Bahariye semti, o dönemlerde, tertemiz, evleri genellikle bahçe içinde, bahçe demirlerinden dışarıya güller fışkıran mutena bir semtti. İnsanlar yolda karşılaştıkları zaman, başlarından fötr şapkalarını çıkarıp öyle selamlaşırlardı. Benim babam da onlardan biriydi. Bahariye’de süzme Türk aileleri otururdu. Mesela Bahariye Caddesi ile, Nisbiye Sokağı’nın kesiştiği noktada, General Asım Gündüz’ün köşkü vardı. General Gündüz, Atatürk’ün yakın silah arkadaşıydı. Hiç unutmam evinin bahçesinde Pamuk Prenses ve 7 Cücelernin renkli minik heykelleri vardı. Oradan her geçişimizde, annemden beni bahçenin setine çıkarmasını isterdim ve hayranlıkla Cücelere ve Pamuk Prenses’e uzun uzun bakardım. Bu benim için rüya gibiydi, sanki masal canlanırdı. Eğer General o sırada bahçede ise, parmaklıklardan elini uzatır ve yanaklarımı sıkardı. Anneme alçak sesle hatır sorardı. Oldukça yaşlıydı sanırım. Ben orta okuldayken vefat ettiğinde Türk bayrağına sarılmış olan naaşı, top arabasına konmuş, askeri bando eşliğinde götürülmüştü. Aynı hafta Bahariye Caddesi’ne, “General Asım Gündüz Caddesi” adı verilmişti. Sanırım hala öyle ama, caddenin ilk adı hiç unutulmadı. Bizim sokağın köşesinde de Zamero ailesine ait bir köşk vardı. Aile, dışarıya gülleri fışkıran evi daha sonra sattıklarından, önce köşkü yıktılar, ardından “İnzibat Karakolu” için yeni bir bina inşa ettiler. O jandarma karakolu ve askeri jandarma birlikleri, senelerce İleri Sokak’ta kaldı. Karakolun az ilerisinde tam köşede Nuri Bey’in bakkal dükkanı vardı. Ömrümde ilk defa, annem evden çıkıp oraya tek başıma gidip bir ekmek almama izin verdiğinde 9 yaşındaydım. Ekmek 70 kuruştu. O günkü heyecan ve gururumu hiç unutmuyorum. Kalbim sevinçten tıp tıp atıyordu. Bakkal dükkanının içinde duran teneke kutuların ön camlarının içinden ETİ bisküvi çeşitleri gözükürdü. Bunlar tartıyla satılırdı. Ben biskivülerin içindeki kremayı dişlerimle kazır, bisküvisini yemezdim. Sadece gofret gibi olanları severdim. Bir de renk renk, plastikten yapılmış altı lastikli saç tokalarına bayılırdım. Bakkalda onlardan da satılırdı. Bende her renginden vardı. Evimize, eşit iki mesafede iki ilkokul vardı. Bunlar Moda İlkokulu ve Bahariye İlkokulu idi. Moda İlkokulu bizim aileden 7 mezun verdi. Sırasıyla, ablam Venezya, teyzemin oğlu Aşer, bendeniz, ablamın oğlu Ari, ablamın kızı Rina, büyük oğlum Soni ve küçük oğlum Hay Eytan. Ayrıca sonradan, evlilik yoluyla kuzenim olacak olan Hayim Kohen Yanarocak da aynı ilk okuldan mezundur.
Yıllar sonra, 2019’da Kados (Kadıköy Dostları) Derneği’nin davetiyle katıldığım bir Kadıköy Günü’nde, Moda İlkokulu’nun 1915 yılında, Kayseri Kökenli ünlü Ermeni Gülbenkyan ailesine ait olduğunu ve devletin evlerine el koyduğunu hayretle öğrendim. Oysa biz bu okulda okurken, okulun 1915 yılında yapıldığı ve öğretime girdiğinden söz edilir, binanın geçmişteki tarihinin sözü bile edilmezdi. 8-10 yıl önce eşimle birlikte ziyaret ettiğimiz Portekiz’in başkenti Lizbon şehrindeyken ziyaret ettiğimiz Calust Gulbenkian Müzesi’nde, Gülbenkyan’ın bir yazılı ifadesinin yer aldığı giriş kapısındaki bir ibarede,”Türk toprakları benin doğduğum yerdi, şartlar farklı olsaydı bu müzeyi orada kurmayı yeğlerdim” diyen bir anı yazısı vardı.
Yine aynı cadde üzerinde yer alan Bahariye İlkokulu’nun binası ise, yine 1915 yılında devlet tarafından el konulan Ermeni Şekerciyan ailesinin, içinde yaşadıkları konaklarıymış. Bu konuda yapılan tek olumlu girişim ise, binaların okul olarak kullanılması ve hala öğretime devam etmesi olmuş.
Bahariye’deki diğer tarihi, çok önemli bina ise Rum Metropoliti’nin rezidansı ve çalışma ofisidir. Yine KADOS’un faaliyeti çerçevesinde ziyaret ettiğimiz binanın şimdiki ihtişamına rağmen, 6-7 Eylül 1955 olaylarında içeriye giren çapulcular orayı da acımasızca parçalayıp, kırıp dökmüşler. Fakat daha sonra, artık yurt dışında yaşayan, eski ve varlıklı Kadıköy’lü Yunan’lı iş adamlarının bağışladıkları paralar sonucunda, büyük Aya Trida kilisesi gibi, burası da eskisine sadık kalınarak yenilenip, restore edilmiş. Kentler ve semtler aslında tarihleriyle değer kazanıp güzelleşirler ama… yapacak bir şey yok.
Ben 60’lı yıllarda bazı tek tük, atlı, siyah faytonların da, caddede dolaştıklarını anımsıyorum. Bunlar sanırım çok varlıklı ailelere ait son dönemlerdendi. Bahariye, Cem Sokak’ta çok büyük bir Latin Kilisesi olan”L’ Assamption Kilisesi” hala yerinde. Tam köşesindeki okul binası ise, çocukluğumun Kadıköy Kız Enstütüsü olmadan önce Notre Dame De Sion’un, Kadıköy şubesiymiş. Annem anlatırdı. Ben kilisenin yurtlarında kalan ve rahibe kıyafetleriyle bisiklete binen Katolik Sör’leri çok iyi hatırlıyorum. Bir de evimize çok yakın olan, Dr. Esat Işık Caddesi’ndeki” Saint Joseph Erkek Lisesi” vardı. Bu okul, çok uzun yıllar sonra, 1989’da karma eğitime girmiş, kız ve erkek öğrenciler birlikte okumaya başlamışlardı. Saint Joseph’in az daha aşağısında “Kadıköy Maarif Koleji” vardı. Bu okulun adı da, çok yıllar sonra “Kadıköy Anadolu Lisesi” adını almıştı. Bu okullar günümüzde hala eğitim ve öğretimlerine devam ediyorlar.
Yoğurtçu Parkı, muhteşem ağaçlık alanı ile, çocuklar için bir oyun cenneti idi. Oraya hemen yakın olan Şifa Sokak’ta olan “Rivyera Gazinosu” hem lokanta idi, hem de geceleri orkestra ile dans edilen bir lokaldi. Orada, düğünler ve kutlamalar da yapılırdı. Yoğurtçu Park’ın yanındaki aralıktan geçtiğimiz vakit, orada Kurbağalı Dere’deki kayıkhaneye varılırdı. Birkaç kere oradan bir kayıkçının kürek çektiği kayıklara bindiğimizi çok iyi hatırlıyorum. Annem, yanında ablam, arkamızda kürek çeken kayıkçı, onun ayaklarının dibindeki tahta sırada babam ve ben. Sanırım 4-5 yaşlarındaydım. Annemin uyarısıyla kıpırdamak bile yasaktı. Çünkü kayık devrilebilirdi. Mumya gibi otururdum, ama bilirdim ki, babam yanımızda ise, bize bir şey olmazdı zaten. Yaz geceleri, özellikle çok sıcak gecelerde, Kurbağalı Dere’nin foseptik kokuları burunlarımıza girerdi. Ablamla ben burunlarımızı sıkardık ve gülüşürdük. Bu rayihalar on yıllarca devam etmişti. Açıkçası son halini pek bilemiyorum.
Bir de sokak aralarından, at arabalarıyla geçen sebze ve meyve satıcıları vardı. İsmail Efendi Arnavut’tu. Başında hasır şapkasıyla her gün sokaktan geçer, pencerelerden seslenen kadınların istedikleri şeyleri tartıp, kese kağıtlarına doldurur, pencereden içinde parayla birlikte sarkıttıkları ipli sepetlerin içine koyardı. Bu satıcılardan biri de Mardik isimli, suratsız, Ermeni bir adamdı. Annem ”La kara de este, no le riye ni en Purim” (Bu adamın yüzü, Purim Bayramında bile gülmez” dediği bir Yahudi deyişi ile duygularını anlatırdı. Bundan ayrı haftada iki kere Rum bir ciğerci mahalleden geçer, bağıra bağıra ciğer satardı. Annem çocukken sokakta oynadığı Rum arkadaşlarından ana dili gibi Rumca konuşmayı bilirdi. Ciğerci kocaman hasır sepetiyle yukarı çıkar ve kapımızın önünde annemin seçtiği ciğerleri keser hazırlardı. Ayrıca beyin de satardı. Bıçağıyla ciğerleri dilimlerken annemle Rumca konuşurlardı. Dev gibi, kıvırcık beyaz saçlı, koca kafalı, yuvarlak mavi gözlü bir adamdı. Suratı kıpkırmızıydı. Belki de çok içmektendi. O keskin bıçağı ile ciğerleri kesmesini seyretmeye bayılırdım. Ayrıca sokaktan her akşamüstü yoğurtçu geçerdi. Elindeki kampanayı çalar ve “yoğuuuuurrrt” diye bağırırdı. Porselen birer kaseyle aşağıya inen kadınlar bekleşirlerken, yoğurtçu tahta bir omuzluğa bağlı, iki yanından sarkan yoğurt tepsilerinin kapaklarını açar, içindeki kalın telalı yoğurdunu tartıp satardı. Aynı şekilde sütçüler de süt güğümlerini yerleştirdikleri at arabalarıyla geçer süt satarlardı. Yazları ayrıca, karpuz ve kavuncular, dutçular ve çilekçiler de geçerler mallarını satıverirlerdi. Sucular da atlı arabalarına doldurdukları etrafı hasır küfelerle kaplı damacanalarda taşıdıkları “Kayışdağı” suyunu, evlere girerek, içi sırlanmış, toprak su küplerinin içine boşaltırlardı. Annem sık sık, iki damacana su satın alırdı.
Sokaklardan bağıra bağıra simitçiler ve gazeteciler geçerdi. Kış gecelerinde bozacılar “Bozaaaa” diye bağırarak geçerler, pencerelerinden onlara seslenenlerin evine gelip bozasını satarlardı. Bir de kahverengi üniformaları olan, bellerine bağlı kemerlerinde copla dolaşan gece bekçileri vardı. Bunlar gecenin çok geç saatlerinde, düdüklerini öttürerek sokaklardan geçerlerdi. Ben uykumun arasında bu düdükleri duyunca,” zavallıcık bekçi bu soğuk gecelerde sokakta” diye çok üzülürdüm.
Beni en çok rahatsız eden şey, Romanların** sokaklardan geçerek ayı oynatmaları idi. Ayının burnuna geçirdikleri iri bir halkaya bağlı olan zinciri çekiştirip, zavallı ayıyı sokak sokak gezdirirler, ona türlü numaralar yaptırırlardı. Baba Roman** elindeki tefle şarkı söyler, ayı da dans eder gibi iki yanına sallanırdı. İstenen şeyleri yapmayınca, Roman** elindeki sopa ile onu dürterdi. En ünlü numara; “Kocakarılar hamamda nasıl bayılır?” sorusundan sonra, koca ayının boylu boyunca, yere yere sırt üstü yatıp, ayaklarını yukarı kaldırmasıydı. Etraftaki çocuklar bunlara kahkahalarla gülerlerdi. Sonra Roman’ın** küçük çocuğu, tefi eline alıp, etrafını saran kalabalıktan para toplardı. Ben küçükken bunları pencereden seyreder ve hiç gülmezdim. Aksine çok üzülürdüm. Ayının burnundaki halkaya geçirilmiş zincir beni çok ürkütürdü. Bu berbat gösteriler, Tanrı’ya şükür ki yıllar önce artık yasaklandı.
Enteresan bir şey daha vardı. O yıllarda küçük çocuklar şarkı sözü dergileri satarlardı. O dönemlerde çok popüler olan Türkçe şarkıların sözlerinin basılı olduğu üç-beş sayfalık minik dergileri sanırım 25 kuruşa satarlardı. Bir keresinde ablam da bir dergi almıştı. Sonra onlara bakarak, birlikte şarkılar söylemiştik. Ben en çok “Kızım Seni Yaşar’a vereyim mi? İstemem Babacım İstemem” şarkısını severdim.” Onun adı Yaşar, Alır beni boşar” satırını söylerken çok gülerdim. Ablam ise Erol Büyükburç’un seslendirdiği “Kızılcıklar Oldu mu?” adlı şarkıyı severdi. Erol Büyükburç’un hayranıydı ve konserlerini kaçırmazdı. Sarışın Jön, Göksel Arsoy’a aşıktı. Annem Türkan Şoray’ı çok severdi. Ben o yıllarda en çok “Ayşecik” Zeynep Değirmencioğlu’nu severdim. Bu çocuk artistle yaşıttık. Beni bütün filmlerine götürürlerdi. Ama genç kızken, ilerleyen yıllarda, Tarık Akan’a aşıktım. Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın favorilerimdi.
Henüz beş yaşımdan itibaren müthiş bir Dean Martin hayranıydım. O yıllarında çıkan bütün plaklarını babam benim için satın alırdı. Bütün gün büfenin üzerinde duran pikaba yetişmek için koltuğun üzerine çıkar, onun plaklarını pikaba yerleştirir ve dinlerdim. Anneme pikabı kullanmayı da ben öğretmiştim zaten. Dean Martin ile ilgili küçük bir anımı anlatmak isterim. Babam bir akşam eve geldiğinde elinde 2 adet taş plak vardı. Bir tanesi “Portofino” diğeri ise Dean Martin’den “Remember” adlı şarkılardı. O sene, İngilizce olan “Portofino” adlı şarkı etrafı kasıp kavuruyordu. Evdeki herkes bu plağın alınmasına çok sevinmişti. Ben Dean Martin’ime sarılmış, zıplıyordum. Tabii ki önce benim plak çalındı. Ben mest olmuştum. Sonra “Portofino” dinlendi. Annem, ablam, teyzem ve felçli olan anneannem bile, herkes çok mutluydu. Şarkıyı tekrar başından dinlemek istediler. Babam tekrar çaldırmaya başladı. Sıra yeniden benim plağımdaydı, ama onların istediği şarkı çalıyordu. Vallahi o kadar net hatırlıyorum ki, kırmızı koltuğun üzerine çıktım, sinirimden titreyerek pikabın kolunu kaldırdım ve iğnesini hırsla baştan sonra plağın üstünden düz bir çizgi halinde bastırarak geçirdim. Plağı iki parçaya böldüm ve yere fırlattım. Sonra Dean Martin’i taktım. “Remember” adlı şarkı çalmaya başlayınca, koltuğa oturdum. Onlara bakarak “Size söyledim ama, beni dinlemediniz!” diye ağlak bir sesle bağırdım. Bizimkilerin nutku tutulmuştu. Nedir ki, ben evin küçük Buda’sı olduğum için ses çıkarmamışlardı. Annem ertesi gün, bana kızgın olmayan bir dille, yaptığımın çok yanlış olduğunu ve akşama babamdan özür dilemem gerektiğini anlatmıştı. O akşam babam hiçbir şey olmamış gibi yeniden “Portofino” yu satın almış ve eve öyle gelmişti. Plağı pikaba takınca, evdeki herkes istim üzerinde bana bakıyordu. Ben babamın kucağına yerleşip, ondan özür dileyince, herkesin yüzü gülmüştü. Böylece olay kansız atlatılmıştı. Ben de az değilmişim yani!
Gelecek yazımda, Bahariye anılarımı anlatmaya devam edeceğim. Sağlıkla kalın.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
** Yazının esasında “çingeneler” olarak kullanılmıştır. Avlaremoz’un editoryal tercihi gereği kelimenin kullanımı değiştirilmiştir.
Kaynak: Sara Yanarocak
Bahariye semti, o dönemlerde, tertemiz, evleri genellikle bahçe içinde, bahçe demirlerinden dışarıya güller fışkıran mutena bir semtti. İnsanlar yolda karşılaştıkları zaman, başlarından fötr şapkalarını çıkarıp öyle selamlaşırlardı. Benim babam da onlardan biriydi. Bahariye’de süzme Türk aileleri otururdu. Mesela Bahariye Caddesi ile, Nisbiye Sokağı’nın kesiştiği noktada, General Asım Gündüz’ün köşkü vardı. General Gündüz, Atatürk’ün yakın silah arkadaşıydı. Hiç unutmam evinin bahçesinde Pamuk Prenses ve 7 Cücelernin renkli minik heykelleri vardı. Oradan her geçişimizde, annemden beni bahçenin setine çıkarmasını isterdim ve hayranlıkla Cücelere ve Pamuk Prenses’e uzun uzun bakardım. Bu benim için rüya gibiydi, sanki masal canlanırdı. Eğer General o sırada bahçede ise, parmaklıklardan elini uzatır ve yanaklarımı sıkardı. Anneme alçak sesle hatır sorardı. Oldukça yaşlıydı sanırım. Ben orta okuldayken vefat ettiğinde Türk bayrağına sarılmış olan naaşı, top arabasına konmuş, askeri bando eşliğinde götürülmüştü. Aynı hafta Bahariye Caddesi’ne, “General Asım Gündüz Caddesi” adı verilmişti. Sanırım hala öyle ama, caddenin ilk adı hiç unutulmadı. Bizim sokağın köşesinde de Zamero ailesine ait bir köşk vardı. Aile, dışarıya gülleri fışkıran evi daha sonra sattıklarından, önce köşkü yıktılar, ardından “İnzibat Karakolu” için yeni bir bina inşa ettiler. O jandarma karakolu ve askeri jandarma birlikleri, senelerce İleri Sokak’ta kaldı. Karakolun az ilerisinde tam köşede Nuri Bey’in bakkal dükkanı vardı. Ömrümde ilk defa, annem evden çıkıp oraya tek başıma gidip bir ekmek almama izin verdiğinde 9 yaşındaydım. Ekmek 70 kuruştu. O günkü heyecan ve gururumu hiç unutmuyorum. Kalbim sevinçten tıp tıp atıyordu. Bakkal dükkanının içinde duran teneke kutuların ön camlarının içinden ETİ bisküvi çeşitleri gözükürdü. Bunlar tartıyla satılırdı. Ben biskivülerin içindeki kremayı dişlerimle kazır, bisküvisini yemezdim. Sadece gofret gibi olanları severdim. Bir de renk renk, plastikten yapılmış altı lastikli saç tokalarına bayılırdım. Bakkalda onlardan da satılırdı. Bende her renginden vardı. Evimize, eşit iki mesafede iki ilkokul vardı. Bunlar Moda İlkokulu ve Bahariye İlkokulu idi. Moda İlkokulu bizim aileden 7 mezun verdi. Sırasıyla, ablam Venezya, teyzemin oğlu Aşer, bendeniz, ablamın oğlu Ari, ablamın kızı Rina, büyük oğlum Soni ve küçük oğlum Hay Eytan. Ayrıca sonradan, evlilik yoluyla kuzenim olacak olan Hayim Kohen Yanarocak da aynı ilk okuldan mezundur.
Yıllar sonra, 2019’da Kados (Kadıköy Dostları) Derneği’nin davetiyle katıldığım bir Kadıköy Günü’nde, Moda İlkokulu’nun 1915 yılında, Kayseri Kökenli ünlü Ermeni Gülbenkyan ailesine ait olduğunu ve devletin evlerine el koyduğunu hayretle öğrendim. Oysa biz bu okulda okurken, okulun 1915 yılında yapıldığı ve öğretime girdiğinden söz edilir, binanın geçmişteki tarihinin sözü bile edilmezdi. 8-10 yıl önce eşimle birlikte ziyaret ettiğimiz Portekiz’in başkenti Lizbon şehrindeyken ziyaret ettiğimiz Calust Gulbenkian Müzesi’nde, Gülbenkyan’ın bir yazılı ifadesinin yer aldığı giriş kapısındaki bir ibarede,”Türk toprakları benin doğduğum yerdi, şartlar farklı olsaydı bu müzeyi orada kurmayı yeğlerdim” diyen bir anı yazısı vardı.
Yine aynı cadde üzerinde yer alan Bahariye İlkokulu’nun binası ise, yine 1915 yılında devlet tarafından el konulan Ermeni Şekerciyan ailesinin, içinde yaşadıkları konaklarıymış. Bu konuda yapılan tek olumlu girişim ise, binaların okul olarak kullanılması ve hala öğretime devam etmesi olmuş.
Bahariye’deki diğer tarihi, çok önemli bina ise Rum Metropoliti’nin rezidansı ve çalışma ofisidir. Yine KADOS’un faaliyeti çerçevesinde ziyaret ettiğimiz binanın şimdiki ihtişamına rağmen, 6-7 Eylül 1955 olaylarında içeriye giren çapulcular orayı da acımasızca parçalayıp, kırıp dökmüşler. Fakat daha sonra, artık yurt dışında yaşayan, eski ve varlıklı Kadıköy’lü Yunan’lı iş adamlarının bağışladıkları paralar sonucunda, büyük Aya Trida kilisesi gibi, burası da eskisine sadık kalınarak yenilenip, restore edilmiş. Kentler ve semtler aslında tarihleriyle değer kazanıp güzelleşirler ama… yapacak bir şey yok.
Ben 60’lı yıllarda bazı tek tük, atlı, siyah faytonların da, caddede dolaştıklarını anımsıyorum. Bunlar sanırım çok varlıklı ailelere ait son dönemlerdendi. Bahariye, Cem Sokak’ta çok büyük bir Latin Kilisesi olan”L’ Assamption Kilisesi” hala yerinde. Tam köşesindeki okul binası ise, çocukluğumun Kadıköy Kız Enstütüsü olmadan önce Notre Dame De Sion’un, Kadıköy şubesiymiş. Annem anlatırdı. Ben kilisenin yurtlarında kalan ve rahibe kıyafetleriyle bisiklete binen Katolik Sör’leri çok iyi hatırlıyorum. Bir de evimize çok yakın olan, Dr. Esat Işık Caddesi’ndeki” Saint Joseph Erkek Lisesi” vardı. Bu okul, çok uzun yıllar sonra, 1989’da karma eğitime girmiş, kız ve erkek öğrenciler birlikte okumaya başlamışlardı. Saint Joseph’in az daha aşağısında “Kadıköy Maarif Koleji” vardı. Bu okulun adı da, çok yıllar sonra “Kadıköy Anadolu Lisesi” adını almıştı. Bu okullar günümüzde hala eğitim ve öğretimlerine devam ediyorlar.
Yoğurtçu Parkı, muhteşem ağaçlık alanı ile, çocuklar için bir oyun cenneti idi. Oraya hemen yakın olan Şifa Sokak’ta olan “Rivyera Gazinosu” hem lokanta idi, hem de geceleri orkestra ile dans edilen bir lokaldi. Orada, düğünler ve kutlamalar da yapılırdı. Yoğurtçu Park’ın yanındaki aralıktan geçtiğimiz vakit, orada Kurbağalı Dere’deki kayıkhaneye varılırdı. Birkaç kere oradan bir kayıkçının kürek çektiği kayıklara bindiğimizi çok iyi hatırlıyorum. Annem, yanında ablam, arkamızda kürek çeken kayıkçı, onun ayaklarının dibindeki tahta sırada babam ve ben. Sanırım 4-5 yaşlarındaydım. Annemin uyarısıyla kıpırdamak bile yasaktı. Çünkü kayık devrilebilirdi. Mumya gibi otururdum, ama bilirdim ki, babam yanımızda ise, bize bir şey olmazdı zaten. Yaz geceleri, özellikle çok sıcak gecelerde, Kurbağalı Dere’nin foseptik kokuları burunlarımıza girerdi. Ablamla ben burunlarımızı sıkardık ve gülüşürdük. Bu rayihalar on yıllarca devam etmişti. Açıkçası son halini pek bilemiyorum.
Bir de sokak aralarından, at arabalarıyla geçen sebze ve meyve satıcıları vardı. İsmail Efendi Arnavut’tu. Başında hasır şapkasıyla her gün sokaktan geçer, pencerelerden seslenen kadınların istedikleri şeyleri tartıp, kese kağıtlarına doldurur, pencereden içinde parayla birlikte sarkıttıkları ipli sepetlerin içine koyardı. Bu satıcılardan biri de Mardik isimli, suratsız, Ermeni bir adamdı. Annem ”La kara de este, no le riye ni en Purim” (Bu adamın yüzü, Purim Bayramında bile gülmez” dediği bir Yahudi deyişi ile duygularını anlatırdı. Bundan ayrı haftada iki kere Rum bir ciğerci mahalleden geçer, bağıra bağıra ciğer satardı. Annem çocukken sokakta oynadığı Rum arkadaşlarından ana dili gibi Rumca konuşmayı bilirdi. Ciğerci kocaman hasır sepetiyle yukarı çıkar ve kapımızın önünde annemin seçtiği ciğerleri keser hazırlardı. Ayrıca beyin de satardı. Bıçağıyla ciğerleri dilimlerken annemle Rumca konuşurlardı. Dev gibi, kıvırcık beyaz saçlı, koca kafalı, yuvarlak mavi gözlü bir adamdı. Suratı kıpkırmızıydı. Belki de çok içmektendi. O keskin bıçağı ile ciğerleri kesmesini seyretmeye bayılırdım. Ayrıca sokaktan her akşamüstü yoğurtçu geçerdi. Elindeki kampanayı çalar ve “yoğuuuuurrrt” diye bağırırdı. Porselen birer kaseyle aşağıya inen kadınlar bekleşirlerken, yoğurtçu tahta bir omuzluğa bağlı, iki yanından sarkan yoğurt tepsilerinin kapaklarını açar, içindeki kalın telalı yoğurdunu tartıp satardı. Aynı şekilde sütçüler de süt güğümlerini yerleştirdikleri at arabalarıyla geçer süt satarlardı. Yazları ayrıca, karpuz ve kavuncular, dutçular ve çilekçiler de geçerler mallarını satıverirlerdi. Sucular da atlı arabalarına doldurdukları etrafı hasır küfelerle kaplı damacanalarda taşıdıkları “Kayışdağı” suyunu, evlere girerek, içi sırlanmış, toprak su küplerinin içine boşaltırlardı. Annem sık sık, iki damacana su satın alırdı.
Sokaklardan bağıra bağıra simitçiler ve gazeteciler geçerdi. Kış gecelerinde bozacılar “Bozaaaa” diye bağırarak geçerler, pencerelerinden onlara seslenenlerin evine gelip bozasını satarlardı. Bir de kahverengi üniformaları olan, bellerine bağlı kemerlerinde copla dolaşan gece bekçileri vardı. Bunlar gecenin çok geç saatlerinde, düdüklerini öttürerek sokaklardan geçerlerdi. Ben uykumun arasında bu düdükleri duyunca,” zavallıcık bekçi bu soğuk gecelerde sokakta” diye çok üzülürdüm.
Beni en çok rahatsız eden şey, Romanların** sokaklardan geçerek ayı oynatmaları idi. Ayının burnuna geçirdikleri iri bir halkaya bağlı olan zinciri çekiştirip, zavallı ayıyı sokak sokak gezdirirler, ona türlü numaralar yaptırırlardı. Baba Roman** elindeki tefle şarkı söyler, ayı da dans eder gibi iki yanına sallanırdı. İstenen şeyleri yapmayınca, Roman** elindeki sopa ile onu dürterdi. En ünlü numara; “Kocakarılar hamamda nasıl bayılır?” sorusundan sonra, koca ayının boylu boyunca, yere yere sırt üstü yatıp, ayaklarını yukarı kaldırmasıydı. Etraftaki çocuklar bunlara kahkahalarla gülerlerdi. Sonra Roman’ın** küçük çocuğu, tefi eline alıp, etrafını saran kalabalıktan para toplardı. Ben küçükken bunları pencereden seyreder ve hiç gülmezdim. Aksine çok üzülürdüm. Ayının burnundaki halkaya geçirilmiş zincir beni çok ürkütürdü. Bu berbat gösteriler, Tanrı’ya şükür ki yıllar önce artık yasaklandı.
Enteresan bir şey daha vardı. O yıllarda küçük çocuklar şarkı sözü dergileri satarlardı. O dönemlerde çok popüler olan Türkçe şarkıların sözlerinin basılı olduğu üç-beş sayfalık minik dergileri sanırım 25 kuruşa satarlardı. Bir keresinde ablam da bir dergi almıştı. Sonra onlara bakarak, birlikte şarkılar söylemiştik. Ben en çok “Kızım Seni Yaşar’a vereyim mi? İstemem Babacım İstemem” şarkısını severdim.” Onun adı Yaşar, Alır beni boşar” satırını söylerken çok gülerdim. Ablam ise Erol Büyükburç’un seslendirdiği “Kızılcıklar Oldu mu?” adlı şarkıyı severdi. Erol Büyükburç’un hayranıydı ve konserlerini kaçırmazdı. Sarışın Jön, Göksel Arsoy’a aşıktı. Annem Türkan Şoray’ı çok severdi. Ben o yıllarda en çok “Ayşecik” Zeynep Değirmencioğlu’nu severdim. Bu çocuk artistle yaşıttık. Beni bütün filmlerine götürürlerdi. Ama genç kızken, ilerleyen yıllarda, Tarık Akan’a aşıktım. Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın favorilerimdi.
Henüz beş yaşımdan itibaren müthiş bir Dean Martin hayranıydım. O yıllarında çıkan bütün plaklarını babam benim için satın alırdı. Bütün gün büfenin üzerinde duran pikaba yetişmek için koltuğun üzerine çıkar, onun plaklarını pikaba yerleştirir ve dinlerdim. Anneme pikabı kullanmayı da ben öğretmiştim zaten. Dean Martin ile ilgili küçük bir anımı anlatmak isterim. Babam bir akşam eve geldiğinde elinde 2 adet taş plak vardı. Bir tanesi “Portofino” diğeri ise Dean Martin’den “Remember” adlı şarkılardı. O sene, İngilizce olan “Portofino” adlı şarkı etrafı kasıp kavuruyordu. Evdeki herkes bu plağın alınmasına çok sevinmişti. Ben Dean Martin’ime sarılmış, zıplıyordum. Tabii ki önce benim plak çalındı. Ben mest olmuştum. Sonra “Portofino” dinlendi. Annem, ablam, teyzem ve felçli olan anneannem bile, herkes çok mutluydu. Şarkıyı tekrar başından dinlemek istediler. Babam tekrar çaldırmaya başladı. Sıra yeniden benim plağımdaydı, ama onların istediği şarkı çalıyordu. Vallahi o kadar net hatırlıyorum ki, kırmızı koltuğun üzerine çıktım, sinirimden titreyerek pikabın kolunu kaldırdım ve iğnesini hırsla baştan sonra plağın üstünden düz bir çizgi halinde bastırarak geçirdim. Plağı iki parçaya böldüm ve yere fırlattım. Sonra Dean Martin’i taktım. “Remember” adlı şarkı çalmaya başlayınca, koltuğa oturdum. Onlara bakarak “Size söyledim ama, beni dinlemediniz!” diye ağlak bir sesle bağırdım. Bizimkilerin nutku tutulmuştu. Nedir ki, ben evin küçük Buda’sı olduğum için ses çıkarmamışlardı. Annem ertesi gün, bana kızgın olmayan bir dille, yaptığımın çok yanlış olduğunu ve akşama babamdan özür dilemem gerektiğini anlatmıştı. O akşam babam hiçbir şey olmamış gibi yeniden “Portofino” yu satın almış ve eve öyle gelmişti. Plağı pikaba takınca, evdeki herkes istim üzerinde bana bakıyordu. Ben babamın kucağına yerleşip, ondan özür dileyince, herkesin yüzü gülmüştü. Böylece olay kansız atlatılmıştı. Ben de az değilmişim yani!
Gelecek yazımda, Bahariye anılarımı anlatmaya devam edeceğim. Sağlıkla kalın.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
** Yazının esasında “çingeneler” olarak kullanılmıştır. Avlaremoz’un editoryal tercihi gereği kelimenin kullanımı değiştirilmiştir.
Paylaş: