“Biliyorum ki belli yerlere çıkamazsın bu toplumda. Belli yerlere gelemezsin. Belli yerlerde bazen isminden dolayı dışarı atılabilirsin, bazen de isminden dolayı seni sarmalayabilirler. İşin o tarafı da var.”
Lena’yla, yüksek lisansını yaptığı üniversitede, akşam saatlerinde, bir ders çıkışında buluştuk. O, görüşmemize başlamadan önce ettiğimiz sohbet sırasında, kendisi için aklına rastgele gelen Lena ismini seçti.
İzmir doğumlu olan Lena’nın ailesi Sefarad. Lena; eğitim hayatına İzmir’deki Musevi okulunda başlamış. İlkokul beşinci sınıftayken, değişen eğitim sistemi dolayısıyla kapanan Musevi okulundan ayrılarak bir devlet ortaokuluna devam etmiş. O döneme kadar, Lena’nın arkadaş çevresini dernek ortamından Yahudiler oluştururken, burada ilk defa Müslüman bir çevre içine girmiş. Ortaokulun ardından, Anadolu lisesine başlayan Lena için lise yılları ise oldukça önemli bir dönüm noktası. Farklı birçok ideolojik görüşten insanı barındıran lise, Lena’nın da politikayla tanıştığı ilk yer olmuş. İstanbul’a özel bir üniversite kazanarak gelen Lena, yüksek lisansa da burada devam etmiş. Girdiği üniversitenin de hayatında yine adeta bir dönüm noktası olduğunu anlatan Lena için, üniversite, birçok farklı kültürden, farklı dinden, farklı düşünceden insanın bir araya geldiği ve bu sebeple de pek çok konuya bakışının değiştiği bir yer.
İstanbul’a gelmesi ile buradaki dernek hayatına geçiş yapan Lena, iki cemaat arasındaki farklılıkları da değişik perspektiflerden ele alarak anlatıyordu. Onun bakış açısı ve farklı perspektiflerden olaylara bakabilmesinin altında ise kuşkusuz bir sosyal bilimci olması yatıyordu. Lena, sosyal bilimci olmayı seçmesinde azınlık kimliğinin bir etkisinin olmadığını düşünüyordu. Bir insana, onun Yahudi ya da benzeri kimlikleriyle değil, yalnızca insan oluşuyla yaklaşmanın önemini vurgulayan Lena, için çoğunluk toplumuyla temas da son derece önemli bir konuydu. Ona göre bu temas ne kadar erken başlarsa o kadar iyiydi. Daha fazlası için sözü ona bırakıyorum…
Nerelisin Lena?
İzmirliyim ben. Doğma, büyüme. İstanbul’a sonra geldim.
İsmin geleneğe göre mi konulmuş?
Benim ismim babaannemden geliyor. Bir harf eksiliyor biri artıyor. Anne baba kararıyla geleneğe göre konulmuş. Büyüklere saygı unsuru çerçevesinde bize de aynı isimleri koyup devam etmişler.
Ailen, sen, Şabat’a bakar mıydınız?
Ailenin büyükleri yaşadığı sürece babaannemlerin evinde toplaşmalar sürekli olurdu. Onları hatırlıyorum. Torunlar olarak bir araya gelip kudurduğumuz günlerdi. Şabat mumu yaktığımızı çok nadir hatırlıyorum evde. Şarap kaldırıp dua edildiğini hiç hatırlamıyorum. Bizim için Şabat yemeği çok uzun sofraların kurulduğu, hep beraber vakit geçirdiğimiz hoşça sohbet edilen, birbirini hayatın hakkında güncelleyebildiğin bir yerdi. Bir sürü kuzendik, yaşlarımız da elveriyordu birbirimizle oynamaya. Bizim için oyun gecesiydi o. O yüzden o Şabat kutsallığı falan yok benim kafamda. Anneanne tarafı İzmir’e taşındıktan sonra anneanneye de gittik. Bir sırası yoktu karışık gidiyorduk. O da aynı şekilde Cuma sofraları kurardı. Dedem biraz daha fazla bakardı. Mesela şarap için dua edilmezdi ama o masaya şarap gelirdi. Sosyal bir din vardı bizim evde. Toplaşma hikayesiydi. Hanuka’da mum yakmak önemliydi çünkü bir arada dört kişi mum yakardık evde. Ya da Purim’de yapılan yemeklere dikkat edilirdi. Pesah’ta mutlaka beş altı tane sebzeli fritada olurdu masada.
Kaşeruta bakılır mıydı?
Bakılmadı hiç bizim evde. Anneannem sadece kaşer et alırdı. O kasaptan kaşer et sokulurdu eve ama tavuk Migros’tan alınabilirdi. Bu sadece kasaba destek olma hikayesiydi. Onun dışında Kaşerut hikayesi hiç konuşulmazdı bizim evde.
Peki Ladino konuşulur muydu?
Babaannem Türkçe bilmezdi, Türkçeyi torunlarıyla öğrendi. Bizimle iletişim kurabilmek için öğrendi Türkçeyi kadın. Çok teklerdi. Hep oğullarıyla kocasıyla Ladino konuşurdu. Dedem Alzheimer oldu. Vefat etmeden önce Alzheimer seviye seviye her şeyi götürdü ve bir yerde Türkçeyi de götürdü. Ladino devam etti. Muhtemelen anadili Türkçe değildi. Hala halalarım falan çok konuşurlar. Anneanne tarafında anneanne, dede bilir. Annem de öğrenmiş ama konuşmaz. Ama ne zaman ki çekirdek ailede gizli bir şeyler konuşulacak, annem ve babam Ladino konuşur. “El chikitika” derlerse falan biliriz ki benden ve kardeşimden bahsediliyor. Gizli olunca Ladino konuşulur. Dolayısıyla bize hiç öğretilmedi. Kelimelere sahibim ama, çoğunlukla küfür ve dedikodu kelimelerine hakimim. Çünkü onlar gündelik dilde de kullanılıyor.
Annen öğrenmiş ama konuşmuyor. Niye?
Babamla aralarında konuşuyor dediğim şöyle; babam genelde konuşuyor, annem de birkaç cümleyle kelimeyle ona ayak uyduruyor. Karşılıklı konuşulmuyor. Bizim hakkımızda birbirlerine bir şey söylüyorlar. Onun konuşmama hikayesi de muhtemelen Anadolu’nun küçük bir şehrinden gelme durumundan. Daha kapalı bir geniş toplum var. Dolayısıyla etrafta Yahudi olduğun çok belli olmuyor, İsimler daha Türk isimlerine benziyor. Yahudi gelenekten gelen isim konmuyor. Çok ortalıkta dolaşılmıyor ve mümkünse etrafta çok konuşulmuyor. İzmir bu konuda biraz daha rahat. Babamlar “mahallede Ladino bağırırdık” diye anlatırken annemde hiç böyle hikayeler yok. Onun için daha ev içi bir dil, dışarıda konuşulmayan bir şey.
Ladino’nun günümüzdeki durumuyla ilgili neler söyleyebilirsin?
Çok şeyler yazıldı çizildi bu konuda. Yahudi bir kadın olarak konuşmak gerekirse üzücü ki annemden bana geçmedi, keşke geçseydi ve bu gelenek devam etseydi. Ama neden geçmediği hakkında bir fikrimiz var, bu hikâyenin nasıl buraya geldiği hakkında da. Bu ülkede yaşadığın olaylarla bağlantılı. Dil çok çabuk senin kim olduğunu ele veren bir şey. Öğrenme ihtiyacı duymuyorum ama bir yandan. Gidip böyle bir vakit harcayacaksam bunu geleneklerimi devam ettirmek adına değil de, gidip İspanyolca öğrenirim. Gidip İngilizcemi geliştiririm. Ama bazen şey koyuyor, büyüklerden birisi Ladino bir şey söylüyor ve sen bütün muhabbeti kaçırıyorsun. Keşke bilseydim arkada olsaydı da bir yerden yakalasaydım diyorsun.
Gelelim eğitim hayatına. Eğitime nerede başladın?
O zaman Yahudi okulu vardı, İzmir Musevi Okulu. Anaokulundan beşe kadar oradaydım. Biz beşinci sınıfı bitirirken sekiz yıllık eğitim furyası gelmişti ve o okulun dayanacak gücü yoktu. Dolayısıyla okulu kapattılar. Bir sürü arkadaşım Saint-Joseph gibi özel okullara gitti, ben ve birkaç kuzenim devlet okulunda devam ettik. Karışık bir okuldu dolayısıyla ilk Yahudi arkadaşlarımdan ayrılışım aslında altıncı sınıfta başladı. Bu döneme kadar hep derneklerin içindeydim. Arkadaşlarım hep oradandı, hiç komşu çocuğu yoktu arkadaş olduğum, çocukluk arkadaşı diye anlatabileceğim. Hep Yahudi ağı içindeydim. Altıncı sınıfta değişti benim için. Başkalarının evlerine gitmeler başladı, annem tereddüt etmişti hatta yollarken. “Kim olduğunu bilmiyoruz” derdi.
Nasıl bir değişiklik oldu bu?
Şok gibi değildi ama farklı bir yere gittiğimi biliyordum. Mesela bir kız arkadaşımın evine gittim. Orta sınıf bir aileydi diyebilirim. Her yer halı kaplıydı evde. Salonun kapısı kapalı ve sadece misafirlere açıktı. Biz eve girdiğimizde salona girmemize izin verilmemişti. Ben de çok merak etmiştim ne var orada diye arkadaşım da kapıyı açıp göstermişti. Benim evimde her yere girilebilir, her yerde oturulabilir, salonda yemek yenilebilir. Her yer açık yani. Mesela anneme gidip anlatmıştım “böyle kapalı bir salon var orası çok ilginçti her yer halı kaplıydı, herkes çoraplarıyla yürüyordu” diye. Sonra lahana sarmasıyla karşılaştım. Hiç bizim evde yapılan bir şey değildi, farklı yemekleri ben onlarla öğrenmeye başlamıştım. Mercimek köftesinin evde yapıldığını görmemiştim hiç. Anne lahana sarsana diye senelerce annemin başının etini yediğimi biliyorum. Bunun adını farklı koymak da biraz yanlış belki ama, bizde olmayan, evimde görmediğim şeylerdi. Bir de 10-12 yaşındaki bir çocuk kafasıyla başka şeyler görmeye başlamıştım. Hem giyim hem kültür hem müzik anlamında hem de ev dekorasyonu vesaire anlamında. Çünkü daha önce gittiğim İzmir’deki Yahudi evleri hep aynıydı. Hep birbirine benziyordu.
Farklı mı hissettin?
Farklı hissetmedim. Hiçbir zaman ben Yahudi’yim ben özelim gibi bir düşüncem yoktu. Bu çok verilen bir mesajdı bizde. Yahudi’sin, özelsin, farklısın. Ama kendi samimiyet kurduğum arkadaşlıklarda hiç böyle bir pozisyonlama olmadı, ben onlardan daha özelim daha farklıyım falan gibi hissetmedim. Çok küçüktük, fiziksel olarak bir ayrımın yok Müslüman Yahudi Hıristiyan diye. Bunu ortaya koymadan da devam edebiliyorsun. Derneklere gidiyordum aynı zamanda. Folklor yapıyorduk, derneklerin içinde faaliyetlere katılıyorduk… Ortaokulda Müslüman bir erkekten hoşlanmıştım. Nasıl söyleyeceğiz diye düşünüyorduk. Çok net hatırlıyorum bana kalp şeklinde bir oyuncak vermişti. Yaş 12-13 tabii bu arada. İlk erkekle kızın bir arada oturduğu birbirine hissiyat duyduğu zamanlar ve kafamın arkasında hep o baskıyı hissediyordum; bu çocuk Müslüman ve yanlış, yanlış, yanlış! Bu çok yankılandı. Çıkmamıştım o çocukla. Onun Yahudi olmamla bir derdi yoktu. Annemler bunu hiç bilmedi. Yahudi arkadaşlarıma da anlatmamıştım. Ortaokuldaki Müslüman arkadaşlarım biliyordu sadece.
Özel ve farklı olduğun verilen bir mesaj demiştin. Kim tarafından verildi bu mesaj?
Spesifik bir yeri işaret edemem ama verilen mesajların altında böyle bir şey yatıyordu hep. “Onlar anlamaz, onlar bilmiyordur” … Hep böyle bir konumlandırma vardı. Bunu sadece aileme yükleyemem. Aynı şekilde sadece sinagog ya da dernek diyemem ama bütün sosyalizasyon sürecimde bu aldığım bir mesajdı.
Dernek eğitimine ne zaman başladın?
Hatırlamayacağım kadar küçük bir zamanda başladım. O kadar canavar bir çocuktum ki annem mümkün olan her yere gönderdi. Bu çok uzunca zaman da devam etti. Onlar, beni mezun edene kadar ben oradaydım. Daha sonrasında orada çok uzunca süreler bulundum. Artık yaşın doldu dedikleri noktada ayrıldım ben oradan, sanırım 23-24 yaşlarındaydım.
Peki, liseye gelelim. Nasıldı lise hayatı?
İyi bir Anadolu lisesi kazandım ailem gönderdi hemen. Orası çok ilginç, o dönem çok baskın olmamasına rağmen çok fazla sağ düşüncenin olduğu bir liseydi. Benim ilk politikayla tanışma hikayem öyle oldu. Çok fazla ülkü ocaklarının üyesi olan öğrenciler vardı içeride. Hocaların arasında da vardı. Ve bunu hissedebiliyordun; duruşlarıyla, giyimleriyle, fiziksel görünümlerindeki detaylarla, vesaireyle okunan kodlardı ve hiç saklanmayan şeylerdi. Solcu dövüldüğünü ilk orada gördüm. 80’in politikasını anlatmıyorum tabii ama İzmir için değişikti, Kemalist değildi bir kere. En başta İzmir’de çok başka bir Atatürk hikayesiyle büyürken orada o yoktu, başka bir şey vardı. Büyük bir erkek grubu vardı ki böyle geçiniyordu. Benim bir Yahudi olarak hayatta kalmam gerektiğini öğrendiğim bir yerdi orası. Erkeklerle aram her zaman iyiydi, inek öğrenciydim ve kopya verirdim. İyi iletişim kurardım, beni severlerdi, koruyup kollarlardı. Yan sınıf sınıfı bastığı zaman, beni ortaya atmaz beni de onlardan sayarlardı. Yahudiliğimi hiç saklamadım, zaten ismim soy ismim bağırıyordu. Beni kollayıp kollarlardı bu olduğunda. Orada öğrendim başka bir yerde yaşadığımı; o küçük dernek, “bizler”, “biz bize”, Yahudi toplumu vesairenin dışında bir şey var ve sen kendi kimliğinle bunun içinde var olmak istiyorsan belli stratejiler belirlemen gerekiyor. İyi yaptım, kötü yaptım tartışılır ama böyle bir gerçekliğin farkına vardığım yer liseydi. Bir tane lise öğretmenim vardı, benim ortalamam 84 gelmişti, beni yanıma çağırdı biliyordu not ortalamamı önemsediğimi, inek bir öğrenciydim çünkü. Dedi ki “notunu 85 yaparım ama Türkçülüğün Esasları Ziya Gökalp’i okuyup özetleyip bana ödev hazırlayacaksın”, bir puan içindi bu. Anlamadım, fikrim yoktu neden bahsettiği hakkında, lisenin başlarıydı henüz. Bir yerde sınıfta bir gül suyu konusu geçmişti. Ben de gül suyu kokusundan şahsen hoşlanmam. Kültürel konotasyonu hakkında hiçbir fikrim yok, sonradan öğrendim camiler onunla yıkanırmış, Müslümanlıkta önemli bir yere sahipmiş, muhallebinin içine şöyle atılırmış falan filan. Benim hiçbir fikrim yoktu ve gülsuyu muhabbeti geçtiğinde “ıyy gül suyu mu” gibi bir tepki vermiştim. Bu adam da bunu duydu ve beni sınıfta haşladı “sen gülsuyunun ne olduğunu bilir misin peygamberimiz…” falan filan diye anlatmaya başladı. Eyvallah dedim herhalde yanlış bir şey dedim. Anneme geldim sordum “deme öyle şeyler kızım” dedi. Sonra bu 84-85 meselesi çıkınca Türkçülüğün Esaslarını bir oku bakalım sen dedi. Tabii ki o kitap tam okunmadı tabii ki internetten özetleri kopyalandı vesaire yapıldı, ama o sembol çok büyüktü. Türkçülüğün Esasları okutuldu… Lise zordu. Hem eğlenceliydi hem zordu. Çünkü bir yerden sonra öğrenince nasıl hayatta kalacağını, her işim oluyordu. Çok yüksek popülasyonlu bir erkek sınıfının içindeydim hayatta kaldım bir şekilde. Ama şeyi gördüm, o politika dediğin şey başka bir şeymiş, sadece Kemalizm’den Atatürk’ten bahsetmiyormuşsun başka şeyler de varmış, sol diye bir şey varmış dövülüyorlarmış falan… Bunlar benim için çok yeniydi çünkü Yahudi cemaatinde çok politika konuşulmazdı İzmir’de.
“İsmim, soy ismim Yahudiliğimi bağırıyordu” dedin. İsminden dolayı bir şey yaşadın mı?
Hayır. Sokakta benim sosyalleştiğim çevre Yahudi çevresiydi. Ortaokulda Müslüman arkadaşlarıma gidip gelmelerim olmuştu ama lise arkadaşlarımla maksimum rakıya gittim. Hafta sonu sosyalleştiğim kitle yine dönüp dolaşıp ilkokulda tanıştığım insanlardı. Dolayısıyla sosyal çevremde hiç kötü bir şey yaşamadım. Hep aynı yerde dolaşıyorduk, hep aynı kişiler vardı. Çok Yahudi’nin yaşadığı bir yerde mahalle mektebi tarzı bir yere gittiğim ve herkesin bir Yahudi komşusu olduğu için öyle bir şey yaşamadım. Kardeşimin başına geldi, hocası mahvetti onu okulda. “Sen farklısın kızım sen Yahudi’sin kızım” lafları olmuştu. Annem okulu bastı, müdüre şikâyet etti ve hocanın yolu gözüktü. Kafa olarak açık bir okuldu, o hocadan sonra bir şey olmadı.
Peki liseye geri dönersek, ailenin Müslüman birine kapılırsın endişesi var mıydı?
Lisedeyken lise dışından Yahudi erkek arkadaşlarım oldu. Benim otokontrolüm çok kuvvetliydi. Yine dönüp kendi dernek çevremden vesaireden erkek arkadaşlarım oldu. Dolayısıyla annem hiçbir gün beni uyarmak zorunda kalmadı. Ama her zaman arkadaş grubumun izlediğinin farkındaydım, kimlerle takılıyor ne yapıyor ne ediyor, nereye gidiyor, yeni biri olduğu zaman bu kim, eğer ki Müslüman biriyle çıkacaksam arkadaşların kim… Annem de kontrollü bir anneydi, bilirdi kimle ne yaptığımı hiçbir uyarı almadım. Bir de dediğim gibi benim otokontrolüm yüksekti, ortaokuldaki o Müslüman çocukla çıkamayacağımı biliyordum. Zaten dernekte asimilasyonu, karışık evliliğin ne kadar yanlış bir şey olduğunu konuşuyorduk küçüklerle. Dolayısıyla zaten dernek içindeki pozisyonum gereği böyle bir şey yapamazdım. Bunun da farkındaydım. Belli anlamlar yüklüyordu orada olmak, o görevi yapmak, birileriyle kimlik hakkında konuşmak…
Aile evinden ilk ne zaman çıktın?
Üniversiteyi kazanmamla. Çalıştım ettim İstanbul’u kazandım ve evde gönderelim mi göndermeyelim mi ne yapalım ne edelimler başladı. Ondan sonra babam acaba göndermesek mi derken annem saçmalama kendi ayakları üzerinde duracak göndereceğiz tabii ki dedi ve sonuç olarak gönderdiler. Kuzenler de gitti İstanbul’a, ailede ilk çıkan da ben değilim dolayısıyla kötü bir şey olmayacağını biliyorlar, çocuk kaybolmadığını biliyorlar. Ama hep tembih şey üzerineydi “burada derneklerdeydin orada da bu bağını kaybetme”. Hep bunun üzerine tembihlendim giderken. Ve kaybetmedim. İzmir’deki derneği bıraktım İstanbul’dakine girdim, orada devam ettim sonra beni mezun ettiler. Aşağı yukarı üniversitenin sonuna kadar içindeydim. Yani hiç kopmadı bağım ta ki son 5 seneye kadar.
Dernekten keyif aldığını anlıyorum bundan. Oradaki eğitim nasıldı?
Bu, ortaokul ve lise döneminde yaparken üzerine düşündüğün bir şey değildi. İçinde bulunurken doğru olarak kabul ettiğin, üzerine konuşmak istediğin, herkesi tırnak içinde aydınlatmak istediğin bir şeydi. Ama üniversiteye geldiğimde eğitimimle de birlikte şey demeye başladım, ya bundan bahsediyoruz ama örneğin Holokost’tan bahsediyoruz ama dünyada başka şeyler de oluyor neden sadece Holokost’tan bahsediyoruz? Birileri sürülmüş, pogrom olmuş. Eee? sadece Yahudiler sürülmüyor ki! Başka şeyler de oluyor. Ya da neden sadece bayramlardan konuşuyoruz? Neden insan hakları üzerine bir şeyler söylemiyoruz? “Propaganda Yahudilere karşı ne kadar kötü” Eee? Başka propagandalar da var. Niye onlar üzerine de konuşmuyoruz? Hep böyle git, gelliydi kafam ve bunu biraz değiştirmeye çalıştım kendi meşrebimde. Bıraktığımda biraz tepkiliydim. Şu an baktığımda o eleştirel düşünceyi oraya ekleyebildiğim için mutluyum. Hiç sorun yaşamadım içeride, genelde beni dinliyorlardı. Fikirlerim kafa açıcı oluyordu. “Böyle düşünmemiştik” diyorlardı. Fikirlerini değiştirmiyordum, sadece renkli bir fikirdim orada. Şeyin ayrımındaydım mesela: karışık evlilik dediğinde senin ailende varsa niye kötülüyorsun? Benim ailemde yoktu ama konuşulan bir şeydi bu. Yaşları çok büyümüş kuzenlerim vardı mesela, “evlenmemişler aman tanrım” falan filan… “E tamam artık, Müslüman da olsa artık evlensin” denirdi. O kötücül bir adımdı, ikincil bir adımdı ve onun mesajını alıyordun. Ama evlenmelerine de tamamdılar. Eee şimdi ben nasıl anlatayım gidip karışık evlilik kötü bir şeydir diye? Kötü bir şey olmadığının farkındasın zaten. Ben şöyle bir çözüm bulmuştum: “karışık evliliğin hiçbir derdi yok ama çocuğunuz doğduğu zaman belli sorunlar yaşayabilirsiniz ve bunun farkında olup bunu yapmak lazım” demiştim küçüklere. Kendimce kalıbına sokmuştum, kelimelerle oynuyordum. Oranın bana açtığı alan kadar dans ediyordum orada.
Üniversite ile İstanbul’a geldiğinde nerede kaldın?
İstanbul’da yurtta kaldım. Hiç sorun yaşamadım. Geldiğim üniversite özel bir üniversiteydi ve çok açıktı. Bu konuların çok rahat konuşulabildiği, LGBTİ örgütünün de içinde yer alabildiği, farklı dinden bir sürü insanın bir araya gelebildiği. Bölümüm itibariyle de çok daha iyi bir yerdeydim. O yüzden hiç bu konuda sıkıntı yaşamadım. Hiçbir zaman da çekinmedim üniversite içinde Yahudi olduğumu ya da ismimi söylemekten. Devlet üniversitesine gidenlerden dinlediğim hikayeler var bu kişilerin hikayesi ilginç. Yahudi bir gencin Müslüman çoğunluklu bir ortama ilk girdiği yerin hangi yaşta olduğu çok önemli. Ben ortaokulda girdim ama bazıları var ki üniversiteye kadar hiç buraya bulaşmamış. Nerede ilk karşılaştın? İlk çarpışma anı hangi yaşta oldu? Ne kadar erken o kadar iyi. Ben mesela ilk Yahudi olduğumu ortaokulda fark ettim. Orada anladım bence, aile içinde farklı bir şeylerden bahsediliyordu; “Bu çocuk ne olacak devlet okuluna gittiğinde? Kim bilir kimlerle karşılaşacak?” gibi cümleler var hafızamda. Ama o zamana kadar “ben Yahudiyim” çok yoktu. Dinen bir şey vardı. Evet ama sosyalleştiğim herkes Yahudiydi. Dolayısıyla diğerinin ne olduğunu bilmiyordum ki. Mesela ilk defa derneğe gitmeyen birileriyle karşılaşıyordum. Bu arada derneğe gitmek saklanır bir şeydi. Derneğe gittiğimi bilmezlerdi. Anlatmazdım gizli bir yer gibiydi.
Derneğe gittiğini söylememek sana tembihlenmiş miydi?
İçeriden tembihlenen bir şeydi diye hatırlıyorum. Gizli saklıydı, hiç derneklerden bahsetmezdim. İşte hafta sonları ne yapıyorsun? Ailemleyim derdim. Ama aslında dernekteyim yani. O biraz saklanan bir şeydi. İstanbul’da biraz aleni konuşuluyor mesela. Tabii insandan insana değişiyor. Ben derneğe gidiyorum diyen de vardı ama genel ortalama saklardı. İstanbul’da ders verirken hiç böyle bir şeyi tembihlediğimizi hatırlamıyorum mesela.
İstanbul’daki cemaat hayatına da dernek sebebiyle direkt girdin bu durumda. Sence İzmir’deki cemaat hayatıyla İstanbul’daki cemaat hayatı arasında fark var mı?
İzmir daha sıcaktı, daha arkadaşçıldı ve daha az rekabet vardı. İstanbul daha ezeli bu konuda. Daha fazla rekabet var. Şimdi bundan bahsedemeyiz tabii dernekler azaldı. Kim daha iyisini yapacak, kim kendini daha çok gösterecek. Bunlar hem dernek anlamında hem kişiler anlamında. O biraz yorucuydu. Bence İzmir’in daha fazla bütçesi vardı. Dolayısıyla istediğin şeyi, hayalini kurduğun bir şeyi daha fazla yapabiliyordun. İstanbul’da bir daha düşünüyordun. Bürokratik anlamda İzmir daha kolaydı, yukarıdan izin almalar eğitim kurumları falan yoktu, biz ne dersek oluyordu genelde, destekliyordu bir üst kuşağın gençleri. Burada iyi bir başkan gelirse destekliyor, karakter olarak, gençlere destek anlamında söylüyorum. Dolayısıyla burada daha fazla adım var aşman gereken, birilerine kendini anlatmalısın, birileri seni kabul etmeli el vermeli… Öyle hissetmiştim İstanbul’da. Bunun dışında bence İzmir daha geleneksel bir toplum. Bu bahsettiğim sosyallikler daha fazla. Ama İstanbul’da da daha çeşitlilik var. Nüfusla da alakalı tabii, daha çeşitli. Hem hiç alakası olmayan adamlar ve kadınlar var mesela. İzmir’de dernekle hiç alakası olmayan kimseyi çok zor bulurdun benim dönemimde. Ama İstanbul’da hiç derneğe uğramamış bir sürü kişi bulursun. İstanbul’da çok dinine bağlı Kaşeruta da bakan bulursun. Ama İzmir’de Şabat’a bakanı parmakla sayarsın. Dolayısıyla nüfus arttıkça o kozmopolitlik daha fazla burada. İstanbul’da çok çeşitlilik var derken bundan bahsediyordum, bir kısım sadece Yahudilerle görüşüp sinagoga gidip bu çevreyle sosyalleşiyor, bir kısım hiç Yahudi cemaatine girmemiş hiçbir fikri olmamış ve bambaşka gruplarla takılıyor, bir de ikisinin ortasında olanlar var. Tek bir İstanbul kuramam ama İzmir biraz daha tek tip, çünkü zaten çok az bir sayıdan bahsediyorum.
İzmir için söylediğin, “onlar anlamaz” mesajı İstanbul’da da var mıydı?
Üst kuşaktan gelen bir arka bilgi gibiydi bu bize. Açıkça “aman onlar anlamaz” demezlerdi ama “biz daha zekiyiz, Einstein bizden çıktı Marx bizden çıktı” şeklinde mesajlar vardı ve bu sana şunu ifade ediyordu: “sen onlardan farklısın, sen seçilmiş bir toplumsun”. Bu mesajı sürekli olarak görüyordun. Sinagogda “biz seçilmiş insanlarız” deniyordu. Şu an denmiyor bence. Ben 90’lardan bahsediyorum yıl olmuş 2017, burada bunu söyleyemezsin kimse almaz, kimse yemez bunu. Dolayısıyla bu mesaj yok artık. Yıl değişti, devir değişti, ayak uydurmak zorundalar başka türlü olmaz.
Genel olarak cemaat hayatı hakkında ne düşünüyorsun? Bir cemaatin parçası olmak hakkında?
Güzel bir şey küçük bir toplumun içinde olmak. Getirisi var götürüsü var. En büyük derdi dedikodu. Yaptığın her şeyi bir başkası tarafından biliniyor, izleniyor ve tarihsel olarak takip ediliyor olduğunu biliyorsun. Yani X kişiyle çıkacağın zaman bu bununla onunla çıkmıştır diye çetelen çok net bir şekilde ortada. Sadece Yahudilik olarak değil, küçük toplum olmanın getirdiği bir şey bu. Ama aynı şekilde sana kazandırdığı network, “bana bunlar lazım” dediğinde orada olan insanların varlığı, aynı zamanda belli kültürü tarihi paylaştığın insanların olduğu bir yer. Kendini sıfırdan anlatmaya ihtiyaç duymadan, sadece o topluluğun üyesi olduğun için herkesin seni dinlediği, herkesin birlikte barış içinde yaşadığı bir yer. İşin o rekabet ve dedikodu kısmı bunun da külfeti gibi geliyor bana.
Yüksek lisansa başladığın zaman yine yurtta mı kalıyordun?
Yüksek lisansın bir kısmı yurtta bir kısmı evde geçti. Kadıköy’de yaşadım hala da orada yaşamaktayım. Yüksek lisans çok kafa açıcıydı, iyi bir okulda yaptım. Hem akademik anlamda hem kendi kişiliğim anlamında çok farklıydı. Özel okuldan sonra devlet üniversitesine gitmek, daha da farklı insanlarla daha da farklı perspektiflerle tanışmak beni acayip değiştirdi. Birçok düşüncem değişti, sola bakışım sağa bakışım değişti ve bunların bu tip kimlikler etiketler üzerinden değil insan olma hali üzerinden değerlendirilmesi gerektiği hakkında yetiler geliştirmeye başladım. Bugüne kadar aslında geliştiremediğim şeylerdi. Tabii ki bu ne kadar erken o kadar iyi, üniversitede tohumlarını attılar bana ama yüksek lisansta gerçekten yüzleştim. Dolayısıyla yüksek lisanstan sonra özellikle, dernek hayatım da bitmişti, çok fazla Müslüman arkadaşım çok fazla farklı çevrelerden arkadaşım olmaya başladı. Çok fazla farklı ortamlara girmeye başladım. Farklı siyasî meselelerin de farkına varmaya başladım. Sadece LGBT’den bahsederken diğer üniversitede, şimdi artık Kürt, Ermeni meselesi, Alevilik hikayesi, engelliler gibi başka meselelerin de olduğunu, televizyonu açtığında çok da görmediğin ya da farklı lanse edilen şeylerin farklı tartışma ortamında tartışabileceğini ve bunların da farklı kimlikler olduğunu gördüm. Böyle bir aydınlanma haliydi benim için. Sol da benim gözümde başka bir yerdeydi, kapalı bir kadın da başka bir yerdeydi, muhafazakâr bir çevreden gelen çember sakallı bir adam da başka bir yerdeydi benim için, Alevilik hakkında hiçbir fikrim yoktu… Onlarla aynı masaya oturup tartışmalı konuları nasıl tartışabileceğimi, hangi usturupla yanlış kelimeler seçmeden nasıl masaya yatırabileceğimi öğrenmeye başladım. Bu zor bir şey. İlk defa bir eşcinsel görüyorsun, “ne kadar kadınsı” diyorsun acaba böyle mi şöyle mi diye düşünüyorsun, sonra öğrendikçe “sexual orientation” (cinsel yönelim) diyorsun başka bir şey diyorsun anlamaya çalışıyorsun, bir sonraki aşama onu eşcinsel olarak tanımlamayıp sadece benim arkadaşım Ali diye tanımlayıp yanına oturmaya başlıyorsun hiç bununla ilgilenmiyorsun. Bu süreç üniversitede başladı yüksek lisansta pekişti. Yetiden kastım biraz bu. Hem haklarını kabul etmek hem onlarla iletişim kurmak başka dertler olduğunu dinlemek… Sadece antisemitizm olmadığını öğreniyorsun mesela dünyada. Antisemitizm gibi bir sürü nefret suçu var bunu görüyorsun.
Peki, İstanbul’da tek başına kaldığında Şabat’a bakar mıydın?
Ben bakmazdım. Bütün Cumaları çok yakın bir arkadaşımın evinde geçirdim. Kendi isteğimle ve onların davetiyle oraya giderdim. Cuma akşamları büyük aile yemeklerinden mahrum kalmadım. Bir 7-8 yıl devam etti bu sonra ben Kadıköy’e taşındım, uzaklaştık, sonra ben evlendim falan başka hikayeler oldu. Gittiğim arkadaşımın evi biraz daha geleneklerine bağlı bir aileydi ve benim ailemden gördüğümden daha fazla dinî öğe gördüm. Bayramları da oradaydım. Onlara karşı minnettar hissederim mesela.
Hiç Müslüman biriyle birlikte oldun mu?
Birçok kişinin bilmediği halde evet oldum. Üniversite ortamında tanıştığım biriydi. Onun ailesiyle tanışmadım ama beni kabul etmeyeceklerdi muhtemelen çünkü çok muhafazakâr bir aileydi. Erkek arkadaşım öyle olmamasına rağmen aile çok muhafazakardı. Ben de kendi tarafıma söyleyemiyordum. Bugün olsa söylerim bu arada, o zamanlar daha küçüktüm. O da kendi tarafına söyleyemiyordu. Ve başka sebeplerle ayrıldık ama ucunda bu yüzleşme kısmını atlatamayacağımız bir ilişkimiz olduğunu gördüğümüz için ayrıldık. Çünkü bunun bir yüzleşme gerektirdiğinin iki taraf da farkındaydı. Hatta onun tarafı için daha zordu bence. İçki içmeyen, annesi kapalı olan bir aileydi. İlişki iyi gider ve “ben bunu göze alıyorum bu savaşı vermeye hazırım” dersin ve devam edersin ama ilişki zaten öyle bir ilişki değildi. Çok yakın çevrem bildi bunu, çoğu arkadaşım hala bilmez.
Gelelim evliliğe. Eşinle nasıl tanıştın?
Bir arkadaş bağlantısıyla tanıştım. Hiç beklenmeyen bir şeydi. O Yahudi olmasına rağmen hiç Yahudi cemaati içinde olmayan biri. Şans eseri Yahudi. Hiç alakası yok. Ben de bir o kadar içinden büyümüş biriydim. Hiç böyle birinin tanıştırması vasıtasıyla biriyle tanışıp yemeğe çıkacağım falan, hiç aklımda olmayan şeylerdi bunlar. Hiç kabul edemeyeceğim şeylerdi. Bir şekilde oldu. Bu ilkti ve tekti öyle diyeyim. Burada tanıştık. O buralı, Sefarad. Şimdi Kadıköy’de birlikte yaşıyoruz.
Evlilikle neler değişti hayatında?
İkinci bir ailem oldu. Zaten evlenmeden önce bir süre birlikte yaşadık. Erkek tarafının hiçbir derdi yoktu bu konuyla ilgili. Kız tarafında biraz dirençle karşılaştım. Ama “artık 25 yaşından büyük bir kadınım, zaten senelerdir sizden ayrı yaşıyorum, zaten burada gün içinde ne yaptığımdan haberiniz yok. Dolayısıyla ben size alenen söylüyorum ki bu adamla birlikteyim ve bu adamla aynı evdeyim. Bilmedik yerlerde değilim. Hayat kurmayı düşündüğüm biriyleyim. Bunu bir süre böyle deneyelim demiştim. Tabii ki ilk başta olmadı. İkinci denememde aynı evde yaşamaya başladık. Bugün olsa hayatta dinlemezdim annemi. Direkt başlardım yaşamaya. Ama öğreniyorsun yaş aldıkça. Dolayısıyla evde neyin sorumluluğunu, nasıl bölüşüleceğini görmüştüm evlenmeden önce. Ve o konuda mutluydum. Kısmen feminist bir kanattan da geldiğim için bütün ev işinin kadına yığıldığı, buz dolabında sürekli börekitasların durduğu bir ev hiçbir zaman hayal etmemiştim. Dolayısıyla evimde de eşit iş bölümü, birbirine saygılı bir karı koca var. Beraber de yaşadığım için öncesinde, evlilikle hayatımda hiçbir şey değişmedi. Ne çeyiz istedim ne bir şey istedim. Kurulu düzenimi bozmaya niyetim yoktu. Ne değişti? Biz evlenip, eve geri döndük. Bir şey değişti, sehpa aldım salona. (gülüşmeler)
Beraber yaşamaya başladığınızdan itibaren Şabat’a bakar mıydınız?
İkimiz de hiç bakmıyoruz. Evde de hiçbir şey yapılmıyor. İşi dolayısıyla bizim yemek saatlerimiz vesaire her şey çok düzensiz. Bu bakımdan hiç uygun değiliz Şabat yemekleri yemeye. Kendi kayınvalideme ya da anneme gidemediğimiz bir durumdayız. Bir de bende o kayış bir koptu ki ne koptu. Ne zaman koptu biliyor musun? Yüksek lisansta koptu. Dayandığın kimliğin çatırdamaya başladığını hissettiğin anda uyguladığın pratikleri de değiştirmeye başlıyorsun. Ben o anda pratiklerimi değiştirmeye başladım. Mesela oruç tutmamaya başladım, o zamana kadar net her yıl tutardım. Bir tek Hanukiya yakıyorum. Güzel bir hissiyat veriyor çünkü bana. Şabat mumu yakardım. Yurt odasında yaktığımı hatırlıyorum. Şimdi yakmıyorum. Cuma akşamı hep beraber bir yerde yemek çok çok önemliydi artık o da yok mesela. Kayınvalide tarafı da ortalama uygulayıcıydı. Onlara gitmiyoruz diye hiç baskı yapmadılar. Rahatım o konuda.
Peki, gündelik hayatında ismini değiştirmek zorunda kaldın mı?
Starbucks’ta hiçbir zaman adımı kullanmıyorum, kullanamıyorum çünkü bir kerede olmuyor hiç. Mümkün olan yerlerde soyadımı kısaltarak kullanmayı tercih ediyorum. O kadar sık yapmıyorum aslında bunu, yazmak zorunda kaldılarsa ve bu resmî bir makam değilse, polis, muhtar gibi değilse evet değiştiriyorum çünkü anlamaları ve yazmaları çok uzun sürüyor. Bu çok pragmatik bir sebepten. Benim Yahudi olduğumu anlamasınlar diye değil. Gündelik hayatta en çok maruz kaldığım soru “Türk müsün?”. En komiği, bir olay yüzünden polise kimliğimi göstermek zorunda kaldığım an oldu, polis T.C. kimliğimi elinde tutuyor, ismime baktı ve “Türk müsün?” dedi. Nüfus kağıdım elinde artık daha neyi sorguluyorsun? Dolayısıyla bu karşılaştığım bir şey ama hangi ortama girdiğin kiminle karşılaştığın çok önemli. Örneğin Fatih’te mi dolaşıyorsun Etiler’de mi? Sürekli maruz kalıyorum diyemem. Artık kanıksıyorsun, bununla nasıl başa çıkacağını öğreniyorsun, ilk başta çok şaşırıyorsun sonra anlatıyorsun, bazen sabrın olmuyor evet ya diyor geçiyorsun. Ama çok büyük bir dert olarak anlatmıyorum bunu. Dışarıdan anlatınca çok otantik geliyor ama öyle değil yani. Daha başka dertler var. Bu biraz tanınma meselesi, beni tanımıyorsa tanımasın ben öğretmeyeceğim 60 yaşındaki adama Yahudi’nin Türkiye vatandaşı olabileceğini.
Sen Türkiye vatandaşı olarak kendini burada güvende hissediyor musun?
Ben kadın kimliğimle hiç güvende hissetmiyorum kendimi. Bu apayrı bence. Hele genç bir kadın olarak daha da zorlu hayat. Şu etapta Yahudi kimliğimle kendimi güvende hissetmediğimi söyleyemem. Çünkü daha büyük sorunları olan, daha güvende hissetmeyen kimlikler var ama şey hissiyatı var, sinagoglar bombalanıyor, insanlar ölüyor. Neve Şalom duvarına “yakılacak mekân” yazılıyor. Bir gün bir kanalı açıyorsun çok antisemit bir söylemle karşılaşıyorsun… Bana özgü bir şey değil ama benim içinde olduğumu düşündükleri topluma, bir şeyler diyorlar. Dolayısıyla bir gün bu bana da gelir mi tedirginliği var. Her gün kaygılardan öldüğüm bir tedirginlik değil ama bu. Yarın beni öldüreceklerini, beni kovacaklarını, beni kaçıracaklarını düşünmüyorum. Ama biliyorum ki belli yerlere çıkamazsın bu toplumda, belli yerlere gelemezsin, belli yerlerde bazen isminden dolayı dışarı atılabilirsin, bazen de isminden dolayı seni sarmalayabilirler. İşin o tarafı da var. Sadece kurulda hadi Yahudi olsun diye seni koydukları yerler var. Dolayısıyla sadece olumsuzluğu getirmiyor yani.
Peki kendini özgür hissediyor musun diye sorsam? Bir kadın olarak, bir Yahudi olarak?
Son zamanlarda çok özgür hissetmiyorum çünkü konuşmak, çıkıp bir yerde bir şey söylemek, herhangi bir konu hakkında konuşmak, Yahudi olduğunu alenen sokakta bağırmak vesaire bunlar hiç mümkün olmayan şeyler gibi şu anda. O anlamda tabii ki özgür hissetmiyorum. Kadın olma hali de bana özgür hissettirmiyor. Artık daha erken eve dönüyorum, daha az karanlıkta sokakta dolaşıyorum. Genç olma hali de özgür hissettirmiyor. Eskiden, daha fazla platform vardı konuşabileceği gençlerin. Daha fazla ön plana çıkabiliyordu. Şimdi sanki daha az alan kaldı. Onlar da özgür hissettirmiyor. Yer yer sıkışmışlık hissiyatında mıyım? Evet. Birçok arkadaşım bu ülkeyi terk etti mi? Evet. Özgür hissettiğim yerler az.
Gitmeyi düşündün mü hiç?
Şu anda hayır. İstanbul’u sevmiyorum. O konuda çok netim artık. Mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaşmak istiyorum büyükşehir olduğu için. İzmir’i çok özlüyorum. Daha küçük, daha sevimli, daha samimi, daha yavaş geliyor o şehir bana. Türkiye’nin taşını, toprağını, denizini, fiziksel özelliklerini sevdiğimden değil ama içinde daha güzel bir hayatın var olabileceğine inanıyorum. Daha eşit bir hayat için mücadele etmek konusunda elimden geleni yapıyorum. Burası bana ait bir ülke değil ve ben giderim her şey burada kötüye gidiyorsa kafasında değilim. Burada mücadeleyi son ana kadar sürdürmek gerektiğini düşünüyorum. Evet, bir bağım var Türkiye ile. Gönül bağı mı dersin? Bilmiyorum. Bir yandan Türkiye’nin ne derdi bitiyor ne sürprizleri bitiyor. Bir sosyal bilimci olarak mükemmel bir data hazinesi. Üç yıl önceki kadınla, üç yıl sonraki kadın aynı yerde değil. Hiçbir azınlığın sosyal hayatı aynı yerde değil. Burası dilini bildiğim, kendimi net bir şekilde ifade edebildiğim, insanına değer verdiğim bir yer. Tarihiyle, kültürüyle, politikasıyla… Bilmediğin kültür başka bir şey, zor bir şey. İsrail’e turistik gittim mesela çok defa. Hem kendi gördüğüm deneyimle hem de yeni giden bir sürü insanın deneyimiyle söylemek gerekirse çok daha özgür bir yer olduğundan, LGBTİ olsun vesaire olsun çok daha haklara saygılı bir yer olduğundan, çocuğunu büyütmek için çok güzel bir alan olduğundan, sağlık olsun çocuğun ücretsiz eğitimi olsun bir sürü hakkının olduğundan bahsedebilirim. Bu iyi tarafı. Diğer yandan hayatın pahalılığı, politik konumu, hem Orta Doğu’nun ortasında olmasının getirdiği sorunlar hem Filistin İsrail mücadelesinin devam ediyor oluşu ve içeride bunun her türlü yansımasının görülmesi… Dinî ya da siyasî bazı politikaların beni rahatsız ettiğini hissediyorum. Dolayısıyla orası benim için hemen gidebileceğim bir yer olmamaya başlıyor. İsrail olsun başka bir yer olsun. Hele de bir kurulu düzenin varsa herhangi bir yerde, sıfırdan hayat kurmanın zorluğunu kendi arkadaşlarımın gidişlerinden görebiliyor ve kısmen deneyimleyebiliyorum. Burada kalmak şu anda daha kolay daha iyi geliyor. İlla yaşayacaksam bir Avrupa ülkesinde yaşayabilirim gibi geliyor bir yandan da.
İspanya veya Portekiz vatandaşlığına başvurdun mu?
Portekiz’e başvurdum. Bekliyorum hala. Bundaki sebebim ikinci bir pasaport her zaman iyidir. Schengen vizesi almak zorunda kalmadığımız bir hayat ne mutlu olurdu. Yarın, öbür gün, bir iş imkânı çıktığı zaman çalışma vizesiyle uğraşmadan direkt işe alınabilmek ve AB içerisinde herhangi bir ülkede ben bugün burada yaşamak istiyorum demek istediğim zaman hiçbir bürokratik engelle karşılaşmamak.
Yahudiliği nasıl tanımlıyorsun?
Bir sosyal ağı var benim hayatımda, sosyal çevresi hala çok baskın bir şekilde var. Gelenekler hayatımda pratik etme anlamında yok belki ama kafamda o gün neler yapılması gerektiği var ve bir gün fırsat olduğunda yapabilirim dediğim şeyler bunlar. Dinen hiçbir şey hissetmiyorum artık. Din konusu bende kapanmış durumda. Bir kimlik, bir kültür, bir gelenek gibi var bende Yahudilik daha çok. Ve ismimim bas bas bağırması hikayesi var tabii ki. İnsanlar bana Yahudi’sin dedikçe bir daha bir daha Yahudi’yim evet dediğim bir durum. Yeniden üretiliyor sürekli, sen istemesen de o kalıba sokulmaya çalışılıyorsun.
Yahudi ve Musevi kelimeleri arasında ne gibi bir fark var senin için?
Zamanında çok okudum, sonra tekrar unutup ilk bilgime geri döndüm. Bir gün biri bana dedi ki, Musevi kelimesi Atatürk’ün zamanında Yahudilere karşı antisemit söylemlerin üretildiği dönemde, Musa’dan gelen Musevi diye üretilmiş ve sadece Türkçede olan bir kelime. “Jew” var “Jewish” var daha yok neticede. Dolayısıyla bu, birileri beni dışarda bırakmasın diye üretilmiş bir kelime. Benim kendime koyduğum isim Yahudi ve Yahudi’yi kabul ediyorum. Musevi’yi hiç kullanmamaya gayret ediyorum.
Sen kimliğini annenden farklı yaşadığını düşünüyor musun?
Kesinlikle. O daha uygulayıcıydı daha gelenekseldi. Hele anneannemle başlarsak, onlar bambaşka bir nesilden geliyor. Bir sürü şeyi onlardan öğrendik. Eksile, eksile devam ettiriyoruz. Bir dönem ekleye, ekleye devam edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Şimdi öyle bir dönemdeyim ki eksilte, eksilte daha çıplak bir hale getirmeye başladım.
Bir sosyal bilimci olarak azınlık olma haliyle ilgili neler söyleyebilirsin?
Azınlık olma hali çok birlikte kurulan bir şey. Hem sen kendi içinde ben azınlığım deyip kuruyorsun, farklılaştırıyor ve geniş toplumla arana mesafe koyuyorsun, hem de bu durum çoğunluğun seni oraya atma haliyle yürüyen bir şey. İyi anlamda da kötü anlamda da bu karşılıklı yürüyen bir süreç. Azınlık ve çoğunluk dediğim, bu kelimeleri kullandığım sürece zaten birbirinden ayrıştırdığımız süreçler. Onun dışında azınlık politikası konusunda koskoca bir tarihi olan, yer yer değişen bir şey gibi geliyor bana.
“Biliyorum ki belli yerlere çıkamazsın bu toplumda. Belli yerlere gelemezsin. Belli yerlerde bazen isminden dolayı dışarı atılabilirsin, bazen de isminden dolayı seni sarmalayabilirler. İşin o tarafı da var.”
Lena’yla, yüksek lisansını yaptığı üniversitede, akşam saatlerinde, bir ders çıkışında buluştuk. O, görüşmemize başlamadan önce ettiğimiz sohbet sırasında, kendisi için aklına rastgele gelen Lena ismini seçti.
İzmir doğumlu olan Lena’nın ailesi Sefarad. Lena; eğitim hayatına İzmir’deki Musevi okulunda başlamış. İlkokul beşinci sınıftayken, değişen eğitim sistemi dolayısıyla kapanan Musevi okulundan ayrılarak bir devlet ortaokuluna devam etmiş. O döneme kadar, Lena’nın arkadaş çevresini dernek ortamından Yahudiler oluştururken, burada ilk defa Müslüman bir çevre içine girmiş. Ortaokulun ardından, Anadolu lisesine başlayan Lena için lise yılları ise oldukça önemli bir dönüm noktası. Farklı birçok ideolojik görüşten insanı barındıran lise, Lena’nın da politikayla tanıştığı ilk yer olmuş. İstanbul’a özel bir üniversite kazanarak gelen Lena, yüksek lisansa da burada devam etmiş. Girdiği üniversitenin de hayatında yine adeta bir dönüm noktası olduğunu anlatan Lena için, üniversite, birçok farklı kültürden, farklı dinden, farklı düşünceden insanın bir araya geldiği ve bu sebeple de pek çok konuya bakışının değiştiği bir yer.
İstanbul’a gelmesi ile buradaki dernek hayatına geçiş yapan Lena, iki cemaat arasındaki farklılıkları da değişik perspektiflerden ele alarak anlatıyordu. Onun bakış açısı ve farklı perspektiflerden olaylara bakabilmesinin altında ise kuşkusuz bir sosyal bilimci olması yatıyordu. Lena, sosyal bilimci olmayı seçmesinde azınlık kimliğinin bir etkisinin olmadığını düşünüyordu. Bir insana, onun Yahudi ya da benzeri kimlikleriyle değil, yalnızca insan oluşuyla yaklaşmanın önemini vurgulayan Lena, için çoğunluk toplumuyla temas da son derece önemli bir konuydu. Ona göre bu temas ne kadar erken başlarsa o kadar iyiydi. Daha fazlası için sözü ona bırakıyorum…
Nerelisin Lena?
İzmirliyim ben. Doğma, büyüme. İstanbul’a sonra geldim.
İsmin geleneğe göre mi konulmuş?
Benim ismim babaannemden geliyor. Bir harf eksiliyor biri artıyor. Anne baba kararıyla geleneğe göre konulmuş. Büyüklere saygı unsuru çerçevesinde bize de aynı isimleri koyup devam etmişler.
Ailen, sen, Şabat’a bakar mıydınız?
Ailenin büyükleri yaşadığı sürece babaannemlerin evinde toplaşmalar sürekli olurdu. Onları hatırlıyorum. Torunlar olarak bir araya gelip kudurduğumuz günlerdi. Şabat mumu yaktığımızı çok nadir hatırlıyorum evde. Şarap kaldırıp dua edildiğini hiç hatırlamıyorum. Bizim için Şabat yemeği çok uzun sofraların kurulduğu, hep beraber vakit geçirdiğimiz hoşça sohbet edilen, birbirini hayatın hakkında güncelleyebildiğin bir yerdi. Bir sürü kuzendik, yaşlarımız da elveriyordu birbirimizle oynamaya. Bizim için oyun gecesiydi o. O yüzden o Şabat kutsallığı falan yok benim kafamda. Anneanne tarafı İzmir’e taşındıktan sonra anneanneye de gittik. Bir sırası yoktu karışık gidiyorduk. O da aynı şekilde Cuma sofraları kurardı. Dedem biraz daha fazla bakardı. Mesela şarap için dua edilmezdi ama o masaya şarap gelirdi. Sosyal bir din vardı bizim evde. Toplaşma hikayesiydi. Hanuka’da mum yakmak önemliydi çünkü bir arada dört kişi mum yakardık evde. Ya da Purim’de yapılan yemeklere dikkat edilirdi. Pesah’ta mutlaka beş altı tane sebzeli fritada olurdu masada.
Kaşeruta bakılır mıydı?
Bakılmadı hiç bizim evde. Anneannem sadece kaşer et alırdı. O kasaptan kaşer et sokulurdu eve ama tavuk Migros’tan alınabilirdi. Bu sadece kasaba destek olma hikayesiydi. Onun dışında Kaşerut hikayesi hiç konuşulmazdı bizim evde.
Peki Ladino konuşulur muydu?
Babaannem Türkçe bilmezdi, Türkçeyi torunlarıyla öğrendi. Bizimle iletişim kurabilmek için öğrendi Türkçeyi kadın. Çok teklerdi. Hep oğullarıyla kocasıyla Ladino konuşurdu. Dedem Alzheimer oldu. Vefat etmeden önce Alzheimer seviye seviye her şeyi götürdü ve bir yerde Türkçeyi de götürdü. Ladino devam etti. Muhtemelen anadili Türkçe değildi. Hala halalarım falan çok konuşurlar. Anneanne tarafında anneanne, dede bilir. Annem de öğrenmiş ama konuşmaz. Ama ne zaman ki çekirdek ailede gizli bir şeyler konuşulacak, annem ve babam Ladino konuşur. “El chikitika” derlerse falan biliriz ki benden ve kardeşimden bahsediliyor. Gizli olunca Ladino konuşulur. Dolayısıyla bize hiç öğretilmedi. Kelimelere sahibim ama, çoğunlukla küfür ve dedikodu kelimelerine hakimim. Çünkü onlar gündelik dilde de kullanılıyor.
Annen öğrenmiş ama konuşmuyor. Niye?
Babamla aralarında konuşuyor dediğim şöyle; babam genelde konuşuyor, annem de birkaç cümleyle kelimeyle ona ayak uyduruyor. Karşılıklı konuşulmuyor. Bizim hakkımızda birbirlerine bir şey söylüyorlar. Onun konuşmama hikayesi de muhtemelen Anadolu’nun küçük bir şehrinden gelme durumundan. Daha kapalı bir geniş toplum var. Dolayısıyla etrafta Yahudi olduğun çok belli olmuyor, İsimler daha Türk isimlerine benziyor. Yahudi gelenekten gelen isim konmuyor. Çok ortalıkta dolaşılmıyor ve mümkünse etrafta çok konuşulmuyor. İzmir bu konuda biraz daha rahat. Babamlar “mahallede Ladino bağırırdık” diye anlatırken annemde hiç böyle hikayeler yok. Onun için daha ev içi bir dil, dışarıda konuşulmayan bir şey.
Ladino’nun günümüzdeki durumuyla ilgili neler söyleyebilirsin?
Çok şeyler yazıldı çizildi bu konuda. Yahudi bir kadın olarak konuşmak gerekirse üzücü ki annemden bana geçmedi, keşke geçseydi ve bu gelenek devam etseydi. Ama neden geçmediği hakkında bir fikrimiz var, bu hikâyenin nasıl buraya geldiği hakkında da. Bu ülkede yaşadığın olaylarla bağlantılı. Dil çok çabuk senin kim olduğunu ele veren bir şey. Öğrenme ihtiyacı duymuyorum ama bir yandan. Gidip böyle bir vakit harcayacaksam bunu geleneklerimi devam ettirmek adına değil de, gidip İspanyolca öğrenirim. Gidip İngilizcemi geliştiririm. Ama bazen şey koyuyor, büyüklerden birisi Ladino bir şey söylüyor ve sen bütün muhabbeti kaçırıyorsun. Keşke bilseydim arkada olsaydı da bir yerden yakalasaydım diyorsun.
Gelelim eğitim hayatına. Eğitime nerede başladın?
O zaman Yahudi okulu vardı, İzmir Musevi Okulu. Anaokulundan beşe kadar oradaydım. Biz beşinci sınıfı bitirirken sekiz yıllık eğitim furyası gelmişti ve o okulun dayanacak gücü yoktu. Dolayısıyla okulu kapattılar. Bir sürü arkadaşım Saint-Joseph gibi özel okullara gitti, ben ve birkaç kuzenim devlet okulunda devam ettik. Karışık bir okuldu dolayısıyla ilk Yahudi arkadaşlarımdan ayrılışım aslında altıncı sınıfta başladı. Bu döneme kadar hep derneklerin içindeydim. Arkadaşlarım hep oradandı, hiç komşu çocuğu yoktu arkadaş olduğum, çocukluk arkadaşı diye anlatabileceğim. Hep Yahudi ağı içindeydim. Altıncı sınıfta değişti benim için. Başkalarının evlerine gitmeler başladı, annem tereddüt etmişti hatta yollarken. “Kim olduğunu bilmiyoruz” derdi.
Nasıl bir değişiklik oldu bu?
Şok gibi değildi ama farklı bir yere gittiğimi biliyordum. Mesela bir kız arkadaşımın evine gittim. Orta sınıf bir aileydi diyebilirim. Her yer halı kaplıydı evde. Salonun kapısı kapalı ve sadece misafirlere açıktı. Biz eve girdiğimizde salona girmemize izin verilmemişti. Ben de çok merak etmiştim ne var orada diye arkadaşım da kapıyı açıp göstermişti. Benim evimde her yere girilebilir, her yerde oturulabilir, salonda yemek yenilebilir. Her yer açık yani. Mesela anneme gidip anlatmıştım “böyle kapalı bir salon var orası çok ilginçti her yer halı kaplıydı, herkes çoraplarıyla yürüyordu” diye. Sonra lahana sarmasıyla karşılaştım. Hiç bizim evde yapılan bir şey değildi, farklı yemekleri ben onlarla öğrenmeye başlamıştım. Mercimek köftesinin evde yapıldığını görmemiştim hiç. Anne lahana sarsana diye senelerce annemin başının etini yediğimi biliyorum. Bunun adını farklı koymak da biraz yanlış belki ama, bizde olmayan, evimde görmediğim şeylerdi. Bir de 10-12 yaşındaki bir çocuk kafasıyla başka şeyler görmeye başlamıştım. Hem giyim hem kültür hem müzik anlamında hem de ev dekorasyonu vesaire anlamında. Çünkü daha önce gittiğim İzmir’deki Yahudi evleri hep aynıydı. Hep birbirine benziyordu.
Farklı mı hissettin?
Farklı hissetmedim. Hiçbir zaman ben Yahudi’yim ben özelim gibi bir düşüncem yoktu. Bu çok verilen bir mesajdı bizde. Yahudi’sin, özelsin, farklısın. Ama kendi samimiyet kurduğum arkadaşlıklarda hiç böyle bir pozisyonlama olmadı, ben onlardan daha özelim daha farklıyım falan gibi hissetmedim. Çok küçüktük, fiziksel olarak bir ayrımın yok Müslüman Yahudi Hıristiyan diye. Bunu ortaya koymadan da devam edebiliyorsun. Derneklere gidiyordum aynı zamanda. Folklor yapıyorduk, derneklerin içinde faaliyetlere katılıyorduk… Ortaokulda Müslüman bir erkekten hoşlanmıştım. Nasıl söyleyeceğiz diye düşünüyorduk. Çok net hatırlıyorum bana kalp şeklinde bir oyuncak vermişti. Yaş 12-13 tabii bu arada. İlk erkekle kızın bir arada oturduğu birbirine hissiyat duyduğu zamanlar ve kafamın arkasında hep o baskıyı hissediyordum; bu çocuk Müslüman ve yanlış, yanlış, yanlış! Bu çok yankılandı. Çıkmamıştım o çocukla. Onun Yahudi olmamla bir derdi yoktu. Annemler bunu hiç bilmedi. Yahudi arkadaşlarıma da anlatmamıştım. Ortaokuldaki Müslüman arkadaşlarım biliyordu sadece.
Özel ve farklı olduğun verilen bir mesaj demiştin. Kim tarafından verildi bu mesaj?
Spesifik bir yeri işaret edemem ama verilen mesajların altında böyle bir şey yatıyordu hep. “Onlar anlamaz, onlar bilmiyordur” … Hep böyle bir konumlandırma vardı. Bunu sadece aileme yükleyemem. Aynı şekilde sadece sinagog ya da dernek diyemem ama bütün sosyalizasyon sürecimde bu aldığım bir mesajdı.
Dernek eğitimine ne zaman başladın?
Hatırlamayacağım kadar küçük bir zamanda başladım. O kadar canavar bir çocuktum ki annem mümkün olan her yere gönderdi. Bu çok uzunca zaman da devam etti. Onlar, beni mezun edene kadar ben oradaydım. Daha sonrasında orada çok uzunca süreler bulundum. Artık yaşın doldu dedikleri noktada ayrıldım ben oradan, sanırım 23-24 yaşlarındaydım.
Peki, liseye gelelim. Nasıldı lise hayatı?
İyi bir Anadolu lisesi kazandım ailem gönderdi hemen. Orası çok ilginç, o dönem çok baskın olmamasına rağmen çok fazla sağ düşüncenin olduğu bir liseydi. Benim ilk politikayla tanışma hikayem öyle oldu. Çok fazla ülkü ocaklarının üyesi olan öğrenciler vardı içeride. Hocaların arasında da vardı. Ve bunu hissedebiliyordun; duruşlarıyla, giyimleriyle, fiziksel görünümlerindeki detaylarla, vesaireyle okunan kodlardı ve hiç saklanmayan şeylerdi. Solcu dövüldüğünü ilk orada gördüm. 80’in politikasını anlatmıyorum tabii ama İzmir için değişikti, Kemalist değildi bir kere. En başta İzmir’de çok başka bir Atatürk hikayesiyle büyürken orada o yoktu, başka bir şey vardı. Büyük bir erkek grubu vardı ki böyle geçiniyordu. Benim bir Yahudi olarak hayatta kalmam gerektiğini öğrendiğim bir yerdi orası. Erkeklerle aram her zaman iyiydi, inek öğrenciydim ve kopya verirdim. İyi iletişim kurardım, beni severlerdi, koruyup kollarlardı. Yan sınıf sınıfı bastığı zaman, beni ortaya atmaz beni de onlardan sayarlardı. Yahudiliğimi hiç saklamadım, zaten ismim soy ismim bağırıyordu. Beni kollayıp kollarlardı bu olduğunda. Orada öğrendim başka bir yerde yaşadığımı; o küçük dernek, “bizler”, “biz bize”, Yahudi toplumu vesairenin dışında bir şey var ve sen kendi kimliğinle bunun içinde var olmak istiyorsan belli stratejiler belirlemen gerekiyor. İyi yaptım, kötü yaptım tartışılır ama böyle bir gerçekliğin farkına vardığım yer liseydi. Bir tane lise öğretmenim vardı, benim ortalamam 84 gelmişti, beni yanıma çağırdı biliyordu not ortalamamı önemsediğimi, inek bir öğrenciydim çünkü. Dedi ki “notunu 85 yaparım ama Türkçülüğün Esasları Ziya Gökalp’i okuyup özetleyip bana ödev hazırlayacaksın”, bir puan içindi bu. Anlamadım, fikrim yoktu neden bahsettiği hakkında, lisenin başlarıydı henüz. Bir yerde sınıfta bir gül suyu konusu geçmişti. Ben de gül suyu kokusundan şahsen hoşlanmam. Kültürel konotasyonu hakkında hiçbir fikrim yok, sonradan öğrendim camiler onunla yıkanırmış, Müslümanlıkta önemli bir yere sahipmiş, muhallebinin içine şöyle atılırmış falan filan. Benim hiçbir fikrim yoktu ve gülsuyu muhabbeti geçtiğinde “ıyy gül suyu mu” gibi bir tepki vermiştim. Bu adam da bunu duydu ve beni sınıfta haşladı “sen gülsuyunun ne olduğunu bilir misin peygamberimiz…” falan filan diye anlatmaya başladı. Eyvallah dedim herhalde yanlış bir şey dedim. Anneme geldim sordum “deme öyle şeyler kızım” dedi. Sonra bu 84-85 meselesi çıkınca Türkçülüğün Esaslarını bir oku bakalım sen dedi. Tabii ki o kitap tam okunmadı tabii ki internetten özetleri kopyalandı vesaire yapıldı, ama o sembol çok büyüktü. Türkçülüğün Esasları okutuldu… Lise zordu. Hem eğlenceliydi hem zordu. Çünkü bir yerden sonra öğrenince nasıl hayatta kalacağını, her işim oluyordu. Çok yüksek popülasyonlu bir erkek sınıfının içindeydim hayatta kaldım bir şekilde. Ama şeyi gördüm, o politika dediğin şey başka bir şeymiş, sadece Kemalizm’den Atatürk’ten bahsetmiyormuşsun başka şeyler de varmış, sol diye bir şey varmış dövülüyorlarmış falan… Bunlar benim için çok yeniydi çünkü Yahudi cemaatinde çok politika konuşulmazdı İzmir’de.
“İsmim, soy ismim Yahudiliğimi bağırıyordu” dedin. İsminden dolayı bir şey yaşadın mı?
Hayır. Sokakta benim sosyalleştiğim çevre Yahudi çevresiydi. Ortaokulda Müslüman arkadaşlarıma gidip gelmelerim olmuştu ama lise arkadaşlarımla maksimum rakıya gittim. Hafta sonu sosyalleştiğim kitle yine dönüp dolaşıp ilkokulda tanıştığım insanlardı. Dolayısıyla sosyal çevremde hiç kötü bir şey yaşamadım. Hep aynı yerde dolaşıyorduk, hep aynı kişiler vardı. Çok Yahudi’nin yaşadığı bir yerde mahalle mektebi tarzı bir yere gittiğim ve herkesin bir Yahudi komşusu olduğu için öyle bir şey yaşamadım. Kardeşimin başına geldi, hocası mahvetti onu okulda. “Sen farklısın kızım sen Yahudi’sin kızım” lafları olmuştu. Annem okulu bastı, müdüre şikâyet etti ve hocanın yolu gözüktü. Kafa olarak açık bir okuldu, o hocadan sonra bir şey olmadı.
Peki liseye geri dönersek, ailenin Müslüman birine kapılırsın endişesi var mıydı?
Lisedeyken lise dışından Yahudi erkek arkadaşlarım oldu. Benim otokontrolüm çok kuvvetliydi. Yine dönüp kendi dernek çevremden vesaireden erkek arkadaşlarım oldu. Dolayısıyla annem hiçbir gün beni uyarmak zorunda kalmadı. Ama her zaman arkadaş grubumun izlediğinin farkındaydım, kimlerle takılıyor ne yapıyor ne ediyor, nereye gidiyor, yeni biri olduğu zaman bu kim, eğer ki Müslüman biriyle çıkacaksam arkadaşların kim… Annem de kontrollü bir anneydi, bilirdi kimle ne yaptığımı hiçbir uyarı almadım. Bir de dediğim gibi benim otokontrolüm yüksekti, ortaokuldaki o Müslüman çocukla çıkamayacağımı biliyordum. Zaten dernekte asimilasyonu, karışık evliliğin ne kadar yanlış bir şey olduğunu konuşuyorduk küçüklerle. Dolayısıyla zaten dernek içindeki pozisyonum gereği böyle bir şey yapamazdım. Bunun da farkındaydım. Belli anlamlar yüklüyordu orada olmak, o görevi yapmak, birileriyle kimlik hakkında konuşmak…
Aile evinden ilk ne zaman çıktın?
Üniversiteyi kazanmamla. Çalıştım ettim İstanbul’u kazandım ve evde gönderelim mi göndermeyelim mi ne yapalım ne edelimler başladı. Ondan sonra babam acaba göndermesek mi derken annem saçmalama kendi ayakları üzerinde duracak göndereceğiz tabii ki dedi ve sonuç olarak gönderdiler. Kuzenler de gitti İstanbul’a, ailede ilk çıkan da ben değilim dolayısıyla kötü bir şey olmayacağını biliyorlar, çocuk kaybolmadığını biliyorlar. Ama hep tembih şey üzerineydi “burada derneklerdeydin orada da bu bağını kaybetme”. Hep bunun üzerine tembihlendim giderken. Ve kaybetmedim. İzmir’deki derneği bıraktım İstanbul’dakine girdim, orada devam ettim sonra beni mezun ettiler. Aşağı yukarı üniversitenin sonuna kadar içindeydim. Yani hiç kopmadı bağım ta ki son 5 seneye kadar.
Dernekten keyif aldığını anlıyorum bundan. Oradaki eğitim nasıldı?
Bu, ortaokul ve lise döneminde yaparken üzerine düşündüğün bir şey değildi. İçinde bulunurken doğru olarak kabul ettiğin, üzerine konuşmak istediğin, herkesi tırnak içinde aydınlatmak istediğin bir şeydi. Ama üniversiteye geldiğimde eğitimimle de birlikte şey demeye başladım, ya bundan bahsediyoruz ama örneğin Holokost’tan bahsediyoruz ama dünyada başka şeyler de oluyor neden sadece Holokost’tan bahsediyoruz? Birileri sürülmüş, pogrom olmuş. Eee? sadece Yahudiler sürülmüyor ki! Başka şeyler de oluyor. Ya da neden sadece bayramlardan konuşuyoruz? Neden insan hakları üzerine bir şeyler söylemiyoruz? “Propaganda Yahudilere karşı ne kadar kötü” Eee? Başka propagandalar da var. Niye onlar üzerine de konuşmuyoruz? Hep böyle git, gelliydi kafam ve bunu biraz değiştirmeye çalıştım kendi meşrebimde. Bıraktığımda biraz tepkiliydim. Şu an baktığımda o eleştirel düşünceyi oraya ekleyebildiğim için mutluyum. Hiç sorun yaşamadım içeride, genelde beni dinliyorlardı. Fikirlerim kafa açıcı oluyordu. “Böyle düşünmemiştik” diyorlardı. Fikirlerini değiştirmiyordum, sadece renkli bir fikirdim orada. Şeyin ayrımındaydım mesela: karışık evlilik dediğinde senin ailende varsa niye kötülüyorsun? Benim ailemde yoktu ama konuşulan bir şeydi bu. Yaşları çok büyümüş kuzenlerim vardı mesela, “evlenmemişler aman tanrım” falan filan… “E tamam artık, Müslüman da olsa artık evlensin” denirdi. O kötücül bir adımdı, ikincil bir adımdı ve onun mesajını alıyordun. Ama evlenmelerine de tamamdılar. Eee şimdi ben nasıl anlatayım gidip karışık evlilik kötü bir şeydir diye? Kötü bir şey olmadığının farkındasın zaten. Ben şöyle bir çözüm bulmuştum: “karışık evliliğin hiçbir derdi yok ama çocuğunuz doğduğu zaman belli sorunlar yaşayabilirsiniz ve bunun farkında olup bunu yapmak lazım” demiştim küçüklere. Kendimce kalıbına sokmuştum, kelimelerle oynuyordum. Oranın bana açtığı alan kadar dans ediyordum orada.
Üniversite ile İstanbul’a geldiğinde nerede kaldın?
İstanbul’da yurtta kaldım. Hiç sorun yaşamadım. Geldiğim üniversite özel bir üniversiteydi ve çok açıktı. Bu konuların çok rahat konuşulabildiği, LGBTİ örgütünün de içinde yer alabildiği, farklı dinden bir sürü insanın bir araya gelebildiği. Bölümüm itibariyle de çok daha iyi bir yerdeydim. O yüzden hiç bu konuda sıkıntı yaşamadım. Hiçbir zaman da çekinmedim üniversite içinde Yahudi olduğumu ya da ismimi söylemekten. Devlet üniversitesine gidenlerden dinlediğim hikayeler var bu kişilerin hikayesi ilginç. Yahudi bir gencin Müslüman çoğunluklu bir ortama ilk girdiği yerin hangi yaşta olduğu çok önemli. Ben ortaokulda girdim ama bazıları var ki üniversiteye kadar hiç buraya bulaşmamış. Nerede ilk karşılaştın? İlk çarpışma anı hangi yaşta oldu? Ne kadar erken o kadar iyi. Ben mesela ilk Yahudi olduğumu ortaokulda fark ettim. Orada anladım bence, aile içinde farklı bir şeylerden bahsediliyordu; “Bu çocuk ne olacak devlet okuluna gittiğinde? Kim bilir kimlerle karşılaşacak?” gibi cümleler var hafızamda. Ama o zamana kadar “ben Yahudiyim” çok yoktu. Dinen bir şey vardı. Evet ama sosyalleştiğim herkes Yahudiydi. Dolayısıyla diğerinin ne olduğunu bilmiyordum ki. Mesela ilk defa derneğe gitmeyen birileriyle karşılaşıyordum. Bu arada derneğe gitmek saklanır bir şeydi. Derneğe gittiğimi bilmezlerdi. Anlatmazdım gizli bir yer gibiydi.
Derneğe gittiğini söylememek sana tembihlenmiş miydi?
İçeriden tembihlenen bir şeydi diye hatırlıyorum. Gizli saklıydı, hiç derneklerden bahsetmezdim. İşte hafta sonları ne yapıyorsun? Ailemleyim derdim. Ama aslında dernekteyim yani. O biraz saklanan bir şeydi. İstanbul’da biraz aleni konuşuluyor mesela. Tabii insandan insana değişiyor. Ben derneğe gidiyorum diyen de vardı ama genel ortalama saklardı. İstanbul’da ders verirken hiç böyle bir şeyi tembihlediğimizi hatırlamıyorum mesela.
İstanbul’daki cemaat hayatına da dernek sebebiyle direkt girdin bu durumda. Sence İzmir’deki cemaat hayatıyla İstanbul’daki cemaat hayatı arasında fark var mı?
İzmir daha sıcaktı, daha arkadaşçıldı ve daha az rekabet vardı. İstanbul daha ezeli bu konuda. Daha fazla rekabet var. Şimdi bundan bahsedemeyiz tabii dernekler azaldı. Kim daha iyisini yapacak, kim kendini daha çok gösterecek. Bunlar hem dernek anlamında hem kişiler anlamında. O biraz yorucuydu. Bence İzmir’in daha fazla bütçesi vardı. Dolayısıyla istediğin şeyi, hayalini kurduğun bir şeyi daha fazla yapabiliyordun. İstanbul’da bir daha düşünüyordun. Bürokratik anlamda İzmir daha kolaydı, yukarıdan izin almalar eğitim kurumları falan yoktu, biz ne dersek oluyordu genelde, destekliyordu bir üst kuşağın gençleri. Burada iyi bir başkan gelirse destekliyor, karakter olarak, gençlere destek anlamında söylüyorum. Dolayısıyla burada daha fazla adım var aşman gereken, birilerine kendini anlatmalısın, birileri seni kabul etmeli el vermeli… Öyle hissetmiştim İstanbul’da. Bunun dışında bence İzmir daha geleneksel bir toplum. Bu bahsettiğim sosyallikler daha fazla. Ama İstanbul’da da daha çeşitlilik var. Nüfusla da alakalı tabii, daha çeşitli. Hem hiç alakası olmayan adamlar ve kadınlar var mesela. İzmir’de dernekle hiç alakası olmayan kimseyi çok zor bulurdun benim dönemimde. Ama İstanbul’da hiç derneğe uğramamış bir sürü kişi bulursun. İstanbul’da çok dinine bağlı Kaşeruta da bakan bulursun. Ama İzmir’de Şabat’a bakanı parmakla sayarsın. Dolayısıyla nüfus arttıkça o kozmopolitlik daha fazla burada. İstanbul’da çok çeşitlilik var derken bundan bahsediyordum, bir kısım sadece Yahudilerle görüşüp sinagoga gidip bu çevreyle sosyalleşiyor, bir kısım hiç Yahudi cemaatine girmemiş hiçbir fikri olmamış ve bambaşka gruplarla takılıyor, bir de ikisinin ortasında olanlar var. Tek bir İstanbul kuramam ama İzmir biraz daha tek tip, çünkü zaten çok az bir sayıdan bahsediyorum.
İzmir için söylediğin, “onlar anlamaz” mesajı İstanbul’da da var mıydı?
Üst kuşaktan gelen bir arka bilgi gibiydi bu bize. Açıkça “aman onlar anlamaz” demezlerdi ama “biz daha zekiyiz, Einstein bizden çıktı Marx bizden çıktı” şeklinde mesajlar vardı ve bu sana şunu ifade ediyordu: “sen onlardan farklısın, sen seçilmiş bir toplumsun”. Bu mesajı sürekli olarak görüyordun. Sinagogda “biz seçilmiş insanlarız” deniyordu. Şu an denmiyor bence. Ben 90’lardan bahsediyorum yıl olmuş 2017, burada bunu söyleyemezsin kimse almaz, kimse yemez bunu. Dolayısıyla bu mesaj yok artık. Yıl değişti, devir değişti, ayak uydurmak zorundalar başka türlü olmaz.
Genel olarak cemaat hayatı hakkında ne düşünüyorsun? Bir cemaatin parçası olmak hakkında?
Güzel bir şey küçük bir toplumun içinde olmak. Getirisi var götürüsü var. En büyük derdi dedikodu. Yaptığın her şeyi bir başkası tarafından biliniyor, izleniyor ve tarihsel olarak takip ediliyor olduğunu biliyorsun. Yani X kişiyle çıkacağın zaman bu bununla onunla çıkmıştır diye çetelen çok net bir şekilde ortada. Sadece Yahudilik olarak değil, küçük toplum olmanın getirdiği bir şey bu. Ama aynı şekilde sana kazandırdığı network, “bana bunlar lazım” dediğinde orada olan insanların varlığı, aynı zamanda belli kültürü tarihi paylaştığın insanların olduğu bir yer. Kendini sıfırdan anlatmaya ihtiyaç duymadan, sadece o topluluğun üyesi olduğun için herkesin seni dinlediği, herkesin birlikte barış içinde yaşadığı bir yer. İşin o rekabet ve dedikodu kısmı bunun da külfeti gibi geliyor bana.
Yüksek lisansa başladığın zaman yine yurtta mı kalıyordun?
Yüksek lisansın bir kısmı yurtta bir kısmı evde geçti. Kadıköy’de yaşadım hala da orada yaşamaktayım. Yüksek lisans çok kafa açıcıydı, iyi bir okulda yaptım. Hem akademik anlamda hem kendi kişiliğim anlamında çok farklıydı. Özel okuldan sonra devlet üniversitesine gitmek, daha da farklı insanlarla daha da farklı perspektiflerle tanışmak beni acayip değiştirdi. Birçok düşüncem değişti, sola bakışım sağa bakışım değişti ve bunların bu tip kimlikler etiketler üzerinden değil insan olma hali üzerinden değerlendirilmesi gerektiği hakkında yetiler geliştirmeye başladım. Bugüne kadar aslında geliştiremediğim şeylerdi. Tabii ki bu ne kadar erken o kadar iyi, üniversitede tohumlarını attılar bana ama yüksek lisansta gerçekten yüzleştim. Dolayısıyla yüksek lisanstan sonra özellikle, dernek hayatım da bitmişti, çok fazla Müslüman arkadaşım çok fazla farklı çevrelerden arkadaşım olmaya başladı. Çok fazla farklı ortamlara girmeye başladım. Farklı siyasî meselelerin de farkına varmaya başladım. Sadece LGBT’den bahsederken diğer üniversitede, şimdi artık Kürt, Ermeni meselesi, Alevilik hikayesi, engelliler gibi başka meselelerin de olduğunu, televizyonu açtığında çok da görmediğin ya da farklı lanse edilen şeylerin farklı tartışma ortamında tartışabileceğini ve bunların da farklı kimlikler olduğunu gördüm. Böyle bir aydınlanma haliydi benim için. Sol da benim gözümde başka bir yerdeydi, kapalı bir kadın da başka bir yerdeydi, muhafazakâr bir çevreden gelen çember sakallı bir adam da başka bir yerdeydi benim için, Alevilik hakkında hiçbir fikrim yoktu… Onlarla aynı masaya oturup tartışmalı konuları nasıl tartışabileceğimi, hangi usturupla yanlış kelimeler seçmeden nasıl masaya yatırabileceğimi öğrenmeye başladım. Bu zor bir şey. İlk defa bir eşcinsel görüyorsun, “ne kadar kadınsı” diyorsun acaba böyle mi şöyle mi diye düşünüyorsun, sonra öğrendikçe “sexual orientation” (cinsel yönelim) diyorsun başka bir şey diyorsun anlamaya çalışıyorsun, bir sonraki aşama onu eşcinsel olarak tanımlamayıp sadece benim arkadaşım Ali diye tanımlayıp yanına oturmaya başlıyorsun hiç bununla ilgilenmiyorsun. Bu süreç üniversitede başladı yüksek lisansta pekişti. Yetiden kastım biraz bu. Hem haklarını kabul etmek hem onlarla iletişim kurmak başka dertler olduğunu dinlemek… Sadece antisemitizm olmadığını öğreniyorsun mesela dünyada. Antisemitizm gibi bir sürü nefret suçu var bunu görüyorsun.
Peki, İstanbul’da tek başına kaldığında Şabat’a bakar mıydın?
Ben bakmazdım. Bütün Cumaları çok yakın bir arkadaşımın evinde geçirdim. Kendi isteğimle ve onların davetiyle oraya giderdim. Cuma akşamları büyük aile yemeklerinden mahrum kalmadım. Bir 7-8 yıl devam etti bu sonra ben Kadıköy’e taşındım, uzaklaştık, sonra ben evlendim falan başka hikayeler oldu. Gittiğim arkadaşımın evi biraz daha geleneklerine bağlı bir aileydi ve benim ailemden gördüğümden daha fazla dinî öğe gördüm. Bayramları da oradaydım. Onlara karşı minnettar hissederim mesela.
Hiç Müslüman biriyle birlikte oldun mu?
Birçok kişinin bilmediği halde evet oldum. Üniversite ortamında tanıştığım biriydi. Onun ailesiyle tanışmadım ama beni kabul etmeyeceklerdi muhtemelen çünkü çok muhafazakâr bir aileydi. Erkek arkadaşım öyle olmamasına rağmen aile çok muhafazakardı. Ben de kendi tarafıma söyleyemiyordum. Bugün olsa söylerim bu arada, o zamanlar daha küçüktüm. O da kendi tarafına söyleyemiyordu. Ve başka sebeplerle ayrıldık ama ucunda bu yüzleşme kısmını atlatamayacağımız bir ilişkimiz olduğunu gördüğümüz için ayrıldık. Çünkü bunun bir yüzleşme gerektirdiğinin iki taraf da farkındaydı. Hatta onun tarafı için daha zordu bence. İçki içmeyen, annesi kapalı olan bir aileydi. İlişki iyi gider ve “ben bunu göze alıyorum bu savaşı vermeye hazırım” dersin ve devam edersin ama ilişki zaten öyle bir ilişki değildi. Çok yakın çevrem bildi bunu, çoğu arkadaşım hala bilmez.
Gelelim evliliğe. Eşinle nasıl tanıştın?
Bir arkadaş bağlantısıyla tanıştım. Hiç beklenmeyen bir şeydi. O Yahudi olmasına rağmen hiç Yahudi cemaati içinde olmayan biri. Şans eseri Yahudi. Hiç alakası yok. Ben de bir o kadar içinden büyümüş biriydim. Hiç böyle birinin tanıştırması vasıtasıyla biriyle tanışıp yemeğe çıkacağım falan, hiç aklımda olmayan şeylerdi bunlar. Hiç kabul edemeyeceğim şeylerdi. Bir şekilde oldu. Bu ilkti ve tekti öyle diyeyim. Burada tanıştık. O buralı, Sefarad. Şimdi Kadıköy’de birlikte yaşıyoruz.
Evlilikle neler değişti hayatında?
İkinci bir ailem oldu. Zaten evlenmeden önce bir süre birlikte yaşadık. Erkek tarafının hiçbir derdi yoktu bu konuyla ilgili. Kız tarafında biraz dirençle karşılaştım. Ama “artık 25 yaşından büyük bir kadınım, zaten senelerdir sizden ayrı yaşıyorum, zaten burada gün içinde ne yaptığımdan haberiniz yok. Dolayısıyla ben size alenen söylüyorum ki bu adamla birlikteyim ve bu adamla aynı evdeyim. Bilmedik yerlerde değilim. Hayat kurmayı düşündüğüm biriyleyim. Bunu bir süre böyle deneyelim demiştim. Tabii ki ilk başta olmadı. İkinci denememde aynı evde yaşamaya başladık. Bugün olsa hayatta dinlemezdim annemi. Direkt başlardım yaşamaya. Ama öğreniyorsun yaş aldıkça. Dolayısıyla evde neyin sorumluluğunu, nasıl bölüşüleceğini görmüştüm evlenmeden önce. Ve o konuda mutluydum. Kısmen feminist bir kanattan da geldiğim için bütün ev işinin kadına yığıldığı, buz dolabında sürekli börekitasların durduğu bir ev hiçbir zaman hayal etmemiştim. Dolayısıyla evimde de eşit iş bölümü, birbirine saygılı bir karı koca var. Beraber de yaşadığım için öncesinde, evlilikle hayatımda hiçbir şey değişmedi. Ne çeyiz istedim ne bir şey istedim. Kurulu düzenimi bozmaya niyetim yoktu. Ne değişti? Biz evlenip, eve geri döndük. Bir şey değişti, sehpa aldım salona. (gülüşmeler)
Beraber yaşamaya başladığınızdan itibaren Şabat’a bakar mıydınız?
İkimiz de hiç bakmıyoruz. Evde de hiçbir şey yapılmıyor. İşi dolayısıyla bizim yemek saatlerimiz vesaire her şey çok düzensiz. Bu bakımdan hiç uygun değiliz Şabat yemekleri yemeye. Kendi kayınvalideme ya da anneme gidemediğimiz bir durumdayız. Bir de bende o kayış bir koptu ki ne koptu. Ne zaman koptu biliyor musun? Yüksek lisansta koptu. Dayandığın kimliğin çatırdamaya başladığını hissettiğin anda uyguladığın pratikleri de değiştirmeye başlıyorsun. Ben o anda pratiklerimi değiştirmeye başladım. Mesela oruç tutmamaya başladım, o zamana kadar net her yıl tutardım. Bir tek Hanukiya yakıyorum. Güzel bir hissiyat veriyor çünkü bana. Şabat mumu yakardım. Yurt odasında yaktığımı hatırlıyorum. Şimdi yakmıyorum. Cuma akşamı hep beraber bir yerde yemek çok çok önemliydi artık o da yok mesela. Kayınvalide tarafı da ortalama uygulayıcıydı. Onlara gitmiyoruz diye hiç baskı yapmadılar. Rahatım o konuda.
Peki, gündelik hayatında ismini değiştirmek zorunda kaldın mı?
Starbucks’ta hiçbir zaman adımı kullanmıyorum, kullanamıyorum çünkü bir kerede olmuyor hiç. Mümkün olan yerlerde soyadımı kısaltarak kullanmayı tercih ediyorum. O kadar sık yapmıyorum aslında bunu, yazmak zorunda kaldılarsa ve bu resmî bir makam değilse, polis, muhtar gibi değilse evet değiştiriyorum çünkü anlamaları ve yazmaları çok uzun sürüyor. Bu çok pragmatik bir sebepten. Benim Yahudi olduğumu anlamasınlar diye değil. Gündelik hayatta en çok maruz kaldığım soru “Türk müsün?”. En komiği, bir olay yüzünden polise kimliğimi göstermek zorunda kaldığım an oldu, polis T.C. kimliğimi elinde tutuyor, ismime baktı ve “Türk müsün?” dedi. Nüfus kağıdım elinde artık daha neyi sorguluyorsun? Dolayısıyla bu karşılaştığım bir şey ama hangi ortama girdiğin kiminle karşılaştığın çok önemli. Örneğin Fatih’te mi dolaşıyorsun Etiler’de mi? Sürekli maruz kalıyorum diyemem. Artık kanıksıyorsun, bununla nasıl başa çıkacağını öğreniyorsun, ilk başta çok şaşırıyorsun sonra anlatıyorsun, bazen sabrın olmuyor evet ya diyor geçiyorsun. Ama çok büyük bir dert olarak anlatmıyorum bunu. Dışarıdan anlatınca çok otantik geliyor ama öyle değil yani. Daha başka dertler var. Bu biraz tanınma meselesi, beni tanımıyorsa tanımasın ben öğretmeyeceğim 60 yaşındaki adama Yahudi’nin Türkiye vatandaşı olabileceğini.
Sen Türkiye vatandaşı olarak kendini burada güvende hissediyor musun?
Ben kadın kimliğimle hiç güvende hissetmiyorum kendimi. Bu apayrı bence. Hele genç bir kadın olarak daha da zorlu hayat. Şu etapta Yahudi kimliğimle kendimi güvende hissetmediğimi söyleyemem. Çünkü daha büyük sorunları olan, daha güvende hissetmeyen kimlikler var ama şey hissiyatı var, sinagoglar bombalanıyor, insanlar ölüyor. Neve Şalom duvarına “yakılacak mekân” yazılıyor. Bir gün bir kanalı açıyorsun çok antisemit bir söylemle karşılaşıyorsun… Bana özgü bir şey değil ama benim içinde olduğumu düşündükleri topluma, bir şeyler diyorlar. Dolayısıyla bir gün bu bana da gelir mi tedirginliği var. Her gün kaygılardan öldüğüm bir tedirginlik değil ama bu. Yarın beni öldüreceklerini, beni kovacaklarını, beni kaçıracaklarını düşünmüyorum. Ama biliyorum ki belli yerlere çıkamazsın bu toplumda, belli yerlere gelemezsin, belli yerlerde bazen isminden dolayı dışarı atılabilirsin, bazen de isminden dolayı seni sarmalayabilirler. İşin o tarafı da var. Sadece kurulda hadi Yahudi olsun diye seni koydukları yerler var. Dolayısıyla sadece olumsuzluğu getirmiyor yani.
Peki kendini özgür hissediyor musun diye sorsam? Bir kadın olarak, bir Yahudi olarak?
Son zamanlarda çok özgür hissetmiyorum çünkü konuşmak, çıkıp bir yerde bir şey söylemek, herhangi bir konu hakkında konuşmak, Yahudi olduğunu alenen sokakta bağırmak vesaire bunlar hiç mümkün olmayan şeyler gibi şu anda. O anlamda tabii ki özgür hissetmiyorum. Kadın olma hali de bana özgür hissettirmiyor. Artık daha erken eve dönüyorum, daha az karanlıkta sokakta dolaşıyorum. Genç olma hali de özgür hissettirmiyor. Eskiden, daha fazla platform vardı konuşabileceği gençlerin. Daha fazla ön plana çıkabiliyordu. Şimdi sanki daha az alan kaldı. Onlar da özgür hissettirmiyor. Yer yer sıkışmışlık hissiyatında mıyım? Evet. Birçok arkadaşım bu ülkeyi terk etti mi? Evet. Özgür hissettiğim yerler az.
Gitmeyi düşündün mü hiç?
Şu anda hayır. İstanbul’u sevmiyorum. O konuda çok netim artık. Mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaşmak istiyorum büyükşehir olduğu için. İzmir’i çok özlüyorum. Daha küçük, daha sevimli, daha samimi, daha yavaş geliyor o şehir bana. Türkiye’nin taşını, toprağını, denizini, fiziksel özelliklerini sevdiğimden değil ama içinde daha güzel bir hayatın var olabileceğine inanıyorum. Daha eşit bir hayat için mücadele etmek konusunda elimden geleni yapıyorum. Burası bana ait bir ülke değil ve ben giderim her şey burada kötüye gidiyorsa kafasında değilim. Burada mücadeleyi son ana kadar sürdürmek gerektiğini düşünüyorum. Evet, bir bağım var Türkiye ile. Gönül bağı mı dersin? Bilmiyorum. Bir yandan Türkiye’nin ne derdi bitiyor ne sürprizleri bitiyor. Bir sosyal bilimci olarak mükemmel bir data hazinesi. Üç yıl önceki kadınla, üç yıl sonraki kadın aynı yerde değil. Hiçbir azınlığın sosyal hayatı aynı yerde değil. Burası dilini bildiğim, kendimi net bir şekilde ifade edebildiğim, insanına değer verdiğim bir yer. Tarihiyle, kültürüyle, politikasıyla… Bilmediğin kültür başka bir şey, zor bir şey. İsrail’e turistik gittim mesela çok defa. Hem kendi gördüğüm deneyimle hem de yeni giden bir sürü insanın deneyimiyle söylemek gerekirse çok daha özgür bir yer olduğundan, LGBTİ olsun vesaire olsun çok daha haklara saygılı bir yer olduğundan, çocuğunu büyütmek için çok güzel bir alan olduğundan, sağlık olsun çocuğun ücretsiz eğitimi olsun bir sürü hakkının olduğundan bahsedebilirim. Bu iyi tarafı. Diğer yandan hayatın pahalılığı, politik konumu, hem Orta Doğu’nun ortasında olmasının getirdiği sorunlar hem Filistin İsrail mücadelesinin devam ediyor oluşu ve içeride bunun her türlü yansımasının görülmesi… Dinî ya da siyasî bazı politikaların beni rahatsız ettiğini hissediyorum. Dolayısıyla orası benim için hemen gidebileceğim bir yer olmamaya başlıyor. İsrail olsun başka bir yer olsun. Hele de bir kurulu düzenin varsa herhangi bir yerde, sıfırdan hayat kurmanın zorluğunu kendi arkadaşlarımın gidişlerinden görebiliyor ve kısmen deneyimleyebiliyorum. Burada kalmak şu anda daha kolay daha iyi geliyor. İlla yaşayacaksam bir Avrupa ülkesinde yaşayabilirim gibi geliyor bir yandan da.
İspanya veya Portekiz vatandaşlığına başvurdun mu?
Portekiz’e başvurdum. Bekliyorum hala. Bundaki sebebim ikinci bir pasaport her zaman iyidir. Schengen vizesi almak zorunda kalmadığımız bir hayat ne mutlu olurdu. Yarın, öbür gün, bir iş imkânı çıktığı zaman çalışma vizesiyle uğraşmadan direkt işe alınabilmek ve AB içerisinde herhangi bir ülkede ben bugün burada yaşamak istiyorum demek istediğim zaman hiçbir bürokratik engelle karşılaşmamak.
Yahudiliği nasıl tanımlıyorsun?
Bir sosyal ağı var benim hayatımda, sosyal çevresi hala çok baskın bir şekilde var. Gelenekler hayatımda pratik etme anlamında yok belki ama kafamda o gün neler yapılması gerektiği var ve bir gün fırsat olduğunda yapabilirim dediğim şeyler bunlar. Dinen hiçbir şey hissetmiyorum artık. Din konusu bende kapanmış durumda. Bir kimlik, bir kültür, bir gelenek gibi var bende Yahudilik daha çok. Ve ismimim bas bas bağırması hikayesi var tabii ki. İnsanlar bana Yahudi’sin dedikçe bir daha bir daha Yahudi’yim evet dediğim bir durum. Yeniden üretiliyor sürekli, sen istemesen de o kalıba sokulmaya çalışılıyorsun.
Yahudi ve Musevi kelimeleri arasında ne gibi bir fark var senin için?
Zamanında çok okudum, sonra tekrar unutup ilk bilgime geri döndüm. Bir gün biri bana dedi ki, Musevi kelimesi Atatürk’ün zamanında Yahudilere karşı antisemit söylemlerin üretildiği dönemde, Musa’dan gelen Musevi diye üretilmiş ve sadece Türkçede olan bir kelime. “Jew” var “Jewish” var daha yok neticede. Dolayısıyla bu, birileri beni dışarda bırakmasın diye üretilmiş bir kelime. Benim kendime koyduğum isim Yahudi ve Yahudi’yi kabul ediyorum. Musevi’yi hiç kullanmamaya gayret ediyorum.
Sen kimliğini annenden farklı yaşadığını düşünüyor musun?
Kesinlikle. O daha uygulayıcıydı daha gelenekseldi. Hele anneannemle başlarsak, onlar bambaşka bir nesilden geliyor. Bir sürü şeyi onlardan öğrendik. Eksile, eksile devam ettiriyoruz. Bir dönem ekleye, ekleye devam edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Şimdi öyle bir dönemdeyim ki eksilte, eksilte daha çıplak bir hale getirmeye başladım.
Bir sosyal bilimci olarak azınlık olma haliyle ilgili neler söyleyebilirsin?
Azınlık olma hali çok birlikte kurulan bir şey. Hem sen kendi içinde ben azınlığım deyip kuruyorsun, farklılaştırıyor ve geniş toplumla arana mesafe koyuyorsun, hem de bu durum çoğunluğun seni oraya atma haliyle yürüyen bir şey. İyi anlamda da kötü anlamda da bu karşılıklı yürüyen bir süreç. Azınlık ve çoğunluk dediğim, bu kelimeleri kullandığım sürece zaten birbirinden ayrıştırdığımız süreçler. Onun dışında azınlık politikası konusunda koskoca bir tarihi olan, yer yer değişen bir şey gibi geliyor bana.
Paylaş: