Eskiden, kar yağardı. Henüz ayrılmamıştık, henüz bölünmemiştik, Aynı mahalledeydik, zengini, fakiri, esnafı, Yoksulu, bir arada birliktik, Omuz omuza sımsıcak yaşardık ve kar yağardı bembeyaz, Lapa lapa. Henüz bölünmemiştik, henüz ayrılmamıştık… … Kar bendim, kar sendin, kar bizdik. Eridik, eridik, eridik, eridik
Murat Balkuş
Şimdi biraz da ev hayatımızdan söz etmek istiyorum. Ailemiz oldukça kalabalıktı. Annem, babam, ablam ve benim yanı sıra yanımızda, 18 yıllık evlilikten sonra eşi tarafından terkedilmiş olan teyzem Suzan, benim iki buçuk yaşımdan itibaren bizimle yaşamaya başlamıştı. Çocuğu yoktu. Ablamla bana adeta bir anne kadar bağlıydı. Bizleri o kadar çok severdi ki, kendini tamamen bize adamıştı. Anneannem Sara da ben doğduktan hemen sonra, ikinci teyzem Veneta’nın yanından bize taşınmıştı. Anneme benim doğumumdan sonra destek vermek için gelmişti, nedir ki ben henüz iki yaşımdayken felç olmuştu. Aklı başındaydı ama yürüyemiyordu. Yani ben onu hep kendi köşesinde otururken hatırlıyorum. Saçları bembeyaz ve firketelerle tutturulmuş topuz şeklindeydi. Cuma akşamları babam onu sofraya oturturdu. Babam Kiduş yaptıktan sonra, o da kendi şarap bardağını kaldırır ve babama “Hayimof, nazdrave” derdi. Anneannem Bulgar kökenliydi ve babamı gerçekten çok severdi. Zaten babamı sevmemek olası değildi. O güzel bir insandı.
Yani evde altı kişiydik desem de çok inanmayın. Bir de evimizin bir müdavimi vardı. Aşer bizim sevgili kuzenimizdi. Veneta teyzemin biricik oğluydu. Tant Veneta ve Onkle Bohor, minik oğulları ile birlikte, Sokollu Sokağı’nda bir giriş katında otururlardı. Aşer, kızıl saçlı, çilli, incecik bacaklı, masmavi gözlü çok şirin bir çocuktu. Onunla beş yaş aramız vardı ama ben uzunca, o ise kısa boylu olduğu için yaşıt gibi dururduk. Venezya, Aşer ve ben ayrılmaz üçlüydük. Birbirimizi çok severdik. Onsuz bir gün benim için imkansızdı. Her gün okul çıkışı bize gelir, genellikle akşam yemeğinden sonra babası bize gelip onu alır, eve dönerdi. Yaz ayları o, mahallesindeki erkek çocuklarla saatlerce maç yapardı. Her taraf bağ bahçe olduğu için ağaçlardan kucak dolusu gül toplar anneme getirirdi. Annem, kavanozlar dolusu gül reçeli yapar, onların evine de bolca gönderirdi. Onkle Bohor da balık avına çok düşkündü. Her hafta Moda’ya gider, onlarca istavrit yakalardı. Evine gittikten bir süre sonra, Aşer elinde koca bir torba istavritle bizim evde belirirdi. Annem onları ayıklayıp, yıkadıktan sonra una bulayıp kızgın yağda kızartırdı. O balıklar sofraya gelince, çıtır çıtır tabak dolusu yerdik. Kışın kar yağdığı zaman okullar bir iki gün tatil edilirdi. Aşer bizim kapının önüne gelir ve sokağın ortasına boylu boyunca yere yatardı. Ablamla ben onu pencereden izlerdik. Annem bize balkondan topladığı karları bir plastik leğene doldurup odaya getirirdi. Ablamla ben eldivenlerimizi takıp, çörek boyunda bir kardan adam yapıp onu balkona koyması için anneme verirdik. Sonra başımızı cama dayayıp cüce kardan adamımızı seyrederdik. Annem böyle havalarda hastalanma endişesiyle bizi dışarıya çıkarmazdı.
Bizim yemek odası bölümünde çok büyük bir çini sobamız vardı. Babam onu Kapalıçarşı’daki Bedesten’den satın almıştı, antika sobanın bir köşkten geldiğini söylemişlerdi. Soba turkuaz, beyaz ve altın renklerinde çok büyük bir odun sobasıydı. Babam her yaz başı borularını, sobanın altındaki nakışlı tablasını ve kapısını gümüş renkli yaldız boyayla boyardı. Kış başlamadan, bacacı gelip baca ve boru temizliği yapardı. Bir de ağustos ayında bir gün eve odun satın alınır ve tavan arasındaki bir odaya istiflenirdi. Babam o yıllarda yaklaşık 14 çeki odun alırdı. Oduncular sabah yaklaşık saat 10’ dan, akşamüstü 17’ ye kadar yukarıya küfelerle odun taşırlardı. Annem o gün odunculara koca bir tepsi içinde, beyaz peynir, zeytin, kaşer peyniri, birer taze ekmek, haşlanmış yumurtalar ve karpuz verirdi. Sık sık da onları oturtur, kahve ve buz gibi soğuk su verir, o sıcakta mola vermelerini sağlardı. Akşamüzeri de sokaktan geçen taze simitlerden alıp çayla ikram ederdi. O zamanın ev kadınlarının görgüsü gerçekten çok farklıydı.
Kış geldiği zaman, teyzem bize kaşer ve sucuk keyfi yaşatırdı. Tel ızgaranın arasına yerleştirdiği sucukları veya kaşer peynirlerini sobada pişirir, ve kedi gibi yanında bekleşen bizlere verirdi. Biz bunları taze ekmeklerimizle birlikte afiyetle yerdik. Ayrıca sobanın üst çini kapağı açılınca içine üç büyük sahan alacak kadarlık alana annem, ısıttığı yemekleri emaye sahanlara koyar, oraya yerleştirirdi. Babam gelip de yemeğe oturduğumuz zaman, yemekleri oradan alıp sıcacık tabaklarımıza doldururdu. Soba başı sohbetleri harikaydı. O seneler radyolu yıllardı. Radyo bütün gün açık olurdu. Geceleri, haftada bir, radyoda ”Radyo tiyatrosu” yayınlanırdı. Her hafta bir gece hep birlikte onu dinler, sonra yatardık. Akşamüstü reklamlar kuşağını ablamla birlikte ders çalışırken dinlerdik. O bir buçuk saatlik sürede, reklam aralarında “Orhan Boran ve Yuki”, “Uğurlugil Ailesi” gibi kısa ama harika programlar vardı. Şubat tatillerinde ve yaz tatillerinde sabahları “Arkası Yarın” adında, hergün dizi halinde yayınlanan tiyatro oyunları dinlerdik. En iyi tiyatro sanatçılarının seslendirdiği bu saatlerin tadına doyum olmazdı. O sırada annem ve teyzem de işlerine ara verirler ve kahve eşliğinde bu “Arkası Yarın”ı dinlerlerdi. Ablamla ben de, onlarla birlikte kahve içerdik ama, benim fincanım daha küçük, porselen beyaz bir fincandı. Zaten vermezlerse kıyameti kopartırdım.
“Odayı saran odun kokusu, Dışarıda çisildeyen bir yağmur Sıcak bir çay Aklımda çocukluğumdan kalma bir masal…”
Nazım Hikmet
Okula henüz gitmediğim yıllarda, öğle yemeğimi salondaki orta sehpada, küçük hasır koltuğuma oturarak tek başıma yemeye bayılırdım. Annem sehpaya serdiği bir örtü üzerine tabağımı, pasta takımının küçük çatal, bıçak ve kaşığını koyardı. Babamın incecik camdan küçük rakı karafına su doldururdu, kısa boylu bir su bardağına bu minik sürahiden suyumu doldurup içmeye bayılırdım. Çatal bıçaksız kesinlikle yemezdim. Köftelerimi bıçağımla dörde böler ciddiyetle yerdim. Eğer börek, köfte, patates tava, pilav veya makarna varsa kendi başıma yerdim. Yoksa annem ağzıma yemek verirdi.
Ben aslında çok uslu ve ciddi bir çocuktum. Sulu yalapşap şakalardan hiç hoşlanmazdım. Hala da hiç sevmem. Kendime çok yeten, sürekli olarak resim yapan ve kitap okuyan bir çocuktum. Kimseye alay etmez, ardından gülmezdim. Ebeveynimiz bize çok anlam yükleyip, ciddi bir biçimde her şeyi anlatırlar, hatta ileri yaşlarımızda fikrimizi de alırlardı. Evde herkes birbirine ve haklarına çok saygılıydı. Evde kavganın eseri yoktu. Sanırım annemler arada bir atışsalar bile, bu bize hiç yansımazdı. Arada bir, eğer bir akşam üstü eve bir buket kırmızı gül gelirse, ablam bana “Bizimkiler dargınmış galiba, babam barışmak için çiçek gönderdi” derken, annem gayet memnun hafifçe gülümser ve çiçekleri vazoya yerleştirirdi.
Ablam Venezya 12 yaşındayken, bir akşam sofrada piyano istediğini söyledi. Bu tür istekleri babam emir telakki ederdi. Yaklaşık iki hafta kadar sonra evin kapısına bir kamyon geldi. İçinde devasa ahşap bir sandık vardı. Üzerinde ise Rusça yazılar ve damgalar vardı. Sandık açılınca içinden pırıl pırıl, simsiyah bir konsol piyano çıktı. Piyano salona yerleştirildi. Ablamla ben sevinçten uçuyorduk. Piyanonun kapağı açıldığında Kyril harfleriyle Rusça, Leningrad yazıyordu. Bunu daha sonra piyano hocamız bir Rus arkadaşına okutmuş ve bize söylemişti. Ablam ilkokul yıllarından itibaren harika mandolin çaldığı için, zaten notaları çok iyi bilirdi. Birkaç gün sonra eve gelen piyano öğretmeninden ders almaya başlamıştı. 1961 yılıydı ve ben daha okula gitmiyordum. Piyanoya daha sonra başlayacaktım. Evimize ablamın okuduğu Marmara Koleji’nin müzik hocası Cemil Türkarman gelmeye başladı.
Cemil Bey çok uzun boylu, beyaz saçlı, boncuk gibi mavi gözlü, sevecen, 70 yaşlarında bir beydi. Doğma büyüme Bahariye’li, Saint Joseph mezunu, müthiş kültürlü bir insandı. Onu çok severdik. Annemle derslerden sonra Fransızca konuşurlarken, ben kızıp Türkçe konuşmalarını isterdim, çünkü her şeyi duyup anlamam gerekiyordu. Cemil Bey’in Renan Türkarman adındaki biricik oğlu annemin yaşındaydı. Devletin “Harika Çocuk Bursu”yla, Belçika Kraliyet Akademisi’nde konservatuarı bitirmiş, ardından Çankaya Köşkü’ne, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın özel piyanisti olarak atanmıştı. 1960 devrimi ile, Demokrat Parti dönemi bitince, İstanbul’a dönerek ailesiyle birlikte yaşamaya başlamıştı. Baba oğul, haftada iki kere dönüşümlü olarak bize gelirler ve ikişer saat ders verirlerdi. Renan Bey bir beyzadeydi. Sadece özel ders verir başka bir işte çalışmazdı. Oysa babası Cemil Bey, Kandilli Kız Lisesi’nde ve Özel Marmara Koleji’nde müzik öğretmeniydi. Renan Bey midesine çok düşkündü, anneme yemek tarifleri verirdi. Annem de ona yaptığı keklerden ve bisküvilerden ikram ederdi. 8 yaşıma geldiğim kış, ben de piyano derslerine başladım. Yani haftada iki gün ikişer saat piyano dersi almamız ve hafta ortası her gün etüt yapmamız gerekirdi. Piyanonun başına oturduğumda bedenim koca piyanoya karşı pek küçük kaldığından, altıma üst üste iki kadife yastık, ayaklarımın altına da ahşap bir tabure koydular, böylece artık kollarım ve ellerimle piyanoya hakim olabiliyordum. Piyano çalmayı severdim ama etüt yapmaktan nefret ederdim. Böylece annemle 10 yıl sürecek olan mücadele yıllarımız başladı…
Bu uzun meseleyi diğer yazımda paylaşmak istiyorum.
Kaynak: Sara Yanarocak
Şimdi biraz da ev hayatımızdan söz etmek istiyorum. Ailemiz oldukça kalabalıktı. Annem, babam, ablam ve benim yanı sıra yanımızda, 18 yıllık evlilikten sonra eşi tarafından terkedilmiş olan teyzem Suzan, benim iki buçuk yaşımdan itibaren bizimle yaşamaya başlamıştı. Çocuğu yoktu. Ablamla bana adeta bir anne kadar bağlıydı. Bizleri o kadar çok severdi ki, kendini tamamen bize adamıştı. Anneannem Sara da ben doğduktan hemen sonra, ikinci teyzem Veneta’nın yanından bize taşınmıştı. Anneme benim doğumumdan sonra destek vermek için gelmişti, nedir ki ben henüz iki yaşımdayken felç olmuştu. Aklı başındaydı ama yürüyemiyordu. Yani ben onu hep kendi köşesinde otururken hatırlıyorum. Saçları bembeyaz ve firketelerle tutturulmuş topuz şeklindeydi. Cuma akşamları babam onu sofraya oturturdu. Babam Kiduş yaptıktan sonra, o da kendi şarap bardağını kaldırır ve babama “Hayimof, nazdrave” derdi. Anneannem Bulgar kökenliydi ve babamı gerçekten çok severdi. Zaten babamı sevmemek olası değildi. O güzel bir insandı.
Yani evde altı kişiydik desem de çok inanmayın. Bir de evimizin bir müdavimi vardı. Aşer bizim sevgili kuzenimizdi. Veneta teyzemin biricik oğluydu. Tant Veneta ve Onkle Bohor, minik oğulları ile birlikte, Sokollu Sokağı’nda bir giriş katında otururlardı. Aşer, kızıl saçlı, çilli, incecik bacaklı, masmavi gözlü çok şirin bir çocuktu. Onunla beş yaş aramız vardı ama ben uzunca, o ise kısa boylu olduğu için yaşıt gibi dururduk. Venezya, Aşer ve ben ayrılmaz üçlüydük. Birbirimizi çok severdik. Onsuz bir gün benim için imkansızdı. Her gün okul çıkışı bize gelir, genellikle akşam yemeğinden sonra babası bize gelip onu alır, eve dönerdi. Yaz ayları o, mahallesindeki erkek çocuklarla saatlerce maç yapardı. Her taraf bağ bahçe olduğu için ağaçlardan kucak dolusu gül toplar anneme getirirdi. Annem, kavanozlar dolusu gül reçeli yapar, onların evine de bolca gönderirdi. Onkle Bohor da balık avına çok düşkündü. Her hafta Moda’ya gider, onlarca istavrit yakalardı. Evine gittikten bir süre sonra, Aşer elinde koca bir torba istavritle bizim evde belirirdi. Annem onları ayıklayıp, yıkadıktan sonra una bulayıp kızgın yağda kızartırdı. O balıklar sofraya gelince, çıtır çıtır tabak dolusu yerdik. Kışın kar yağdığı zaman okullar bir iki gün tatil edilirdi. Aşer bizim kapının önüne gelir ve sokağın ortasına boylu boyunca yere yatardı. Ablamla ben onu pencereden izlerdik. Annem bize balkondan topladığı karları bir plastik leğene doldurup odaya getirirdi. Ablamla ben eldivenlerimizi takıp, çörek boyunda bir kardan adam yapıp onu balkona koyması için anneme verirdik. Sonra başımızı cama dayayıp cüce kardan adamımızı seyrederdik. Annem böyle havalarda hastalanma endişesiyle bizi dışarıya çıkarmazdı.
Bizim yemek odası bölümünde çok büyük bir çini sobamız vardı. Babam onu Kapalıçarşı’daki Bedesten’den satın almıştı, antika sobanın bir köşkten geldiğini söylemişlerdi. Soba turkuaz, beyaz ve altın renklerinde çok büyük bir odun sobasıydı. Babam her yaz başı borularını, sobanın altındaki nakışlı tablasını ve kapısını gümüş renkli yaldız boyayla boyardı. Kış başlamadan, bacacı gelip baca ve boru temizliği yapardı. Bir de ağustos ayında bir gün eve odun satın alınır ve tavan arasındaki bir odaya istiflenirdi. Babam o yıllarda yaklaşık 14 çeki odun alırdı. Oduncular sabah yaklaşık saat 10’ dan, akşamüstü 17’ ye kadar yukarıya küfelerle odun taşırlardı. Annem o gün odunculara koca bir tepsi içinde, beyaz peynir, zeytin, kaşer peyniri, birer taze ekmek, haşlanmış yumurtalar ve karpuz verirdi. Sık sık da onları oturtur, kahve ve buz gibi soğuk su verir, o sıcakta mola vermelerini sağlardı. Akşamüzeri de sokaktan geçen taze simitlerden alıp çayla ikram ederdi. O zamanın ev kadınlarının görgüsü gerçekten çok farklıydı.
Kış geldiği zaman, teyzem bize kaşer ve sucuk keyfi yaşatırdı. Tel ızgaranın arasına yerleştirdiği sucukları veya kaşer peynirlerini sobada pişirir, ve kedi gibi yanında bekleşen bizlere verirdi. Biz bunları taze ekmeklerimizle birlikte afiyetle yerdik. Ayrıca sobanın üst çini kapağı açılınca içine üç büyük sahan alacak kadarlık alana annem, ısıttığı yemekleri emaye sahanlara koyar, oraya yerleştirirdi. Babam gelip de yemeğe oturduğumuz zaman, yemekleri oradan alıp sıcacık tabaklarımıza doldururdu. Soba başı sohbetleri harikaydı. O seneler radyolu yıllardı. Radyo bütün gün açık olurdu. Geceleri, haftada bir, radyoda ”Radyo tiyatrosu” yayınlanırdı. Her hafta bir gece hep birlikte onu dinler, sonra yatardık. Akşamüstü reklamlar kuşağını ablamla birlikte ders çalışırken dinlerdik. O bir buçuk saatlik sürede, reklam aralarında “Orhan Boran ve Yuki”, “Uğurlugil Ailesi” gibi kısa ama harika programlar vardı. Şubat tatillerinde ve yaz tatillerinde sabahları “Arkası Yarın” adında, hergün dizi halinde yayınlanan tiyatro oyunları dinlerdik. En iyi tiyatro sanatçılarının seslendirdiği bu saatlerin tadına doyum olmazdı. O sırada annem ve teyzem de işlerine ara verirler ve kahve eşliğinde bu “Arkası Yarın”ı dinlerlerdi. Ablamla ben de, onlarla birlikte kahve içerdik ama, benim fincanım daha küçük, porselen beyaz bir fincandı. Zaten vermezlerse kıyameti kopartırdım.
Okula henüz gitmediğim yıllarda, öğle yemeğimi salondaki orta sehpada, küçük hasır koltuğuma oturarak tek başıma yemeye bayılırdım. Annem sehpaya serdiği bir örtü üzerine tabağımı, pasta takımının küçük çatal, bıçak ve kaşığını koyardı. Babamın incecik camdan küçük rakı karafına su doldururdu, kısa boylu bir su bardağına bu minik sürahiden suyumu doldurup içmeye bayılırdım. Çatal bıçaksız kesinlikle yemezdim. Köftelerimi bıçağımla dörde böler ciddiyetle yerdim. Eğer börek, köfte, patates tava, pilav veya makarna varsa kendi başıma yerdim. Yoksa annem ağzıma yemek verirdi.
Ben aslında çok uslu ve ciddi bir çocuktum. Sulu yalapşap şakalardan hiç hoşlanmazdım. Hala da hiç sevmem. Kendime çok yeten, sürekli olarak resim yapan ve kitap okuyan bir çocuktum. Kimseye alay etmez, ardından gülmezdim. Ebeveynimiz bize çok anlam yükleyip, ciddi bir biçimde her şeyi anlatırlar, hatta ileri yaşlarımızda fikrimizi de alırlardı. Evde herkes birbirine ve haklarına çok saygılıydı. Evde kavganın eseri yoktu. Sanırım annemler arada bir atışsalar bile, bu bize hiç yansımazdı. Arada bir, eğer bir akşam üstü eve bir buket kırmızı gül gelirse, ablam bana “Bizimkiler dargınmış galiba, babam barışmak için çiçek gönderdi” derken, annem gayet memnun hafifçe gülümser ve çiçekleri vazoya yerleştirirdi.
Ablam Venezya 12 yaşındayken, bir akşam sofrada piyano istediğini söyledi. Bu tür istekleri babam emir telakki ederdi. Yaklaşık iki hafta kadar sonra evin kapısına bir kamyon geldi. İçinde devasa ahşap bir sandık vardı. Üzerinde ise Rusça yazılar ve damgalar vardı. Sandık açılınca içinden pırıl pırıl, simsiyah bir konsol piyano çıktı. Piyano salona yerleştirildi. Ablamla ben sevinçten uçuyorduk. Piyanonun kapağı açıldığında Kyril harfleriyle Rusça, Leningrad yazıyordu. Bunu daha sonra piyano hocamız bir Rus arkadaşına okutmuş ve bize söylemişti. Ablam ilkokul yıllarından itibaren harika mandolin çaldığı için, zaten notaları çok iyi bilirdi. Birkaç gün sonra eve gelen piyano öğretmeninden ders almaya başlamıştı. 1961 yılıydı ve ben daha okula gitmiyordum. Piyanoya daha sonra başlayacaktım. Evimize ablamın okuduğu Marmara Koleji’nin müzik hocası Cemil Türkarman gelmeye başladı.
Cemil Bey çok uzun boylu, beyaz saçlı, boncuk gibi mavi gözlü, sevecen, 70 yaşlarında bir beydi. Doğma büyüme Bahariye’li, Saint Joseph mezunu, müthiş kültürlü bir insandı. Onu çok severdik. Annemle derslerden sonra Fransızca konuşurlarken, ben kızıp Türkçe konuşmalarını isterdim, çünkü her şeyi duyup anlamam gerekiyordu. Cemil Bey’in Renan Türkarman adındaki biricik oğlu annemin yaşındaydı. Devletin “Harika Çocuk Bursu”yla, Belçika Kraliyet Akademisi’nde konservatuarı bitirmiş, ardından Çankaya Köşkü’ne, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın özel piyanisti olarak atanmıştı. 1960 devrimi ile, Demokrat Parti dönemi bitince, İstanbul’a dönerek ailesiyle birlikte yaşamaya başlamıştı. Baba oğul, haftada iki kere dönüşümlü olarak bize gelirler ve ikişer saat ders verirlerdi. Renan Bey bir beyzadeydi. Sadece özel ders verir başka bir işte çalışmazdı. Oysa babası Cemil Bey, Kandilli Kız Lisesi’nde ve Özel Marmara Koleji’nde müzik öğretmeniydi. Renan Bey midesine çok düşkündü, anneme yemek tarifleri verirdi. Annem de ona yaptığı keklerden ve bisküvilerden ikram ederdi. 8 yaşıma geldiğim kış, ben de piyano derslerine başladım. Yani haftada iki gün ikişer saat piyano dersi almamız ve hafta ortası her gün etüt yapmamız gerekirdi. Piyanonun başına oturduğumda bedenim koca piyanoya karşı pek küçük kaldığından, altıma üst üste iki kadife yastık, ayaklarımın altına da ahşap bir tabure koydular, böylece artık kollarım ve ellerimle piyanoya hakim olabiliyordum. Piyano çalmayı severdim ama etüt yapmaktan nefret ederdim. Böylece annemle 10 yıl sürecek olan mücadele yıllarımız başladı…
Bu uzun meseleyi diğer yazımda paylaşmak istiyorum.
Paylaş: