorduk. Bu berbat günlerimi ablamla paylaşırdım ama, detaya inmeden, “onu çok özlüyorum, seviyorum“ diyemeden. Çünkü aldığımız terbiye gereği böyle şeyleri uluorta konuşmaktan utanırdık.
Eylül ayı gelince tatil bitti ve okullar açıldı. Artık nispeten daha iyiydim. Karar vermiştim, artık hafta sonları yazlık arkadaşlarımla buluşmayacaktım. Eski yıllarımın şekline dönecektim. Daha 14 yaşındaydım ama, bu dönemi atlatmam epeyi sürüştü.
O sene ailemizde çok kötü günler yaşanıyordu. Annemin abisi sevgili dayım Onkle Selomo mide kanseriyle savaşmaya başlamıştı. Büyük kızı Sara, İsrael’de yaşıyordu. Diğer iki kızı 18 yaşındaki Meri ve 15 yaşındaki Karolin ve anneleri çaresizlik içindeydiler. Annem bir ay içinde, onu en önemli profesörlere götürmüş, hepsinden aynı cevabı almıştı. “En fazla 6 aylık ömrü kaldı.” Annem acısından deliye dönmüştü. Dayımı İsrael’e, kızı Sara’ın yanına göndermeye karar verdiler. O gün bütün aile Yeşilköy havaalanına gitmiştik. 1970 yılının başıydı. Bir El-Al hostesi dayımın koluna girip, onu uçağa bindirmişti. Dayımı orada karşılayan kızı Sara ve orada yaşayan en büyük dayım Yosef’in tüm çabalarına rağmen iyileşemedi. Sadece torunlarıyla biraz zaman geçirebildi. Döndüğünde çok sağlıklı görünmesine rağmen, bir 15 gün sonra yatağa düştü. Onu Balat Or-Ahayim Hastanesi’ne yatırdılar. Annem her sabah erkenden, bir gece evvel onun için hazırladığı yiyecekleri paketleyerek hastaneye giderdi. Akşam 7 gibi eve döner hemen mutfağa girerek, abisi için yeni yemekler hazırlamaya başlardı. Evimiz matem ocağı gibiydi. Evdeki teyzem Suzan ve diğer teyzem Veneta, sürekli Onkle Selomo için ağlaşıyorlardı.
O yaz ablam evlenecekti ama o sırada, ablam dahil, bunu hiç düşünemiyorduk. Sonunda 12 Mart 1970 günü dayımı yitirdik. Bu benim, büyüdükten sonra başıma gelen ilk felaketti. Kendimi korkulu bir rüya içinde hissediyordum. Annem, teyzemler, yengem ve kuzinlerim siyahlara bürünmüşlerdi. Cenaze, dualar, 7 yas günü hep bizde geçiyordu. Annem hayalet gibiydi. Tant Veneta’nın tansiyonu hep 24 çıkıyordu. Doktora götürülmüş ve bir yığın hap içiyordu.
Zaman her şeyin ilacıdır derler. Herkes yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı. Yengem ve kızlar evlerine dönmüşlerdi. Ablamın nikahı 5 Haziran’da, düğünü ise 14 Haziran’da olacaktı. Annem kendini toparlamaya çalışarak, ablamın çeyizi için planlar yapmaya başladı. Belki de bu telaşlar onu yeniden hayata döndürecekti. Kadıköy’de iyi bir şöhreti olan Matmazel Selma adında, yaşı geçkin Ermeni bir terziyle anlaştılar. Kökleri Belçikalı olan bu matmazelle annem sürekli Fransızca konuşurdu. İlk buluşmada, dikilecek giysiler konusunda tartışıldı. Dergilerden modeller seçildi. Annem, ablam ve Matmazel Selma sonunda konsensusa vardılar. Ölçüler alındı, kumaş metrajları ve çeşitleri belirlendi. Kumaşlar o kadar çoktu ki, dükkandan eve taksi tutarak döndüler. Ve Nisan’ın sonundan, Mayıs’ın 20‘sine kadar Matmazel Selma her gün sabahtan akşama kadar bize gelmeye başladı. Benim için bu bir moda festivali gibiydi. Her gün okuldan eve döndüğümde, askıda yeni bir elbise görürdüm. Gerçektendir ki bazı şeyler anlatmakla olmuyor. Ancak yaşanması gereken anılar bunlar.
Düğün yaklaşıyordu ve ben heyecanımdan yerimde duramıyordum. O sene benim de ortaokulu bitirme sınavlarına girmem gerekiyordu. Artık eski yaşantıma gerçekten veda ettiğimizin farkına varıyor, ama görmezden gelmeyi yeğliyordum galiba.
[…] https://www.avlaremoz.com/2021/01/10/kadikoylu-kucuk-sara-13/ […]