Geçmiş Zaman Hikayeleri Göze Çarpanlar

Çocukluk Arkadaşlarıyla Kadıköylü Küçük Sara -2-

Kaynak: Sara Yanarocak

Yeldeğirmeni günlerine geri dönecek olursak, biraz da oranın Yahudi ailelerinden bahsetmek istiyorum. Babam Haydarpaşa Sinagogu’nda çok sevgi ve saygı gören bir insandı. Çok bilge ruhlu, güleryüzlü ve sevgi dolu olan babamı sevmeyen neredeyse yok gibiydi. Ölümünün üzerinden 17 koca yıl geçmesine rağmen, onu tanıyan genç, yaşlı herkes ondan hala büyük bir saygı ve sevgiyle bahseder. Sinagog’daki en yakın arkadaşları Eliya Bicerano ve Rafael Kohen’di. Eliya Bicerano daha hepsi bekarken annem ve babamla Or-Ahayim Hastanesi’nin yönetim kurulunda birlikte çalışırlarken çok samimi olmuşlardı. Bizimkiler Kadıköy’e yerleşince eşleri ile de yakınlaşmışlardı. Bu üç çift çok güzel bir arkadaşlık kurmuşlardı. Eliya Bicerano’nun eşi Sara Bicerano masmavi gözlü, pembe beyaz bir hanımdı ve beni çok severdi. Üç çocukları vardı; Sabi, Jana ve Beno. Üçü de çok güzel ve sevimli çocuklardı. Sabi, Mösyö Eliya’nın ölen ilk eşinden olan çocuğuydu. Evlerinde Camila adında yaşlı babaanneleri de onlarla yaşarlardı. Onlar bir apartmanın üst katlarında otururlardı ve sık sık onlara misafirliğe giderdik. Orada oynar ve çok eğlenirdik. Bu dostluk biz Yeldeğirmeni’nden taşındıktan sonra da çok uzun yıllar devam etmişti. Sabi 14 yaşındayken İsrael’e gitmiş öğrenimini orada tamamlamıştı. Çok güzel resim yaptığını hatırlıyorum. Bir keresinde Uzun Hafız Sokak’taki evimize gelmiş, üç yaşıma yaklaşan beni minik hasır koltuğuma oturtup resmimi çizmişti. Annem onu sevgiyle kutlamış, resmi büfenin üzerine, aynanın kenarına tutturmuştu. Sabi yıllar sonra Türkiye’deki askerliğini yapmak için İstanbul’a gelmiş, sonra nişanlanıp, evlenmiş ve Meri adlı eşi ile, İsrael’e geri dönmüştü. Düğününü çok net hatırlıyorum. Geçen yıl da, Raanana’da, bir konserde karşılaşıp kucaklaşmıştık.

Jana çok tatlı ve neşeli bir kızdı. Ablamla çok yakın arkadaştı, genç kızken ablamla aynı okulda, Özel Marmara Koleji’nde okurdu. Harika dans ederdi, incecikti ve kısacık saçlarıyla çok güzeldi. Beno Bicerano, benim sevgili bebeklik arkadaşım. O benim ömrümün ilk gerçek arkadaşıydı. Benden bir yaş büyüktü. Çok güzel, minik burunlu, komik ve haşarı bir çocuktu. Annem ona bayılırdı. Biz tekrar Bahariye’ye taşındıktan sonra bile, o benim kankamdı. Pazar günlerini iple çekerdim. Her hafta dönüşümlü olarak birbirimizin evlerine ailece giderdik. Mösyö Eliya, babamla kahkahalar atarak tavla oynardı. Çok sigara içerdi ve kanarya gibi ıslık çalardı. Madam Sara sohbeti çok tatlı, hanım bir kadındı. Hamarattı, harika borekitalar, tatlılar yapardı. Evlerinin tavanları ve kapıları çok yüksekti. Beno bir hamlede kapının tepesine çıkar, bacak bacak üstüne atarak sohbet ederdi. Çok yüksekte yaşadıkları evin balkon demirlerinin üzerinde tur atardı. Bir gün karşı balkondaki komşu kadın, Beno’nun parmaklığın üstünde ip cambazı gibi yürüdüğünü görünce nutku tutulmuş, aceleyle onların evine koşmuş ve mutfakta yemek pişiren Madam Sara’ya çığlıklarla, Beno’nun balkon demirlerinin üzerinde fink attığını söylemiş. Annesi balkondaki Beno’yu böyle görünce baygınlık geçirmiş. Komşu kadın tatlı tatlı konuşarak oğlanı aşağı indirmiş ve içeriye sokmuş. Ondan sonra balkon kapısı hep kilitli tutulmuş.

Sara 5 yaşında

Sanırım 1961 yılının yılbaşı gecesiydi. O gece annemler ve ablam ile Bicerano’lar ve Jana, yılbaşı kutlaması için tiyatroya gitmişler, Beno ile beni, bizim evde teyzem Suzan’a emanet etmişlerdi. Ben 5, Beno ise 6 yaşındaydı. Bizde pikap vardı ve o sene Sarita Montel’in “La Violetera” adlı şarkısı çok meşhurdu. Teyzem bu plağı pikaba takıp bize “Hadi bakalım biraz dans edin” demişti. Biz gayet ciddi ama çekingen ve sessizce ömrümüzün ilk dansını etmiştik. Sonra ben minik koltuğuma oturmuş dikkatle teyzeme bakmıştım. Teyzem gülmemek için kendini zor tutuyordu. Sonra annemler eve dönünce, onlara kahkahalarla dansımızı anlatmıştı. Onlar gülüşürken biz çok utanmıştık. Yani anlayacağınız, Beno benim ömrümde ilk kez dansettiğim erkek olarak, kişisel tarihimin altın yapraklarında yazılıdır.

Babamın diğer arkadaşı ise Rafael Kohen’di. Mösyö Rafael’in, Klara adlı, beyaz tenli, kumral gencecik bir eşi vardı. Klara aslında “Sabah” ailesinin kızıydı. Annem çok esmer bir adam olan Mösyö Sabah ve eşine çok saygı duyardı. Karşılaştıkları zaman uzun uzun onlarla sohbet ederdi. Klara’nın üç çocuğu vardı. Cozi, Grasya ve sonra doğan pembe suratlı şirin Tuna. Onlar daha sonra Cozi’nin barmitzva çağında İsrael’e göç ettiler. Ben Cozi ve Beno ile kudururken, ikide bir bebek Tuna’nın yanaklarına yumulurdum.

Biz oraya taşınmadan önce ablam Venezya, Moda İlkokulu’na giderdi ve öğretmeni Münevver Konukman’a aşıktı. Yeldeğirmeni’ne taşınınca, ablamı Gazi Osman Paşa İlkokulu’na yazdırmışlardı. Sınıfında bir çok tanıdık ailenin çocukları vardı. Aron Kaston, Rozi Habip, Salvo Levi Ravuna (Yaşar Levent) ve daha niceleri. Ablam çok çalışkan bir kız olduğu halde, resmen sıla hasreti çekiyor, eski öğretmenini ve sınıf arkadaşlarını çok özlüyordu. Sonunda annemle babam onu okuldan alıp, yeniden Moda İlkokulu’na yazdırdılar. Nedir ki Yeldeğirmeni, okula çok uzaktı. Önce bir taksi şöförü ile anlaştılar, adam her sabah bize gelir, ablamı alıp Bahariye’ye okula götürürdü. Ama annem, ablamın eve geldiğini görene kadar çok huzursuz oluyordu. Sonunda babama en kısa zamanda yeniden Bahariye’ye geri dönmemiz gerektiğini söyledi. Babamın annemi kırması söz konusu bile olamazdı. Yeniden ev arayışına geçtiler ve bu sefer Bahariye’de İleri Sokak 21 numaralı eve taşındık.

Sara 6 yaşında – İleri Sokak – Bahariye – 1961

Ama ben Yeldeğirmeni’ne veda etmeden önce birkaç anımı daha anlatmak istiyorum. Bizim evin karşısındaki papatya tarlasında anneler, iyi havalarda çocuklarına kahvaltı yedirirlerdi. Mesela çok geç evlenen ve sonra çocuk sahibi olan Madam Ester Baruh ve eşi Viktor Baruh’un benimle yaşıt bir oğulları vardı. Minicik, esmer tenli Yusuf Baruh. Yusuf’la da sekizli yaşlarımızda iken çok iyi arkadaş olmuştum. Annesi Yusuf için deli divaneydi. Çocuk yemek yemeyi hiç sevmediğinden, her sabah onu arsaya götürüp kahvaltısını orada türlü oyunlarla yedirmeye çalışırdı. Çocuk, boynunda önlüğü, annesi arkada alakok yumurta ve kaşıkla koşuşurlardı. Madam Ester çok kültürlü bir kadındı. Annemle hep Fransızca konuşurlardı. Osmanlı Bankası’ndan emekliydi. Kocası Viktor’la 14 yıl flört ettikten sonra, bekar ablalarından izin çıkmış ve nihayet evlenebilmişlerdi. Kadıncağız kırklarında bir çocuğu sahip olabilmişti. Yusuf onların ve halalarının gözünün nuruydu. Evinde içine bindiği mavi bir oyuncak arabası vardı ve pedallıydı. Onlara gittiğimiz zaman beni arabasına bindirirdi. Annesi çok şaşırırdı çünkü çocuk, arabasına kimsenin binmesine izin vermezdi. Yusuf’la ilgili özel bir anım var.

Polonezköy 1964 – Soldan sağa (Çocuklar) – Yusuf Baruh, Sara Levi Ravuna, Venezya (Sarfetti) Altaras ve Sara (Sarfetti) Yanarocak

Biz o dönemde 4 tane Sara idik. Yaş sırasına göre Haham Yeşua Salvator Habip’in küçük kızı Sara Habip, Sara Sinay, Sara Levi Ravuna ve ben Sara Sarfati (Sarfetti). Ben 8 yaşındaydım. O yıl Şubat ayında Yusuf Baruh’un 8. doğum günü için onların evine davet edilmiştik. Bütün anneler ve çocukları oradaydık. Anneler salonda sohbet ederken, biz çocuklar da arka odalarda kuduruyorduk. Sonra sofra kuruldu, mumlarla süslenmiş pasta geldi. Avaz avaz “happy birthday” şarkısı söylendi. Yusuf mumları üfledi. annesi yuvarlak pastanın tam ortasına bir bardak soktu. İçindeki parçayı bir tabağa koyup, Yusuf’a verdi. ”Hadi bakalım en çok kimi seviyorsan ona ver” dedi. Biz yaklaşık onunla yaşıt Sara’lar beklerken, çocuk şöyle düşünüyormuş gibi durup sonra bana baktı, ben telaşla tavana bakarken o “Sara Sarfati “deyince ben yerin dibine geçtim. Öbür kızlarda bir hayal kırıklığı vardı. Annem hemen olaya girdi, Yusuf’un elinden tabağı alıp elime tutuşturdu. Çocuk da utançtan bana bakamıyor. Madam Ester hemen “Yusuf tyene munça sempatia kon Sarika Sarfati” (Yusuf’un Sarika Sarfati’ye çok sempatisi var) dedi, anneler gülüştüler, ben süklüm püklüm utanmış bir halde pastamı yedim. Ayrılırken, annemin sırtımdan dürtüklemesi sayesinde çocuğa teşekkür ettim,. Daha sonra Madam Ester genç kız olduğum zaman bana “İjika de fotoroman” derdi (Fotoroman kızı) . Hepsi nurlarda uyusunlar. Yusuf sonraki yıllarda, benim yazlıktan arkadaşım İvet Franko ile evlendi. İki çocukları oldu. Muhtemelen torunları da vardır.

Yeldeğirmeni’ndeki, Haydarpaşa Hemdat İsrael Sinagogu’nu çok severdim. Babam çok modern, onunla aynı oranda da dine çok düşkün bir insandı. O yüzden sinagog benim için evim gibiydi. Orada kendimi çok mutlu hissederdim. Bayram günleri bahçede oyunlar oynardık. İnsanlar, maddi durumları ne olursa olsun eşit dururlar, mütevazı hayatlar yaşarlardı. İlişkiler sanki daha hakiki idi. Çocukluğumda sinagogda sürekli gördüğüm insanları, Kori’leri, Mizrahi’leri, Kaston’ları, Hakim’leri, Avigdor’ları, Amon’ları, Alaton’ları, Profeta’ları, Ravuna’ları, Loya’ları, Bicerano’ları, Çakon’ları, Kohen’leri, Vitas’ları, Muaraf’ları, Sayah’ları, Altaras’ları, Kohen Öztuzcu’ları, Seviş’leri, Bahar’ları, iki ayrı Niyego ailesini, Dr. Saylağ, Dr. Benozio ve Dr. Bitran’ı, Arditi’leri, Zakuto’ları, Day’ları, Farhi’leri, Garti’leri, Devidas’ları, Menase’leri, Civre’leri ve isimlerini anımsayamadığım tüm aileleri sevgi ve saygıyla anıyorum. Artık hiç biri yok. Ruhları şad olsun. Çocuklarının bir kısmı ile hala yakın ilişkilerimizi sürdürüyoruz.

Gelecek yazımda yeni anılara, olaylara ve ailelere birlikte yürüyüp, maceralarımıza devam edeceğiz.

Bir sonraki bölümde, Bahariye dönemlerinde buluşmak üzere…

Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.