Bugün egemen olan anlayışa göre, saldırıyı düzenleyen kişinin niyetinden bağımsız olarak İsrail’i temsil eden ya da destekleyen herhangi bir görünür figüre yönelik saldırılar otomatik biçimde antisemitik olarak tanımlanıyor. Bu yaklaşım, rastlantısal bir anlam kaymasından değil, Yahudilik ile Siyonizm arasındaki sınırın silikleşmesini sağlayan politik bir çıkarın sistemli olarak pekiştirilmesinden kaynaklanıyor. Anaakım medya, bu anlayışı tekrar ederek meşrulaştırıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan iki olay, bu çerçevenin nasıl işlediğini yeniden sorgulamak için bir fırsat sundu. Birincisi, Washington’da Hispanik kökenli bir adamın İsrail büyükelçiliği çalışanlarına saldırarak iki kişiyi öldürmesiydi. İkincisi ise Boulder, Colorado’da, bir kişinin “Run for Their Lives” yürüyüşünde, İsrail’le dayanışma mesajı taşıyan bir gruba yönelik gerçekleştirdiği saldırıydı. Her iki saldırı da kamuoyunda antisemitik nefret suçu olarak sınıflandırıldı.
Bu yazı, bu çerçeveleme pratiğinin işleyişini ve sonuçlarını irdelemeye çalışıyor. Amaç ne şiddeti meşrulaştırmak ne de Yahudi karşıtlığını hafife almak. Judith Butler’ın Savaş Tertipleri’nde sorduğu gibi: Hangi yaşamlar için ve ne sebeple yas tutulabilir? Hangi saldırılar, failin niyetinden bağımsız olarak, mutlak bir nefret suçu sayılır? Hangi ölümler sorgulamaya kapalı bir meşruiyet zırhına sahipken hangileri göreceli olarak “anlaşılabilir” kabul edilir, bunları irdelemek değerlidir. “Antisemit” olarak etiketlenen eylemlerin tümünün gerçekten Yahudi karşıtı motivasyonlarla yapılıp yapılmadığını sorgulamak meşrudur.
Kavramsal Arka Plan: Yahudilik mi, Siyonizm mi?
Siyonizmin bir ideoloji, Yahudiliğin ise bir kimlik olduğunu söylemek bu ayrımı basitleştirmek değil, kavramları net olarak anlamanın ön koşuludur. Siyonizm, 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’daki antisemitizme karşı bir tepki olarak doğmuş bir ulus-devlet projesidir. Yahudileri bir halk, İsrail’i ise onların doğal devleti olarak tanımlar. Yahudilik ise bu tartışmalardan çok daha eski olmanın yanı sıra, doğası gereği çok çeşitli bir dini ve kültürel geleneği temsil eder.
Bazı Yahudilerin ulus-devlet ihtiyacının temelinde, Gil Anidjar’ın işaret ettiği gibi, modern seküler dünyada bir kimliğin ancak devlete dönüştüğü ölçüde “tanınabilir” hale gelmesi yatıyor olabilir. Ancak bu düşünsel dönüşüm, Siyonizm’in Yahudiliğin tamamını temsil ettiği yanılsamasını da doğurur. Oysa iki bin yıldır süren diaspora Yahudiliği bir devlete değil, çoğulluğa ve eleştirel düşünceden beslenen tartışmalara dayanır.
Bugün hem İsrail içinde hem dışında Siyonizm’e teolojik olarak karşı çıkan Ortodoks Yahudiler, politik olarak eleştiren seküler entelektüeller, vicdani retçiler ve barış aktivistleri yaygın olarak mevcuttur. Jewish Voice for Peace, Independent Jewish Voices, Breaking the Silence gibi örgütler, bu eleştirilerin Yahudi kimliği içinde kalınarak da yapılabileceğini açıkça gösterir. Bu nedenle Yahudi kimliğini yekpare bir blok olarak tanımlayan her yaklaşım, yalnızca analitik bir hata değil, aynı zamanda farklı düşünen kimlik sahiplerine yönelik potansiyel bir politik eylemdir.
Washington ve Boulder Örnekleri: Şiddetin Kategorik Çarpıtılması
Washington’da gerçekleşen saldırının faili, eylemini Gazze’ye yönelik bombardımanlara tepki olarak tanımladı. Boulder’daki saldırgan ise hedefinin İsrail’le dayanışma mesajları olduğunu açıkça ifade etti. Her iki olayda da failin antisemitik söylemleri yoktu, geçmişlerinde de Yahudi karşıtı motivasyonlara dair bir iz bulunamadı. Buna rağmen, her iki olay da kamuoyuna antisemitik nefret saldırıları olarak sunuldu.
