Netflix’in 1950lerde Beyoğlu’nda yaşamı anlatan, ana karakterleri Yahudi olan Kulüp dizisi 10 bölümden oluşan bir hikaye. Bunların son dört bölümü ikinci bir kısım olarak 6 Ocak’ta platformda yayına girdi. (Bu yazı spoiler içerir.)
Bu yazıda 7. ve 8. bölümlerin izlerken akla getirdiklerini ve tarihsel bağlama dair yorumları bir araya getirdim.
Bu ikinci kısmın ilk bölümünde yine Aseo ailesinin Varlık Vergisi’yle nasıl mahvolduğunu daha detaylı görüyoruz. Tahsilat için gelen devlet yetkilisi Kürşad vergiye kulp olarak İstanbul’un işgal altında olduğu 1918-1922 mütareke döneminde gayrimüslimlerin İstiklal’de kutlama yaptığını, verginin bunun kefareti olduğunu öne sürüyor.
İşgal Altında İhanet Yaftası
Burada tüm gayrimüslimlerin bir kefeye konması dikkat çekici zira Yahudi elitler özellike 1800lerin ikinci yarısından itibaren kendilerini devletten ve Türklerden yana, yerli ve yabancı Hristiyanlara karşı konumlandırmaya çalışmıştı. Özellikle Türk-Yunan ve Balkan Savaşlarında Osmanlı Yahudileri Türklerin safında ve Hristiyanlara mesafeli olarak duruş sergilemek için çabalamışlardı. Kürşad’ın işgal yanlısı olarak tüm gayrimüslimleri suçlayışı aslında bu elit projesinin başarısızlığının göstergesi.
Varlık Vergisi’ne bahane olarak Birinci Dünya Savaşı döneminde azınlıkların ‘yaptıkları’ için intikam söylemi geriye dönük sıklıkla ortaya atıldı ve atılmaya devam ediyor. Bunun en popüler versiyonu da “kan borcu iftirası” yani azınlıkların Birinci DünyaSavaşı ve Kurtuluş savaşında askerlik yapmadığı, bu esnada para kazandıkları ve bu nedenle ülkeye ve ülkenin Müslümanları borçlu oldukları. Varlık Vergisi gibi ırkçı bir uygulamaya açıklamayan bu bahane külliyen yalandır. Askerliğin tüm vatandaşlar için zorunlu olduğu dönemde çıkanBirinci Dünya Savaşı’nda Rum, Ermeni ve Yahudiler asker olmuştu. Üstüne üstlük bu askerler yıllarca hak ettikleri saygıyı görmemiş, milli tarihten silinmişlerdi. Ancak 2016’da TBMM’de Çanakkale’deki Yahudi askerleri konu eden bir sergi açılmıştı.
Amele Taburları
Bununla da kalmayıp birçoğu amele taburlarına yollanmış, yani asker değil ücretsiz emek olarak kullanılmışlardır. Bu meseleyi Leyla Neyzi bir Yahudi askerin günlüğü üzerinden incelemişti. Azınlıkları ücretsiz emek olarak kullanma pratiği İkinci Dünya Savaşı döneminde de 20 Kura Nafıa Askerlik olarak tecelli etmişti. Bu olaya Kulüp dizisinde rastlamasak da Varlık Vergisi’yle aynı yıllarda oluyor. Hatta Nafıa Askerlik yapıp, döndüğünde Varlık Vergisi faturasıyla karşılaşanlar dahi oluyor.
Gad Franko Örneği
Vergi tahsildarının sözlerinde yapılan ayrımcı uygulamaya itiraz etmek, şikayette bulunmak suç olarak addediliyor. Vergiye resmen itiraz hakkı yoktu ancak bazı önde gelen Yahudiler şikayetlerini ulu orta dile getirmişti. Bunlardan biri devletten birçok yakını olan avukat Gad Franko’ydu. Dönemin Başbakanı Saracoğlu’na da ders vermiş bir hukuk profesörü olan Franko ırkçı uygulamanın adaletsizliğini, anayasaya uymayışını açıkça söylüyordu.
Hocasının hayatını mahvetmekten utanmak yerine, bilakis BaşbakanSaracoğlu Franko’nun itirazlarını bir terbiyesizlik olarak görüp onu cezalandırmak istemişti. Yasada Aşkale’deki çalışma kampı cezası 55 yaş altındakilerle sınırlıydı, ancak özel bir Bakanlar Kurulu toplantısıyla bu değiştirilir ve böylece vergiyi eleştiren 63 yaşındaki avukatlar Gad Franko ve Şekip Adut ilk kafileyle sürülür.
Bu sahnedeki ırkçı memur Kürşad’ın Cadde-i Kebir’de sadece Türkçe konuşulması isteği tabiki başarısız oldu: bugün İstiklal’de Arapça’dan Kürtçe’ye bir sürü dil hala var. Ama Türkleştirme politikaları Rumca’yı, Ermenice’yi ve Ladino’yu buradan büyük ölçüde silmeyi, hatta bu dilleri tehlikeye atmayı başardı.
Kıbrıs üzerinden yerli Rumlara verilen gözdağını özetleyen bir şekilde Kıbrıs Türkleri için olan protestoya dair şu yorumu duyuyoruz: Beyoğlu apartmanları böylece Türklere geçecek, Rumlar mülksüzleştirilecek. Bu aynı zamanda pogrom sezdirmesi de olmuş.
Normal Nedir? İyi Türk Kimdir?
İkinci kısımda daha öne çıkmayı hak eden bir karakter Selim. Kostümleriyle giderek daha renkli şovlar yapmak istediğini görüyoruz. Ama buna sabit diğer karakterlerin üstü kapalı kuir Selim’i giderek eleştirdiğini görüyoruz. Mesela şoförlerden biri “Bu herif ne ayak” diyerek cinsellik polisiliğine soyunuyor.
Bunun direkt etkisini de Orhan’ın “daha normal” kostüm talebinde görüyoruz. Bu sahnede normal kelimesi toplumsal baskıların bu sözcüğe yüklediği anlamı açık ediyor. Cinsiyet veya etnik-dini normların dışında olmak kısıtlayıcı, şiddet tehlikesi taşıyan bir durum. Bu nedenle normallik hayati önem taşıyor. Selim’in ailesindeki şiddeti hızlıca, “Sen hiç sabah kahvaltısından önce dayak yedin mi?” gibi bir lafla belirtmesi, bu karakteri tanımamızda büyük bir adım.
Dizinin ilk kısmı çıktığında yazılan bazı eleştirilerde anlatıda “iyi Türk” olmamasından yakınanlar olmuştu. Böyle bir beklentinin olması sıkıntısı bir yana, bu eleştiri hatalı. E Selim? Selim kuir olduğu, Türk temsilinin istediği erkeklik idealini göstermediği için sayılmıyor mu? Böyle bir kategori yaratmak şartsa Hacı karakteri neden yetersiz? O neden sayılmaz? O da ‘köylü’ kimliğine sıkıştırıldığı, bu alt sınıf hali Türklüğü yeterince öne çıkarmadığı için mi elendi?
Sempati duymamız beklenen bir başka karakter ise İsmet. Senaryo izleyiciyi bu karakteri sevmeye davet edip duruyor. Ancak Raşel-İsmet çiftinin “aşkı” neden seyircinin desteğini hak ediyor? Raşel’e el kaldırmış bu adama sıcak bakmamız için hala ikna edici bir sebep yok.
Ande Esta Mordiko Pasha? Mordo Nerede?
Bölümün sonunda ancak bir parça Ladino’yla karşılaşıyoruz. Yine Gökçe Bahadır’ın bu karakteri canlandırmaktaki başarısı ortada.“Yo’sto aki”(ben burdayım) derken yo ve esto’yu birleştirişi çok yerinde. Sonra söylediği “No te merekiyes” ise izleyiciye Türkçe’den geçen merekarse (merak/endişe etmek) fiilini göstermiş.
Bölümün açıkça eksik olan tarafı ise Raşel’in İsrail’den dönüşü ve Mordo’dan ayrılışı. Mordo karakteri ilk kısımda da az geliştirilmişti ama burada birden yok olduğunu görüyoruz. Raşel’in beraber büyüdüğü bu kişiden ayrılışı nasıl olmuştu? Döndüğü zaman Mordo’nun ailesi ve dedikoduların bol olduğu cemaat içinde Raşel nasıl algılanmıştı? Bunlara dair sorular kalıyor. Raşel’in İsrail’deki kısa zamanı da soru işareti. 1955 İsrail’e Avrupa dışından yeni göç edenler için zor bir yerdi. Birçok göçmen transit kamplarında aylarca çadırlarda yaşamak zorunda kalmış, gerçekten de Türkiye’ye dönenler çok olmuştu. Bu unsurlar Raşel’in hikayesine entegre edilebilirdi belki de.
Genel anlamda bu bölüm Kulüp için başarılı bir dönüş. Hem geniş çerçeveyi derinleştiriyor hem de karakterleri daha yakından tanıtıyor. (Maalesef ikinci kısmın diğerleri bunun kadar başarılı değil.)
Sekizinci Bölüm
İsmet’in Raşel’e gerçek adını bilmesine rağmen ısrarla Aysel demesi hala kimliğine karşı bir direnç gibi duruyor. Yani İsmet evde Raşel’i Türkleştiriyor. Bu da ilişkiyi tatlı değil itici bir kalıba sokuyor izleyici için.
Benzer bir cinsiyet dengesizliği Matilda ve Raşel’in “sahip çıkılma” tartışmasında da var. Bu kavram kadınların bağımsız hayat sürdüremeyeceği, bir erkek tarafından ‘sahiplenilme’ gibi bir ihtiyaç olduğu varsayımına dayanıyor. Ancak bunu ortaya atan Matilda kendisi gayet bağımsız bir hayata sahip.
Kızıyla olan tartışmasından hemen sonra Kulüp İstanbul’da Tasula için “sahipsiz değil” diyor Matilda. Yani kadınlar da birbirine sahip çıkabilir? O zaman bir erkeğin Raşel ve doğacak çocuğuna sahip çıkması neden zaruri? Bu çelişkiye karakterlerde göremiyoruz.
Önceki bölümde Aseo ailesine nutuk atan vergi tahsildarının görevini Türkleştirmenin ince işlerinde devam ettirdiğine tanık oluyoruz. Kürşad Rumların ülkede mutluğu olmadığını ileri sürse de neden mutsuz olabilecekleri konusunda (ve buna nasıl katkı sağladığına dair) herhangi bir ekleme yapmıyor. Ailesine travma yaşatan kişiyi görmek tabi ki Matilda için sarsıcı bir deneyim.
Sonunda dizinin en meraklandıran Orhan/Niko’nun ailesine dair ipucu aldık. Eğer annesinin eski evi İstanbul’da ise demek İstanbullular. Nasıl Türk olarak gizlenebildikleri hala muamma. Bu evin duvarının arkasından Meryem Ana çıkması nasıl bir şehir olduğunu hatırlatıyor İstanbul’un. Biraz eşeleyince kimlerin kimlerin izleri çıkıyor… Mesela apartmanınızdan mikve (yahudi ibadet havuzu) çıkabilir!
Çelebi’nin karakter dönüşümü ve Matilda’ya olan “aşkı” pek ikna edici değil. Ne kadar Varlık’ta aileyi satmadığı itirafı yeni bir bilgiyse de dizinin önceki bölümlerindeki zorbalıklarını bir sevgi emaresi olarak okumak çok güç.
New York olduğu belli olan mekandan geri gelen, bir şekilde Aşkale’den kaçıp Amerika’ya göç etmiş olan İshak Aseo’ymuş. Benzer şekilde Gad Franko’nun abisi ve Türkiye cemaat eski başkanı Marsel de Varlık’tan sonra New York’a göç etmişti. (oradan da Meksika’ya taşınmıştı.) Zaten 1900lerin başından beri Sefaradlar ABD’ye, özellikle de New York’a göç etmekteydi.
Bu kısma giriş yaptığımız iki bölümde olaylar yavaş ilerliyor ancak karakterlerin hızla değiştiği, Çelebi’nin birden sempatik karakter olarak sunulduğunu görüyoruz. Son iki bölümle ilgili notlarda buna daha fazla değineceğim.
1., 2. ve 3., 4., 5. ve 6. bölümlere dair notları bu linklerden okuyabilirsiniz.
Netflix’in 1950lerde Beyoğlu’nda yaşamı anlatan, ana karakterleri Yahudi olan Kulüp dizisi 10 bölümden oluşan bir hikaye. Bunların son dört bölümü ikinci bir kısım olarak 6 Ocak’ta platformda yayına girdi. (Bu yazı spoiler içerir.)
Bu yazıda 7. ve 8. bölümlerin izlerken akla getirdiklerini ve tarihsel bağlama dair yorumları bir araya getirdim.
Bu ikinci kısmın ilk bölümünde yine Aseo ailesinin Varlık Vergisi’yle nasıl mahvolduğunu daha detaylı görüyoruz. Tahsilat için gelen devlet yetkilisi Kürşad vergiye kulp olarak İstanbul’un işgal altında olduğu 1918-1922 mütareke döneminde gayrimüslimlerin İstiklal’de kutlama yaptığını, verginin bunun kefareti olduğunu öne sürüyor.
İşgal Altında İhanet Yaftası
Burada tüm gayrimüslimlerin bir kefeye konması dikkat çekici zira Yahudi elitler özellike 1800lerin ikinci yarısından itibaren kendilerini devletten ve Türklerden yana, yerli ve yabancı Hristiyanlara karşı konumlandırmaya çalışmıştı. Özellikle Türk-Yunan ve Balkan Savaşlarında Osmanlı Yahudileri Türklerin safında ve Hristiyanlara mesafeli olarak duruş sergilemek için çabalamışlardı. Kürşad’ın işgal yanlısı olarak tüm gayrimüslimleri suçlayışı aslında bu elit projesinin başarısızlığının göstergesi.
Varlık Vergisi’ne bahane olarak Birinci Dünya Savaşı döneminde azınlıkların ‘yaptıkları’ için intikam söylemi geriye dönük sıklıkla ortaya atıldı ve atılmaya devam ediyor. Bunun en popüler versiyonu da “kan borcu iftirası” yani azınlıkların Birinci DünyaSavaşı ve Kurtuluş savaşında askerlik yapmadığı, bu esnada para kazandıkları ve bu nedenle ülkeye ve ülkenin Müslümanları borçlu oldukları. Varlık Vergisi gibi ırkçı bir uygulamaya açıklamayan bu bahane külliyen yalandır. Askerliğin tüm vatandaşlar için zorunlu olduğu dönemde çıkanBirinci Dünya Savaşı’nda Rum, Ermeni ve Yahudiler asker olmuştu. Üstüne üstlük bu askerler yıllarca hak ettikleri saygıyı görmemiş, milli tarihten silinmişlerdi. Ancak 2016’da TBMM’de Çanakkale’deki Yahudi askerleri konu eden bir sergi açılmıştı.
Amele Taburları
Bununla da kalmayıp birçoğu amele taburlarına yollanmış, yani asker değil ücretsiz emek olarak kullanılmışlardır. Bu meseleyi Leyla Neyzi bir Yahudi askerin günlüğü üzerinden incelemişti. Azınlıkları ücretsiz emek olarak kullanma pratiği İkinci Dünya Savaşı döneminde de 20 Kura Nafıa Askerlik olarak tecelli etmişti. Bu olaya Kulüp dizisinde rastlamasak da Varlık Vergisi’yle aynı yıllarda oluyor. Hatta Nafıa Askerlik yapıp, döndüğünde Varlık Vergisi faturasıyla karşılaşanlar dahi oluyor.
Gad Franko Örneği
Vergi tahsildarının sözlerinde yapılan ayrımcı uygulamaya itiraz etmek, şikayette bulunmak suç olarak addediliyor. Vergiye resmen itiraz hakkı yoktu ancak bazı önde gelen Yahudiler şikayetlerini ulu orta dile getirmişti. Bunlardan biri devletten birçok yakını olan avukat Gad Franko’ydu. Dönemin Başbakanı Saracoğlu’na da ders vermiş bir hukuk profesörü olan Franko ırkçı uygulamanın adaletsizliğini, anayasaya uymayışını açıkça söylüyordu.
Hocasının hayatını mahvetmekten utanmak yerine, bilakis BaşbakanSaracoğlu Franko’nun itirazlarını bir terbiyesizlik olarak görüp onu cezalandırmak istemişti. Yasada Aşkale’deki çalışma kampı cezası 55 yaş altındakilerle sınırlıydı, ancak özel bir Bakanlar Kurulu toplantısıyla bu değiştirilir ve böylece vergiyi eleştiren 63 yaşındaki avukatlar Gad Franko ve Şekip Adut ilk kafileyle sürülür.
Bu sahnedeki ırkçı memur Kürşad’ın Cadde-i Kebir’de sadece Türkçe konuşulması isteği tabiki başarısız oldu: bugün İstiklal’de Arapça’dan Kürtçe’ye bir sürü dil hala var. Ama Türkleştirme politikaları Rumca’yı, Ermenice’yi ve Ladino’yu buradan büyük ölçüde silmeyi, hatta bu dilleri tehlikeye atmayı başardı.
Kıbrıs üzerinden yerli Rumlara verilen gözdağını özetleyen bir şekilde Kıbrıs Türkleri için olan protestoya dair şu yorumu duyuyoruz: Beyoğlu apartmanları böylece Türklere geçecek, Rumlar mülksüzleştirilecek. Bu aynı zamanda pogrom sezdirmesi de olmuş.
Normal Nedir? İyi Türk Kimdir?
İkinci kısımda daha öne çıkmayı hak eden bir karakter Selim. Kostümleriyle giderek daha renkli şovlar yapmak istediğini görüyoruz. Ama buna sabit diğer karakterlerin üstü kapalı kuir Selim’i giderek eleştirdiğini görüyoruz. Mesela şoförlerden biri “Bu herif ne ayak” diyerek cinsellik polisiliğine soyunuyor.
Bunun direkt etkisini de Orhan’ın “daha normal” kostüm talebinde görüyoruz. Bu sahnede normal kelimesi toplumsal baskıların bu sözcüğe yüklediği anlamı açık ediyor. Cinsiyet veya etnik-dini normların dışında olmak kısıtlayıcı, şiddet tehlikesi taşıyan bir durum. Bu nedenle normallik hayati önem taşıyor. Selim’in ailesindeki şiddeti hızlıca, “Sen hiç sabah kahvaltısından önce dayak yedin mi?” gibi bir lafla belirtmesi, bu karakteri tanımamızda büyük bir adım.
Dizinin ilk kısmı çıktığında yazılan bazı eleştirilerde anlatıda “iyi Türk” olmamasından yakınanlar olmuştu. Böyle bir beklentinin olması sıkıntısı bir yana, bu eleştiri hatalı. E Selim? Selim kuir olduğu, Türk temsilinin istediği erkeklik idealini göstermediği için sayılmıyor mu? Böyle bir kategori yaratmak şartsa Hacı karakteri neden yetersiz? O neden sayılmaz? O da ‘köylü’ kimliğine sıkıştırıldığı, bu alt sınıf hali Türklüğü yeterince öne çıkarmadığı için mi elendi?
Sempati duymamız beklenen bir başka karakter ise İsmet. Senaryo izleyiciyi bu karakteri sevmeye davet edip duruyor. Ancak Raşel-İsmet çiftinin “aşkı” neden seyircinin desteğini hak ediyor? Raşel’e el kaldırmış bu adama sıcak bakmamız için hala ikna edici bir sebep yok.
Ande Esta Mordiko Pasha? Mordo Nerede?
Bölümün sonunda ancak bir parça Ladino’yla karşılaşıyoruz. Yine Gökçe Bahadır’ın bu karakteri canlandırmaktaki başarısı ortada.“Yo’sto aki”(ben burdayım) derken yo ve esto’yu birleştirişi çok yerinde. Sonra söylediği “No te merekiyes” ise izleyiciye Türkçe’den geçen merekarse (merak/endişe etmek) fiilini göstermiş.
Bölümün açıkça eksik olan tarafı ise Raşel’in İsrail’den dönüşü ve Mordo’dan ayrılışı. Mordo karakteri ilk kısımda da az geliştirilmişti ama burada birden yok olduğunu görüyoruz. Raşel’in beraber büyüdüğü bu kişiden ayrılışı nasıl olmuştu? Döndüğü zaman Mordo’nun ailesi ve dedikoduların bol olduğu cemaat içinde Raşel nasıl algılanmıştı? Bunlara dair sorular kalıyor. Raşel’in İsrail’deki kısa zamanı da soru işareti. 1955 İsrail’e Avrupa dışından yeni göç edenler için zor bir yerdi. Birçok göçmen transit kamplarında aylarca çadırlarda yaşamak zorunda kalmış, gerçekten de Türkiye’ye dönenler çok olmuştu. Bu unsurlar Raşel’in hikayesine entegre edilebilirdi belki de.
Genel anlamda bu bölüm Kulüp için başarılı bir dönüş. Hem geniş çerçeveyi derinleştiriyor hem de karakterleri daha yakından tanıtıyor. (Maalesef ikinci kısmın diğerleri bunun kadar başarılı değil.)
Sekizinci Bölüm
İsmet’in Raşel’e gerçek adını bilmesine rağmen ısrarla Aysel demesi hala kimliğine karşı bir direnç gibi duruyor. Yani İsmet evde Raşel’i Türkleştiriyor. Bu da ilişkiyi tatlı değil itici bir kalıba sokuyor izleyici için.
Benzer bir cinsiyet dengesizliği Matilda ve Raşel’in “sahip çıkılma” tartışmasında da var. Bu kavram kadınların bağımsız hayat sürdüremeyeceği, bir erkek tarafından ‘sahiplenilme’ gibi bir ihtiyaç olduğu varsayımına dayanıyor. Ancak bunu ortaya atan Matilda kendisi gayet bağımsız bir hayata sahip.
Kızıyla olan tartışmasından hemen sonra Kulüp İstanbul’da Tasula için “sahipsiz değil” diyor Matilda. Yani kadınlar da birbirine sahip çıkabilir? O zaman bir erkeğin Raşel ve doğacak çocuğuna sahip çıkması neden zaruri? Bu çelişkiye karakterlerde göremiyoruz.
Önceki bölümde Aseo ailesine nutuk atan vergi tahsildarının görevini Türkleştirmenin ince işlerinde devam ettirdiğine tanık oluyoruz. Kürşad Rumların ülkede mutluğu olmadığını ileri sürse de neden mutsuz olabilecekleri konusunda (ve buna nasıl katkı sağladığına dair) herhangi bir ekleme yapmıyor. Ailesine travma yaşatan kişiyi görmek tabi ki Matilda için sarsıcı bir deneyim.
Sonunda dizinin en meraklandıran Orhan/Niko’nun ailesine dair ipucu aldık. Eğer annesinin eski evi İstanbul’da ise demek İstanbullular. Nasıl Türk olarak gizlenebildikleri hala muamma. Bu evin duvarının arkasından Meryem Ana çıkması nasıl bir şehir olduğunu hatırlatıyor İstanbul’un. Biraz eşeleyince kimlerin kimlerin izleri çıkıyor… Mesela apartmanınızdan mikve (yahudi ibadet havuzu) çıkabilir!
Çelebi’nin karakter dönüşümü ve Matilda’ya olan “aşkı” pek ikna edici değil. Ne kadar Varlık’ta aileyi satmadığı itirafı yeni bir bilgiyse de dizinin önceki bölümlerindeki zorbalıklarını bir sevgi emaresi olarak okumak çok güç.
New York olduğu belli olan mekandan geri gelen, bir şekilde Aşkale’den kaçıp Amerika’ya göç etmiş olan İshak Aseo’ymuş. Benzer şekilde Gad Franko’nun abisi ve Türkiye cemaat eski başkanı Marsel de Varlık’tan sonra New York’a göç etmişti. (oradan da Meksika’ya taşınmıştı.) Zaten 1900lerin başından beri Sefaradlar ABD’ye, özellikle de New York’a göç etmekteydi.
Bu kısma giriş yaptığımız iki bölümde olaylar yavaş ilerliyor ancak karakterlerin hızla değiştiği, Çelebi’nin birden sempatik karakter olarak sunulduğunu görüyoruz. Son iki bölümle ilgili notlarda buna daha fazla değineceğim.
1., 2. ve 3., 4., 5. ve 6. bölümlere dair notları bu linklerden okuyabilirsiniz.
Paylaş: