Makaleler

İki Günlük, Bir Şehir – Özlem Karakuş

Etty Hillesum & Anne Frank’in kaleminden, 1940-45’e bakış

Amsterdam, gri bir Mayıs sabahı, 1940.


Rotterdam’dan yükselen duman bulutları kuzey rüzgârıyla kente sürüklenirken Dam Meydanı’ndaki güvercinler bir anda havalanıyor. İnsanlar başlarını kaldırıp “Bu da nereden çıktı?” diye bakıyor ama yüzlerine vuran barut kokusunu hemen tanıyorlar: savaş kapıya dayandı.

O sırada, Sarphatistraat’taki üst kat dairesinde genç bir kadın, kalın kapaklı defterinin ilk sayfasını usulca açıyor: Etty Hillesum. Masasında yarım fincan kahve, pencerede hışırtılı yağmur ve uzaklarda sirenler… Kulağını dışarıdaki kaosa kapatıp kalemini yüreğine yaklaştırıyor.

“Gerçek savaş içimizde kopacak, içimi korumazsam dışarı ne yaparım?”
9 Mart 1941

Etty, bir yandan Rilke’nin dizelerini hatmederken bir yandan da Nazi emirlerinin kentte açtığı yeni yarıkları seyrediyor: “Yahudilerin parka girmesi yasak”, “tramvaya binmeleri yasak”, “akşam sekizde evde olacaklar.” Kaldırım taşları bile yasak listeleri kadar soğuk şimdi.

Çatıda Bir Başka Defter Açılır

İki tramvay durağı ötede, Prinsengracht’taki yüksek kanal evlerinden birinin arka tarafında eski bir kitap rafı dönüyor, çıtırtıyla yana kayıyor. Üst üste bavullar, çuvallar, eski gazetelerin ardında sıkışık bir merdiven var. Merdivenin ucunda Anne Frank ayaklarını sessizce basıyor tahtalara; yanında annesinin hınzır bakışı: “Ses etme, kızım.”

Anne’nin yaşı on üç. Elinde çiçekli kilitli bir günlük- daha doğrusu, en yakın arkadaşı “Kitty”. Aynı akşam Anne deftere hızlı harflerle şunu yazar:

“Kâğıdın insanlardan daha çok sabrı var. Dışarı çıkamıyorum, o zaman gökyüzünü cümlelerle isteyeceğim.”
8 Temmuz 1942

Dışarıda gökyüzü de yasak artık; sarı yıldızlı ceketini pencereden sarkıtmak bile tehlike. Ama defterin sayfalarında yasak yok.

Şubat Grevi

İşgalin ilk kışı geçip de soğuk 1941 Şubatı gelince, Amsterdam bir sabah ansızın duruyor. Melkmarkt’ın süt kamyonları, tersanenin vinçleri, tramvay rayları… Hepsi kilit: Şubat Grevi. Yahudi komşuları toplu tutuklamaya karşı “biz buradayız” diyen bir günlük isyan. Etty bu sahneyi balkonundan izliyor, dudaklarında titrek bir gülümseme:

“Bütün şehir sustu. Bazen susmak en gürültülü başkaldırıdır.”

Grevin ertesi günü ise Nazi pankartları yeniden yükseliyor. Suskunluk dağılıyor, yıldızlı kolluklar sıkılaşıyor. Anne gizli dairenin menfezinden sokaktaki sessizliği dinliyor, kalbi biraz daha küçülerek.

Etty Hillesum

Westerbork’a Giden Yol

1942 yazında Etty, “çaresizlikten şikâyet etmek yerine, çaresizlerin yanında durayım” deyip gönüllü olarak Westerbork transit kampına gittiğinde doktor önlüğünün ceplerini aspirini, mektupları ve dualarıyla dolduruyor. Vagon listeleri okundukça kamp avlusunda bir uğultu yükseliyor: “Sobibor… Auschwitz…”

Etty geceleri barakaların karanlığında küçük mumlar yakıyor. Bir gün, tren raylarının kenarına bıraktığı minicik kartına şöyle sıkıştırıyor:

“Trene binsek de ben, yanımdakiler için şarkı söyleyeceğim. Belki sözlerimiz raylardan uzun sürer.”
7 Eylül 1943

O tren üç gün sonra Auschwitz’e varacak, Etty şarkısını orada kaybedecek. Ama kartı bulan asker, cebine atıp eve götürecek; savaştan sonra torunu kartı bir müzede görecek ve Etty’nin sesi yeniden duyulacak.

Gizli Tavan Arasındaki Radyonun Sesi

Prinsengracht 263’teki gizli evde zaman, tavan arasının alçak tahtalarıyla ölçülüyor: “İki kere başımı çarptım,  sabah oldu.” Anne, Peter’la yavaşça yakınlaşıyor, saçlarını kız kardeşi Margot’dan gizlice tarıyor, radyo haberlerini kulak kesiliyor. Derken 6 Haziran 1944’te gizli kapıda sevinç dalgası:

“İngilizler Normandiya’ya inmiş! Baba, özgürlük trene benzemez; yolda durmaz, gelir.”
Anne’nin D-Günü notu

O gün tavan arası kahkahalarla çınlıyor, ama birkaç hafta sonra şehir gazsız, elektriksiz kalmaya başlıyor. Lale soğanı çorbaları kaynıyor kaplarda; herkes “Hunger Winter”(Açlık Kışı) denecek kışı hissetmeye başlıyor.

Ve

4 Ağustos 1944 sabahı, merdivenden gelen bot sesleri saklanma evinin duvarlarını titretiyor. Gestapo polisleri rafı yana itiyor. Anne’nin defteri açık kalıyor, mürekkebi kurumadan. Frank ailesi de Westerbork, oradan Auschwitz, sonunda Bergen-Belsen… Margot ile Anne, Şubat 1945’te tifüsten yan yana yatarken Anne son gücüyle kardeşine fısıldıyor: “Gökyüzünü görmesek de var, biliyorsun.”

Amsterdam’a Nisan Gelmişken

Nisan 1945’te ilk Kanada tankı Dam Meydanı’na girerken şehir hâlâ suskun; köprü kemerlerine Etty’nin şarkısı, kanal sularına Anne’in kahkahası karışıyor sanki.

Otto Frank, kamptan geri döndüğünde eline tutuşturulan bir tomar defter sayfasıyla merdiven basamaklarında uzun süre oturuyor. “Anne hâlâ konuşuyor,” diyor. Yıllar sonra bir başka şehir kütüphanesinde Etty’nin yazıları bulununca, iki defter sesleriyle buluşuyor.

Ortak Son 

Bugün Prinsengracht’taki müzenin önünde beklerken taş kapının gölgesine bakarsanız: Çocuk kahkahası mı, yoksa vagon gıcırtısı mı duyuyorum? diye sorabilirsiniz. 

Westerbork’ta paslanmış raylar boyunca yürürken Etty’nin kartını düşünün: “Şarkı söylüyorduk…”

Bu iki kadın, öldüklerinde yaşları toplam 43 bile değildi. Biri içsel sessizliğe, diğeri gökyüzüne tutundu. Ve ikisi de en karanlık gecede, bir defterin yaprağı kadar ışığın yeterli olabileceğini kanıtladı. Bu ışık, Amsterdam’ın yağmurlu kaldırımlarında hâlâ yankılanan Etty’nin dualarıyla Anne’in umutlarının ortak kalp atışı.