Bu örnekler, yalnızca medya söyleminin değil, onu var eden siyasal çerçevenin de nasıl işlediğini gösteriyor. Saldırıların fail motivasyonuna değil de mağdur kimliğine göre kategorize edilmesi, antisemitizm tanımının siyasal olarak genişletilerek araçsallaştırıldığını düşündürüyor. Böylece hem gerçek nefret suçlarıyla mücadele zayıflıyor hem de politik eleştirilerin alanı daraltılıyor.
Burada, savaş suçlarını örtmek amacı güdülmediğinde soru nettir: Saldırının hedefi bir Yahudi birey olduğunda, eylem otomatik olarak antisemit sayılabilir mi? Yoksa failin ifade ettiği politik motivasyonlar dikkate alınmalı mı? Butler’ın vurguladığı gibi, bu ayrımı bulanıklaştıran çabaların kendisi ideolojiktir. Saldırının bağlamını göz ardı edip yalnızca mağdur kimliğine odaklanmak, kamuoyunun algısını yönlendirmeye yönelik bilinçli bir çabadır.
Bu yaklaşım, politik şiddet ile nefret suçlarını tek bir sepete koyar. Oysa kamusal alanda İsrail politikalarını savunan figürler yalnızca birey değil, aynı zamanda siyasi aktörlerdir. Onlara yönelik şiddet içeren saldırılar asla meşru kabul edilemez. Ancak eylemin bağlamı dikkate alınmadan yapılan yorumlar, saldırının politik niteliğini karartır.
Politik Şiddet mi, Nefret Suçu mu?
Nefret suçu bir kimliğe karşı düşmanlıktan beslenir; amacı korkutmak, aşağılamak ya da dışlamaktır. Politik şiddet ise çoğunlukla devlete, işgale, baskı rejimlerine ve bu yapının destekçilerine yönelir. Burada hedeflenen bir kimlik değil, bir ideolojik yapıdır.
Bu ayrımın bastırılması yalnızca teorik değil, aynı zamanda söylemsel bir kontrol biçimidir. Talal Asad’ın sekülarizm eleştirisi burada öğreticidir: Seküler düzen dini ortadan kaldırmaz; onu yönetilebilir hale getirmeyi amaçlar. Antisemitizm kavramının bu şekilde bükülmesinin altında da benzer şekilde yalnızca neyin Yahudi karşıtı olduğunu değil, hangi eleştirilerin konuşulabilir olduğunu belirleme hedefi yatar.
Araçsallaştırılan Antisemitizm
“Bu saldırılar hem politik hem antisemitik olabilir” argümanı ise, yüzeyde dengeli gözükse de, temelde Yahudiliği homojenleştiren bir işlev görür. Her Yahudi’nin Siyonist olduğu ya da İsrail’in temsilcisi olduğu varsayımı, antisemitizmin en eski biçimlerinden birinin yeniden üretimidir.
Bu yaklaşım yalnızca düşünce alanını daraltmakla kalmaz, gerçek antisemitizmin de ayırt edilebilmesini engeller. Bu sayede eleştiri kriminalize edilirken, (maalesef) gerçek nefret suçları görünmez hale gelir. İsrail’in dokunulmazlığını korumak adına, Yahudiliğin çoğulluğu bastırıldıkça, bu durumdan en çok zarar görenin yine Yahudiler olması ise bu stratejiyi inşa edenler için genellikle önemsizdir.
Bugün antisemitizm ile İsrail eleştirisi arasında ayrım yapamamak değil, bu ayrımı yapmak istememek baskın tercihtir. Çünkü bu bulanıklık, politik olarak kullanışlıdır. İsrail devleti ve onun küresel savunucuları için bu eşleştirme, muhalefeti susturmanın aracıdır. Mesele bu ayrımı yapacak politik iradenin yokluğudur. Ancak yine de bu çerçevelerin nasıl işlediğini görünür kılmak, çözümün ön koşuludur.
Gazze: Asimetrik Şiddet, Sessizlik ve Tepki Döngüsü
İsrail’in 7 Ekim sonrası yürüttüğü askeri operasyonlar, Gazze’de sivil yaşamı çökertti. Yüz binlerce insan yerinden edildi, on binlercesi öldü. Bu sistematik yıkımın ardından gelen sessizlik, şiddeti yalnızca araç değil, bizatihi nihilist bir politika haline getiriyor. Şiddeti çözüm olarak görmeyen insanlar dahi radikalleşen bir umutsuzluğa sürükleniyor. Bu durum, Washington ve Boulder’daki saldırıları haklı çıkarmaz. Ancak şiddeti yalnızca semptom olarak değil, bağlamıyla birlikte anlamak zorunludur. Siyasal meşruiyetin dinle örtüşmesi yalnızca İsrail’e özgü değildir. Örneğin, İran ve Suudi Arabistan da İslam’ı kullanarak meşruiyet üretmektedir. Bu tarz bir meşruiyetin üreticileri dini sadece ülke içinde ve Müslüman kimliği paylaşan bireyler üzerinde bir tahakküm aracı olarak görmeyi isteseler de, aynı mekanizma hem içeride hem dışarıda İslam’a yönelik nefrete yol açmaktadır. Dinî bir kimliğin devlet tarafından temsil edilmesi, o kimliği taşıyanları kırılgan hale getirir. Aynı zamanda devleti, o kimliğin koruyucusu gibi konumlandırarak devlet mekanizmasının toptan baskıcı bir tahakküm aracına dönüşmesini sağlar.
Tanımlamanın Sınırları
Antisemitizm gerçek ve ciddi bir tehdittir. Ancak tanımı, kapsamı ve kullanımı ideolojik bir mücadelenin cephesi haline gelmiştir. Antisemitizmle mücadele, onu araçsallaştıran yapılarla hesaplaşmadan mümkün değildir.
Bir devlet belirli bir kimlik adına konuşunca o kimliği temsil ediyor sayılamaz. İsrail eleştirisini antisemitizmle eşitleyen söylem, yalnızca politik analizi felç etmekle kalmaz; Yahudiliğin çoğulluğunu bastırır, Yahudiliğin özüne ve Yahudilere zarar verir.
Şimdi yeniden soralım: Hangi yaşam yas tutulabilir sayılır?
Hangi şiddet eylemi nefret, hangisi siyaset olarak tanımlanır?
Bir kimliği savunduğunu iddia edenler gerçekten o kimliği mi temsil eder yoksa gerçek niyetlerini saklamak için o kimliği kendilerine kalkan mı ederler? Ve bu temsil hakkını, kim kime verir, kim ne zaman tanır, kim hangi koşullarda sorgular?
Bugün egemen olan anlayışa göre, saldırıyı düzenleyen kişinin niyetinden bağımsız olarak İsrail’i temsil eden ya da destekleyen herhangi bir görünür figüre yönelik saldırılar otomatik biçimde antisemitik olarak tanımlanıyor. Bu yaklaşım, rastlantısal bir anlam kaymasından değil, Yahudilik ile Siyonizm arasındaki sınırın silikleşmesini sağlayan politik bir çıkarın sistemli olarak pekiştirilmesinden kaynaklanıyor. Anaakım medya, bu anlayışı tekrar ederek meşrulaştırıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan iki olay, bu çerçevenin nasıl işlediğini yeniden sorgulamak için bir fırsat sundu. Birincisi, Washington’da Hispanik kökenli bir adamın İsrail büyükelçiliği çalışanlarına saldırarak iki kişiyi öldürmesiydi. İkincisi ise Boulder, Colorado’da, bir kişinin “Run for Their Lives” yürüyüşünde, İsrail’le dayanışma mesajı taşıyan bir gruba yönelik gerçekleştirdiği saldırıydı. Her iki saldırı da kamuoyunda antisemitik nefret suçu olarak sınıflandırıldı.
Bu yazı, bu çerçeveleme pratiğinin işleyişini ve sonuçlarını irdelemeye çalışıyor. Amaç ne şiddeti meşrulaştırmak ne de Yahudi karşıtlığını hafife almak. Judith Butler’ın Savaş Tertipleri’nde sorduğu gibi: Hangi yaşamlar için ve ne sebeple yas tutulabilir? Hangi saldırılar, failin niyetinden bağımsız olarak, mutlak bir nefret suçu sayılır? Hangi ölümler sorgulamaya kapalı bir meşruiyet zırhına sahipken hangileri göreceli olarak “anlaşılabilir” kabul edilir, bunları irdelemek değerlidir. “Antisemit” olarak etiketlenen eylemlerin tümünün gerçekten Yahudi karşıtı motivasyonlarla yapılıp yapılmadığını sorgulamak meşrudur.
Kavramsal Arka Plan: Yahudilik mi, Siyonizm mi?
Siyonizmin bir ideoloji, Yahudiliğin ise bir kimlik olduğunu söylemek bu ayrımı basitleştirmek değil, kavramları net olarak anlamanın ön koşuludur. Siyonizm, 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’daki antisemitizme karşı bir tepki olarak doğmuş bir ulus-devlet projesidir. Yahudileri bir halk, İsrail’i ise onların doğal devleti olarak tanımlar. Yahudilik ise bu tartışmalardan çok daha eski olmanın yanı sıra, doğası gereği çok çeşitli bir dini ve kültürel geleneği temsil eder.
Bazı Yahudilerin ulus-devlet ihtiyacının temelinde, Gil Anidjar’ın işaret ettiği gibi, modern seküler dünyada bir kimliğin ancak devlete dönüştüğü ölçüde “tanınabilir” hale gelmesi yatıyor olabilir. Ancak bu düşünsel dönüşüm, Siyonizm’in Yahudiliğin tamamını temsil ettiği yanılsamasını da doğurur. Oysa iki bin yıldır süren diaspora Yahudiliği bir devlete değil, çoğulluğa ve eleştirel düşünceden beslenen tartışmalara dayanır.
Bugün hem İsrail içinde hem dışında Siyonizm’e teolojik olarak karşı çıkan Ortodoks Yahudiler, politik olarak eleştiren seküler entelektüeller, vicdani retçiler ve barış aktivistleri yaygın olarak mevcuttur. Jewish Voice for Peace, Independent Jewish Voices, Breaking the Silence gibi örgütler, bu eleştirilerin Yahudi kimliği içinde kalınarak da yapılabileceğini açıkça gösterir. Bu nedenle Yahudi kimliğini yekpare bir blok olarak tanımlayan her yaklaşım, yalnızca analitik bir hata değil, aynı zamanda farklı düşünen kimlik sahiplerine yönelik potansiyel bir politik eylemdir.
Washington ve Boulder Örnekleri: Şiddetin Kategorik Çarpıtılması
Washington’da gerçekleşen saldırının faili, eylemini Gazze’ye yönelik bombardımanlara tepki olarak tanımladı. Boulder’daki saldırgan ise hedefinin İsrail’le dayanışma mesajları olduğunu açıkça ifade etti. Her iki olayda da failin antisemitik söylemleri yoktu, geçmişlerinde de Yahudi karşıtı motivasyonlara dair bir iz bulunamadı. Buna rağmen, her iki olay da kamuoyuna antisemitik nefret saldırıları olarak sunuldu.
Bu örnekler, yalnızca medya söyleminin değil, onu var eden siyasal çerçevenin de nasıl işlediğini gösteriyor. Saldırıların fail motivasyonuna değil de mağdur kimliğine göre kategorize edilmesi, antisemitizm tanımının siyasal olarak genişletilerek araçsallaştırıldığını düşündürüyor. Böylece hem gerçek nefret suçlarıyla mücadele zayıflıyor hem de politik eleştirilerin alanı daraltılıyor.
Burada, savaş suçlarını örtmek amacı güdülmediğinde soru nettir: Saldırının hedefi bir Yahudi birey olduğunda, eylem otomatik olarak antisemit sayılabilir mi? Yoksa failin ifade ettiği politik motivasyonlar dikkate alınmalı mı? Butler’ın vurguladığı gibi, bu ayrımı bulanıklaştıran çabaların kendisi ideolojiktir. Saldırının bağlamını göz ardı edip yalnızca mağdur kimliğine odaklanmak, kamuoyunun algısını yönlendirmeye yönelik bilinçli bir çabadır.
Bu yaklaşım, politik şiddet ile nefret suçlarını tek bir sepete koyar. Oysa kamusal alanda İsrail politikalarını savunan figürler yalnızca birey değil, aynı zamanda siyasi aktörlerdir. Onlara yönelik şiddet içeren saldırılar asla meşru kabul edilemez. Ancak eylemin bağlamı dikkate alınmadan yapılan yorumlar, saldırının politik niteliğini karartır.
Politik Şiddet mi, Nefret Suçu mu?
Nefret suçu bir kimliğe karşı düşmanlıktan beslenir; amacı korkutmak, aşağılamak ya da dışlamaktır. Politik şiddet ise çoğunlukla devlete, işgale, baskı rejimlerine ve bu yapının destekçilerine yönelir. Burada hedeflenen bir kimlik değil, bir ideolojik yapıdır.
Bu ayrımın bastırılması yalnızca teorik değil, aynı zamanda söylemsel bir kontrol biçimidir. Talal Asad’ın sekülarizm eleştirisi burada öğreticidir: Seküler düzen dini ortadan kaldırmaz; onu yönetilebilir hale getirmeyi amaçlar. Antisemitizm kavramının bu şekilde bükülmesinin altında da benzer şekilde yalnızca neyin Yahudi karşıtı olduğunu değil, hangi eleştirilerin konuşulabilir olduğunu belirleme hedefi yatar.
Araçsallaştırılan Antisemitizm
“Bu saldırılar hem politik hem antisemitik olabilir” argümanı ise, yüzeyde dengeli gözükse de, temelde Yahudiliği homojenleştiren bir işlev görür. Her Yahudi’nin Siyonist olduğu ya da İsrail’in temsilcisi olduğu varsayımı, antisemitizmin en eski biçimlerinden birinin yeniden üretimidir.
Bu yaklaşım yalnızca düşünce alanını daraltmakla kalmaz, gerçek antisemitizmin de ayırt edilebilmesini engeller. Bu sayede eleştiri kriminalize edilirken, (maalesef) gerçek nefret suçları görünmez hale gelir. İsrail’in dokunulmazlığını korumak adına, Yahudiliğin çoğulluğu bastırıldıkça, bu durumdan en çok zarar görenin yine Yahudiler olması ise bu stratejiyi inşa edenler için genellikle önemsizdir.
Bugün antisemitizm ile İsrail eleştirisi arasında ayrım yapamamak değil, bu ayrımı yapmak istememek baskın tercihtir. Çünkü bu bulanıklık, politik olarak kullanışlıdır. İsrail devleti ve onun küresel savunucuları için bu eşleştirme, muhalefeti susturmanın aracıdır. Mesele bu ayrımı yapacak politik iradenin yokluğudur. Ancak yine de bu çerçevelerin nasıl işlediğini görünür kılmak, çözümün ön koşuludur.
Gazze: Asimetrik Şiddet, Sessizlik ve Tepki Döngüsü
İsrail’in 7 Ekim sonrası yürüttüğü askeri operasyonlar, Gazze’de sivil yaşamı çökertti. Yüz binlerce insan yerinden edildi, on binlercesi öldü. Bu sistematik yıkımın ardından gelen sessizlik, şiddeti yalnızca araç değil, bizatihi nihilist bir politika haline getiriyor. Şiddeti çözüm olarak görmeyen insanlar dahi radikalleşen bir umutsuzluğa sürükleniyor. Bu durum, Washington ve Boulder’daki saldırıları haklı çıkarmaz. Ancak şiddeti yalnızca semptom olarak değil, bağlamıyla birlikte anlamak zorunludur. Siyasal meşruiyetin dinle örtüşmesi yalnızca İsrail’e özgü değildir. Örneğin, İran ve Suudi Arabistan da İslam’ı kullanarak meşruiyet üretmektedir. Bu tarz bir meşruiyetin üreticileri dini sadece ülke içinde ve Müslüman kimliği paylaşan bireyler üzerinde bir tahakküm aracı olarak görmeyi isteseler de, aynı mekanizma hem içeride hem dışarıda İslam’a yönelik nefrete yol açmaktadır. Dinî bir kimliğin devlet tarafından temsil edilmesi, o kimliği taşıyanları kırılgan hale getirir. Aynı zamanda devleti, o kimliğin koruyucusu gibi konumlandırarak devlet mekanizmasının toptan baskıcı bir tahakküm aracına dönüşmesini sağlar.
Tanımlamanın Sınırları
Antisemitizm gerçek ve ciddi bir tehdittir. Ancak tanımı, kapsamı ve kullanımı ideolojik bir mücadelenin cephesi haline gelmiştir. Antisemitizmle mücadele, onu araçsallaştıran yapılarla hesaplaşmadan mümkün değildir.
Bir devlet belirli bir kimlik adına konuşunca o kimliği temsil ediyor sayılamaz. İsrail eleştirisini antisemitizmle eşitleyen söylem, yalnızca politik analizi felç etmekle kalmaz; Yahudiliğin çoğulluğunu bastırır, Yahudiliğin özüne ve Yahudilere zarar verir.
Şimdi yeniden soralım: Hangi yaşam yas tutulabilir sayılır?
Hangi şiddet eylemi nefret, hangisi siyaset olarak tanımlanır?
Bir kimliği savunduğunu iddia edenler gerçekten o kimliği mi temsil eder yoksa gerçek niyetlerini saklamak için o kimliği kendilerine kalkan mı ederler? Ve bu temsil hakkını, kim kime verir, kim ne zaman tanır, kim hangi koşullarda sorgular?
Paylaş: