Kaynak: Sara Yanarocak
1968 yılının yazı başından itibaren çok eğlenceliydi. Artık yazlık semtimizde neredeyse tanımadığımız kimse yok gibiydi. Biz de artık büyümeye başladığımız için, eskisi gibi çok utangaç değildik. Lotüs Pastanesi’nin her masasından ayrı ses yükselirdi. Sonya karşı taraflı olduğu için neredeyse herkesi tanırdı ve bana kimin kim olduğunu, nerede okuduğunu anlatırdı. Aslında kız erkek karışık grup pek azdı, sadece bakışır gülüşür laf atardık birbirimize. İşte öyle bir gün çaktırmadan laf atarken, Sonya ile benim “Ermozolar Çetesi” dediğimiz çocuklarla arkadaş olduk. Laf atmalar bitti, kaynaştık. Aralarına, Moris Kastiel, Cek Büyükbahar, Aron Adato, Hayim Nifusi, David Ventura, Ruti adlı ikiz kız kardeşi, Rıfat Aner gibi çocuklar vardı. Çoğu Tarhan Koleji’nde okuyorlardı, yaşları ise bizden bir, iki yaş büyüktü. Artık her gün saat 5’te Lotüs’te onlarla buluşuyor ve saatlerce konuşuyorduk. Bazen hep birlikte, Motta’ya dondurmacıya gider, sonra İskele Caddesinden dolanıp, yine Bağdat Caddesi’nden Plaj Yoluna kıvrılırdık. Sabahları da bazılarımızla buluşup kayıkhaneye uğrardık. Oğlanlar kayıkla denize açılırdı, ve iyi kürek çekerlerdi. Bazen Mehtap Sokağın köşesinde duran şekerciden horoz şekeri alırdık. Şimdi horoz şekeri gördüğüm anda aklıma hemen o günler gelir. O sene Sonya ile bana Viki Levi Dinçer adlı bir kız da katılmıştı. Viki çok tatlı ve kumral bir kızdı. Annem onu biraz benim tipime benzetirdi. Bir de İvet Franko adında esmer bir kız arkadaşımız da vardı. İvet’in İzak adında 16 yaşlarında bir abisi vardı. Abisinin grubundaki oğlanlar yaşça daha büyüktü, sanırım 15-16 gibi. Sonya ile ben oldukça büyük olduklarından, annelerimiz kızabilir diye onlara pek yanaşmazdık. Viki yıllar sonra GKD’de karşıma Viki Kondu olarak çıkmıştı. İstanbul’da ise her karşılaştığımızda sevgi ile kucaklaşırız. İvet Franko da ileri yıllarda benim Kadıköy’lü küçüklük arkadaşım Yusuf Baruh ile evlenmiş ve İvet Baruh olmuştu. David’in kardeşi Ruti ise çok genç yaşta, kanser olmuş ve yaşamını yitirmişti. Bu hayat dolu kızın hazin sonu beni çok üzmüştü.
O yaz Sonya, Viki, İvet ve ben sigara deneyimi yapmaya karar vermiştik. Çok iyi hatırlıyorum aramızda para toplayıp bir paket filtreli Samsun sigarası satın almıştık. İvet’lerin arka bahçesine sık ağaçların arasında yere oturup birer sigara yakmıştık. Ben o kadar heyecanlıydım ki, sigarayı tam tutamıyordum. İlk nefesimizi çektik ve öksürük krizine girdik. Dumandan ve gülmekten gözlerimizden yaşlar akıyordu. Azmettik ve sigaralarımızı bitirdik. Sonra sigara paketini ve kibrit kutusunu koca bir taşın altına gizledik. Her sabah buluştuğumuzda ilk işimiz arka bahçeye gidip taşı kaldırıyor ve sigaralarımızı tellendiriyorduk. Biliyorsunuz ilk deneyim her zaman çekici ve heyecanlı olur. İkinci veya üçüncü deneyim eğer size zevk vermediyse artık tavsamaya başlar. Açıkçası sigara beni açmamıştı. Sadece dudaktan nefes alıp hemen dışarı üflediğimden, bana pek bir şey ifade etmiyordu. Nedir ki yapılan her doğru veya yanlış şeyler, büyüme sancılarıydılar. Hayatı, zevkleri ve yasakları delmek, bizlere büyüdüğümüzün ispatı gibi geliyordu. Neyse bizim paket bitene kadar bu sigara günleri devam etti. Demek ki bu 5 günlük bir maceraydı. Son sigaralar tükenince yeni bir paket alır mıyız diye konuşunca ben istemedim. Galiba Viki ve Sonya da bana katılınca İvet tek kaldı, ama epeyi bozulduğunu hatırlıyorum. Sanırım İvet sigarayı hiç bırakmadı, ama yine de yanılıyor olabilirim.
O yazın sonuna doğru, Sonya ile beraber, Viki’yi de katarak, İvet’in abisi İzak Franko’nun grubuna girdik. Ben ailemin onayını almak için bir gün bütün oğlanları bizim eve getirdim. Annemle babama tanıştırdım. Babam aile konusunda çok titiz bir insandı. Grupta üç tane Cako vardı. Cako Reytan ,Cako Tovim ve Cako Mızraklı. Reytan soyadı çok iyi sonuç verdi. Babası Edirneliydi ve çok iyi bir aileydi. Tovim Cako, komşularımız olan İzak Faraci ve annesi Madam Suzan’ın yeğeniydi. Bu arada İvet ve İzak (Ayzek)’in babası Mösyö Franko babamın iş piyasadan tanıdığı harika bir aileydi. Aralarında Jojo De Bensason, Selim Özinci, Momo Özinci, Metin Kaneti, Harun Denizel, David Levi, Rıfat Karkaşon olan diğer çocukların da aslında çok iyi çocuklar olduğu belliydi zaten, neyse bizimkiler oğlanlara yeşil ışık yakınca, ben artık huzurla bu gruba katıldım. Sanırım Sonya’nın böyle prosedürlerden geçmesi gerekmiyordu. Benim ailem bana her lokmayı öyle kolay yedirmezdi.
O yaz Sonya’nın ve Viki’nin ablaları, flört ettikleri gençlerle nişanlanmışlardı. Bunlar lise çağında kızlardı, ama onu seven çocuk eğer nişanlanmazlarsa, kız ailelerinin bu ilişkiye izin vermeyeceklerini bildiklerinden, daha askere bile gitmeden nişanlanıverirlerdi. O yazın ortasında ablam da, Niso Altaras adlı bir gençten çıkma teklifi almıştı. Tabii ki aynı prosedürlerden onlar da geçtiler ve bütün grup eve geldi. Kızlar ve erkekler kendilerini tanıtınca, oradan da tanıdık Edirneliler çıktı. Mesela gruptaki bir genç Sonya’nın abisi Albert Baharnu idi. İki genç daha da Edirne kökenliydi. Genç kızların arasında şimdi yakından tanıdığımız Forti Barokas ve nişanlısı Beto da vardı. Gençler ve Niso babama emniyet duygusu verince, ablam da vizesini almıştı. O yaz biz kızlar için, abla heyecanları yaşanırken, kendimiz de yavaş yavaş ilk kalp ağrılarına yakalanmaya başlamıştık. İmalı konuşmalar, çaktırmadan ısmarlanan bir dondurma, veya bisikletine bindirip gezinme, bu çarpıntılar için yeter de artardı bile.
Bir Çarşamba günü İskele Caddesi’nde yeni açılan Pergola isimli bir cafe- restorana gitmiştik. Fiyatlar cebimize göre hayli pahalıydı. Sonya ile bakıştık. En ucuz şey çaydı. Ben çaydan nefret ederdim, hala da sevmem. Oğlanlardan biri, adı bende kalsın “bu gün özel bir gün, sana ben ısmarlamak istiyorum deyince”, bir diğeri de Sonya’ya aynı teklifi yapınca, Sonya ile ben çok heyecanlanmıştık. Sonradan öğrendiğimize göre o gün bu yakınlaşmayı sağlamak için, oraya özellikle ve hazırlıklı gidilmişti. Aslında bütün bunlar çok saf, tertemiz ve pembe renkli duygulardı ama, şimdi bile düşününce, bunların bir daha asla yaşanamayacak anılar olduğunu duyumsayabiliyorum.
O sene, yazın hemen başında, Aron Adato, Hayim Nifusi ve David Ventura olmak üzere, o gruptaki diğer çocuklarla da çok samimi olmuştuk. David’in Ruti adlı bir ikiz kız kardeşi de vardı. Çok şeker bir kızdı. Bazen o da bizim gruba kendi arkadaşlarıyla katılınca epeyi kalabalık bir grup haline gelirdik. O grubun içinde Linet Halfon, Eva adlı çok güzel bir kız, Berta isimli çok esmer, kısacık saçlı, çok hoş bir kız da vardı. Linet’i de çok severdim. Çok cici, güler yüzlü ve tatlı bir kızdı. Galiba o da bir Fransız okulunda okurdu. Aslında kızların çoğu Saint Benoit, Notre Dame De Sion ve Saint Pulcherie’de okuyorlardı. Hepsi de karşı tarafta yaşardı. O yaz Sonya’dan Fransızca kelimeler öğreniyordum. S’il vous plait, s’il te plait, je t’aime, je t’adore, mon amour, dictee, lecture, education ve düzinelerce Fransızca kelime öğrenmiştim. O yıllar hiç deneyimlemediğim farklı şeyler ve duygular yaşıyordum. O yaşta bile olsa, kalabalıklar içinde yer edinmenin, istenmenin, karşılıklı küçük hayranlıkların, insanların gönlünü çelen duygular olduğunu anlama yaşlarındaydık.
Beri yandan ablam da, erkek arkadaşı Niso’dan giderek daha çok hoşlanmaya başlamıştı. Cumartesi geceleri gruplarıyla birlikte o sırada revaçta olan gece kulüplerine gider, dans ederlerdi. Ablamı, o danslar için hazırlanırken izlemeye bayılırdım. Harika giyinirdi. O yıllarda moda olan lame ve dore ayakkabıları ve çantaları vardı. Saçları upuzun ve simsiyahtı. Koyu siyah gözlerini mavi farla gölgelendirir, kirpiklerini rimelle boyardı. İncecik parmakları ve daracık uzun sedef ojeli tırnaklarıyla, narin, çok güzel ve asil bir genç kızdı. Ruj sürmezdi ama doğal koyu pembe dudaklarına zaten ruj gerekmezdi. Ablam heyecan ve duygularını asla çok açık etmezdi. Aşık mı değil mi hiç anlayamazdım. O da benimle dalga geçerdi. Tom Jones’un o sene çok moda olan “Delilah” adlı şarkısı, onların şarkısıydı. O seneler bizlerin tasasız ve eğlenceli yıllarıydı. Annemler de bizlere bakıp mutlu mutlu bakışırlardı.
Bazı hafta sonları yatıya gelen dayımız Selomo’nun iki kızı Meri ve Karolin geldikleri zaman sevinçten havalara uçardık. Meri ablamlarla çıkardı. Karolin ise benimle. Karolin bir gelişinde bana, üzerinde beyaz yapma çiçekler olan bir saç tokasını hediye olarak getirmişti. O kadar beğenmiştim ki, onu sık sık saçıma takardım. Arkadaşlarım da onu çok sevmişlerdi. O seneden itibaren Karolin artık kışları da sık sık bize kalmaya gelirdi. 1968 yazı da sonunda bitmiş ve yazlıktan inme dönemi gelmişti. Sonya ile yine gözyaşları ile ayrılmıştık. Aynı programa devam edecektik. Mektuplaşma, haftada bir telefon ve ayda bir sinema. Benim Kadıköy’deki kış serüvenlerim artık bunlarla sınırlıydı. Tabii ki şimdilik. Gelecek acaba nelere gebeydi? O sene eylül ayında orta 2. sınıfa başlamıştım. Kasım ayını ortalarında ablam ve Niso ailelerini tanıştırıp söz kestiler. Kolay değildi, artık hayatıma yeni bir ortak girmişti. Ablamı artık paylaşmayı öğrenecektim. 13 yaşında baldız olmuştum. Eniştem de 23 yaşındaydı. Mavi gözlü eniştem ablama çok aşıktı, onu kimse ile paylaşmak istemiyordu, nedir ki ben vardım ve ablama korkunç bağlıydım. Sonunda orta yolu buldum. Ablamın üzülmemesi için büyük kız gibi davranmaya başladım. Onlara kendi maceralarımı anlatırdım, güldürürdüm. Evde ise, enişteme zor matematik problemlerimi sorardım. O da çözüp bana yolunu öğretirdi. Yeni bir yaşamın acemisi olarak, ortak bir yol bulup, arkadaş olmayı başarmıştık. Ablamın da artık keyfi yerindeydi. Nişan telaşları başlamıştı. Ben sevinçten yerimde duramıyordum. Bakalım neler yaşanacaktı?
[…] https://www.avlaremoz.com/2020/12/28/kadikoylu-kucuk-sara-12/ […]