Makaleler

Birlikte Yeniden Düşünmeye Çağrı: Türkiye Yahudileri, Tarih Yazımı ve Etik Sorumluluk

İçinden geçtiğimiz dönem, yalnızca siyasal bir yeniden yapılanmayı değil; aynı zamanda etik, epistemolojik ve toplumsal düzeylerde çok katmanlı bir dönüşümü de beraberinde getiriyor. Günümüzde “demokratik normlar” ve “insan hakları” gibi düzenleyici çerçevelerin karar alma ve politika üretme süreçlerindeki belirleyiciliği giderek zayıflarken, bu çerçevelerin meşruiyet zemininde de ciddi bir aşınma yaşanıyor. Kapitalizmin artık demokrasiyle değil; artan biçimde otoriterleşme, popülist yönetim biçimleri ve kurumsal güvensizlikle birlikte anıldığı bir döneme girildiği yönündeki değerlendirmeler, akademik ve kamusal tartışmalarda daha fazla yer buluyor. Bu süreçte mevcut düzen yeni hegemonik biçimler altında kendini yeniden üretirken tek merkezden değil, çoklu ve eşzamanlı kriz odaklarından yayılacak bir dönüşüme de şahit olacağız. 

Bu küresel dönüşüm süreci Türkiye’de de yankılarını buluyor. Başkanlık sistemine geçişin ardından ülke tarihinin en merkeziyetçi ve baskıcı dönemi yaşanırken toplumsal muhalefetin genişlediği, özellikle genç kuşakların öncülüğünde yeni bir politik tahayyülün filizlendiği bir dönemin de içinden geçiyoruz. Gezi direnişinden Boğaziçi protestolarına, kadın ve LGBTQ+ hareketinden işçi direnişlerine, güncel olarak da 19 Mart süreciyle birlikte farklı biçimlerde ortaya çıkan çok katmanlı bir muhalefet dalgası mevcut sistemin sınırlarını zorlayan bir dinamizm yaratıyor. Bu zıt eğilimlerin eşzamanlı varlığı Türkiye’yi otoriterleşmenin derinleştiği ancak toplumsal dönüşüm beklentilerinin de güç kazandığı çelişkili bir siyasal iklimin içine konumlandırıyor. 

Bu atmosfer bireyleri ve toplumsal kesimleri kendi konumlarından hareketle geçmişe ve bugüne dair düşünme biçimlerini, yöntemlerini ve anlam dünyalarını yeniden sorgulamaya yöneltebilir. Orta ve uzun vadede alışıldık rotaları terk etmeyi, hatta pusulayı yeniden icat etmeyi göze almak gerekebilir çünkü dönüşüm, merkezin dışındaki arayışlarla şekillenecek gibi görünüyor.

Böyle bir dönüşüm sürecinde tarih yazımının da bu dalgadan bağımsız kalması beklenemez. Bizi bugünlere taşıyan bilgi rejimlerinin, analiz çerçevelerinin ve kavramsal dilin gözden geçirilmesi, yalnızca akademik bir sorumluluk değil aynı zamanda etik bir yükümlülük halini alıyor. Türkiye Yahudilerinin tarihi ve bugünü de bu sorgulamanın anlamlı bir parçası olabilir. İçinden geçtiğimiz süreç, yalnızca ‘azınlık’ kategorisini yeniden düşünmek için değil, aynı zamanda tarihsel anlatıların nasıl kurulduğunu, hangi seslerin duyulup hangilerinin sessizlikle geçiştirildiğini / bastırıldığını anlamak açısından da kıymetli.

Post-Kemalizm Sonrası “Azınlıkları” Yeniden Düşünebilmek

2000’li yılların başlarında öne çıkan post-Kemalist tarih yazımı, resmi ideolojinin bastırdığı çoklu toplumsal deneyimleri görünür kılmayı ve dışlayıcı milliyetçi anlatıyı sorgulamayı amaçlayan önemli bir çerçeve sundu. Bu yaklaşım, uzun süre göz ardı edilen tarihsel kırılmaları ve marjinalleştirilmiş grupların yaşantılarını gündeme taşıması açısından değerliydi. Ancak zaman içinde kendi sınırları da belirginleşmeye başladı. Azınlık toplulukları çoğu zaman pasif, mağdur öznelere indirgenirken bu grupların içsel çeşitliliği, bireysel deneyimleri ve karmaşık toplumsal konumları yeterince hesaba katılmadı. Türkiye Yahudilerinin tarihi büyük ölçüde Varlık Vergisi, Trakya Pogromu ve 6-7 Eylül Olayları gibi travmatik kırılma anları etrafında inşa edildi. Bu odaklanma, sessizleştirilmiş tarihsel gerçekliklerin ifşası açısından kıymetli katkılar sağlasa da cemaatin iç dinamiklerini, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreklilik ilişkilerini, toplumsal ve siyasal alanda özne olarak konumlanma biçimlerini, gündelik yaşam pratiklerini, direniş stratejilerini ve kolektif hafızayla kurduğu çok katmanlı ilişkiyi arka planda bırakma riski taşıdı.    

Post-Kemalist yaklaşım çoğul ve akışkan yapıdaki kimlikleri sabit mağduriyet anlatılarına indirgedi ve eleştirdiği tarih yazımının yeni bir versiyonuna dönüşmeye başladı. Liberal söylem içinde üretilen azınlık grupların kimliklerini, geçmişlerini ve toplumsal rollerini belirli kalıplar içinde sunan anlatılar, azınlık grupların öznelliğini yeterince dikkate almadan, onları yeniden nesneleştirme ve nostaljik özneler olarak yansıtılma “riski taşıyan” bir temsil diline evrildi.

Diğer taraftan yaklaşık son 15 yılda yapılan kimi araştırmalar, ağırlıklı olarak siyasi kırılmalar ve dışlayıcı politikalar etrafında şekillenen anlatıların ötesine geçerek, sıradan insanların gündelik yaşam deneyimleri, kuşaklararası hafıza aktarımı, hafıza aktarımındaki süreklilik ve kopuşlar, azınlık cemaatlerinin ve bireysel aidiyetin çok katmanlı ve parçalı yapıları gibi daha mikro ve öznel temalara yönelmeye başladı.  Sözlü tarih, mikro-tarih ve anlatı analizi gibi yöntemler, uzun süre bastırılmış ya da görünür kılınmamış deneyimlerin ifade bulmasına imkân tanıdı. Ancak bu anlatıların duygusal boyutları baskın hale geldiğinde, siyasal ve etik bağlamın arka planda kalma riski ortaya çıkabiliyor. Oysa bu bireysel anlatılar aynı zamanda kolektif vicdanın ve siyasal etik anlayışın da birer ifadesidir.

Bu noktada Post-Post-Kemalist bir açılım gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu yönelim, devlet-merkezli eleştiriyi aşmayı; aynı zamanda bireylerin deneyimlerini, sessizliklerini, gündelik stratejilerini, hafıza pratiklerini ve duygusal coğrafyalarını da analizin merkezine yerleştirmenin yollarını bulmayı gerektiriyor. Özellikle Türkiye Yahudileri gibi hem “görünür” hem “görünmez” kalan cemaatlerin tarihini yazarken artık yalnızca neyin baskılandığını değil, bireylerin neyi nasıl hatırlamayı seçtiğini, neyi hangi nedenlerle dile getirmekten kaçındığını da sormak gerekiyor. Bu, hem Yahudi cemaatinin tarih yazımındaki pasifleştirilmiş konumunu sorgulamak hem de geçmişle bugünü yeniden ilişkilendiren yaratıcı analiz yolları geliştirmek için elzemdir.

Etik Düşünce, Gündelik Hayat ve Göç: Bir Yeniden Düşünme Önerisi

Günümüzün toplumsal ve siyasal koşulları etik düşünceyi tarihsel analizle bütünleştiren bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Burada etik, yalnızca bireysel ahlaki tutumlarla sınırlı değildir; aynı zamanda başkalarıyla, geçmişle ve sessizlikle kurulan ilişkilerin düşünsel olarak sorgulanmasını da içermektedir. Bu çerçevede, bugünün Türkiye’sinde Yahudi bireylerin siyasal protesto alanlarına nasıl dahil oldukları ya da neden bu alanların dışında kaldıkları soruları, salt politik değil, aynı zamanda etik sorular olarak da değerlendirilebilir. Sessizlik, geri çekilme ya da kamusal alanda konuşmayı seçme gibi tutumlar kişisel tercihlerin ötesinde, tarihsel bağlam içinde etik pozisyonlar olarak da okunabilir mi sorusu, bu nedenle önem kazanmaktadır.

Bu bağlamda bireylerin kimliklerine ilişkin verdikleri gündelik ve görünüşte önemsiz kararlar— örneğin sinagoga gitmek ya da gitmemek, cemaatle ilişkilenmek ya da mesafe koymak— mikro düzeyde etik konumlanmalar olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede göç de yalnızca yapısal koşulların sonucu değil; kimi zaman bireyin karşılaştığı ahlaki bir eşik ya da kırılma anı olarak da okunabilir. Gitmek kadar kalmak da bir tercihtir; duygusal ve etik boyutlar taşır ve yeni anlatı alanlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir. Bu çok katmanlı deneyimleri anlamlandırmak için daha fazla vaka analizine ve anlatı temelli saha çalışmalarına ihtiyaç var. Türkiye’den göç etmemiş, ancak göç etmeyi düşünen; cemaat etkinliklerinden ve mikro alanlarından uzak duran, ancak hâlâ kendini Yahudi olarak tanımlayan bireyler gibi daha az görünür olmuş deneyimler ilerideki araştırmalar için önemli bir yön tayin edebilir.1 Örneğin, “Sinagoga neden gitmiyorsun?” sorusu ise yalnızca inançla ilgili değil; aidiyet yorgunluğu, siyasal endişeler ya da duygusal mesafe gibi çok katmanlı gerekçelerle de ilişkili olabilir. 

Araştırmacının burada üstlendiği rol, anlatılanla birlikte hareket eden, sorunun içinde yer alan ve anlatıların kırılganlığına kulak verebilen biri olmaktır. Araştırmacı kimliğinin içinde olmak, akademik mesafenin ötesinde sahada sorulan her sorunun bir yankısı olabileceği ihtimalini de kabul etmeyi gerektirir. Bu yüzden kimi zamanlar araştırmacı anlatılan kadar anlatılamayanla da meşgul olmalı, sessizliğe kulak kabartmalıdır. Türkiye Yahudileri üzerine çalışmak yalnızca geçmişi belgelemek değil; o geçmişle, bugünün koşulları içinden yeni bir ilişki kurmanın yollarını aramaktır. 

Bir Çağrı

Bu yazı hem araştırmacılara hem de bu toplumsal tarih içinde yer alan bireylere yönelik bir çağrıdır. Dünyadaki ve Türkiye’deki dönüşüm sürecinde Yahudilerin, toplumsal konumlanışları ve sessizlikleriyle kesiştiği noktaları daha çok düşünmeye; ülke iklimindeki baskı koşullarına rağmen etik ve eleştirel bir alan açmaya ihtiyacımız gittikçe artmaktadır. Türkiye Yahudilerini konu alan çalışmalarda yeni yöntemlerin denenmesi, tartışmaların çeşitlenmesi ve daha çoğulcu bir epistemolojinin kurulması ihtiyacıyla bu yazının bir başlangıç olarak değerlendirilmesini, tartışmanın devam etmesini umuyorum.


1 Yahudiliğin kimlik olarak tanımı, dini normatif çerçeve ile bireysel/toplumsal aidiyet deneyimleri arasında önemli farklılıklar barındırır. Halakhik tanım, Yahudi anneden doğmuş olmayı ya da geçerli bir şekilde dine girmeyi esas alırken; sosyolojik düzeyde Yahudi kimliği, bireyin kültürel, tarihsel ve duygusal aidiyetleri doğrultusunda çok daha akışkan ve öznel biçimlerde inşa edilebilmektedir. Bu farklılaşmanın somut bir örneği, Avlaremoz’un 7 Ekim 2023 sonrası sürece dair hazırladığı dosyada yer alan bir röportajda gözlemlenebilir. Röportajda yer alan anlatıcı, İzmir Yahudi cemaatinden hem fiziksel hem duygusal olarak uzak yaşamayı seçtiğini belirtmekle birlikte, kendisini hâlâ Yahudi olarak tanımlamaktadır. (Bkz. Anna Anlatıyor: “Gidelim Desek de Nereye Gidelim ki Bu Yaştan Sonra?” Avlaremoz, 2 Haziran 2024.). Bu durum, Yahudi kimliğinin yalnızca kurumsal aidiyet ya da dinsel uygulamalarla değil; bireyin yaşadığı tarihsel bağlam, güvenlik algısı ve duygusal yönelimleriyle de şekillenebileceğini göstermesi açısından dikkate değerdir.