Bundan birkaç yıl önce İsrail’e “The Pageant” (Miss Holokost Survivor) belgeselini çekmeye gitmiştim. Çekim öncesi bir akşam Be’er Sheva’da yaşayan kuzenimi ziyaret ettiğimde bana yeni taşındıkları evi gezdirdi. Şık bir sitede oturuyorlardı ve üstü açık güzel bir havuzları vardı. Ancak kuzenim havuzun özelliklerini anlatırken benim dikkatim daha ziyade karanlıkta ışığı görülen, çok da uzakta olmayan bir askeri gözetleme kulesine gitmişti. Burası hep belgesellerde gördüğüm Batı Şeria-İsrail arasındaki kontrol noktalarından biriydi. “Kontrol noktasına bu kadar yakın olmakla ilgili ne hissediyorsunuz?” diye sorduğumda “aklımıza bile gelmiyor, günlük yaşamımıza bir etkisi yok” cevabını almıştım. Bu cevap üzerine sonra uzun süre düşündüğümü hatırlıyorum. İsrail’de doğup büyümüş olsam ve duvarın öteki tarafında yaşananlar günlük yaşamımda bu kadar görünmez olsa, ben de bu cevabı verir miydim? Duvarın öteki tarafında yaşananlar her neyse, İsrail’in askeri ve istihbarat gücü sayesinde ortalama vatandaş için (olabildiğince) görünmez hale geliyordu. Gazze için de durum farklı değildi.
7 Ekim saldırılarında yaşanan sivillere yönelik şiddetin tüyler ürperticiliği benim için biraz da buradan geliyordu: Tüm o kaos ve korkuya eşlik eden “bu işin buraya gelmesi kaçınılmazdı” hissi. Yıllardır biriken öfkenin ve acının bir gün tüm o teknolojik askeri savunma sistemlerini aşıp kendini en acımasız haliyle ortaya koyacağı bir an illa ki olacaktı. Çünkü güvenlik sadece askeri üstünlükle sağlanabilecek ve sürdürülebilecek bir şey değil. Yıllar içinde İsrail’de duvarlar örülüp demir kubbeler kurulması ortadaki güvenlik tehdidinin nasıl büyüdüğünü gösteriyordu.
Durumun vahameti 7 Ekim sabahı ortaya çıktı. İsrail’in cevabının sert olması kimseyi şaşırtmadı, ama askeri agresyonun dozunun nereye kadar artırılabileceği konusundaki tavrı tüm dünyayı şok etmişti. Kendini sivil halkın arasına kamufle etmiş olan Hamas’ın bu şekilde yok edilmesi mümkün müydü? Netanyahu yıllardır bastırılmış bir korku içinde yaşayan İsraillilere bunu vaat ediyordu. Ancak hükümet her ne kadar sivil ölümlerin önüne geçmeye çalıştığını iddia etse de kısa zamanda yaşanan vahşetin soykırım boyutuna ulaştığı iyice görünür hale geldi. Sivil toplum örgütleri (Uluslararası Af Örgütü, Human Rights Watch, Doctors without Borders, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu), BM’e bağlı araştırma komisyonları, Holokost tarihçileri (Omar Bartov, Raz Regal, Barry Trachtenberg, Amos Goldberg, Daniel Blatman), sayısız uzman ve gözlemci bu konuda hemfikirdi. Uluslararası Adalet Divanı Gazze’de soykırım tehlikesi olduğunun altını çizerken, Uluslararası Ceza Mahkemesi başbakan Netanyahu’nun ve savunma bakanı Gallant’ın insanlığa karşı işledikleri suçlar sebebiyle tutuklanması emrini çıkardı. İsrail’in eleştirileri antisemitizm olarak savuşturmaya çalışması “antisemitizm” kavramının içini boşaltmaktan başka bir işe yaramıyordu. Kendi yaşadığım ülke olan Almanya’da bu konuda çok ciddi bir baskı ortamı oluştu: Aktivistler tutuklandı, İsrail’i eleştirenler antisemitizmle suçlandı, bu konuda ses çıkaran sanatçıların sergileri iptal edildi, akademisyenler üniversitedeki işlerinden oldu. Bu durum halen devam ediyor. Bense tüm bunların ortasında, sosyal medyadan İsrail’i eleştiren paylaşımlar yaparak sesimi duyurmaya çalışıyorum. Hedefim kendi cemaatimde benden farklı düşünen Yahudilere alternatif bir bakışı açısının olabileceğini duyurmak ve bunu normalleştirmek. İnsanların fikirleri kolay değişmese de çocukluğundan beri tanıdıkları, nasıl bir yerden geldiğini bildikleri birisinin düşünceleriyle karşılaşmak onları sarsabilir. Ulaşmaya çalıştığım kitlenin, paylaşımlarımı “antisemitizm” veya “İsrail düşmanlığı” diye geçiştirmesinin kolay olmayacağını düşünüyorum. En azından buna dair bir umudum var.
Sanırım burada kendimle ilgili bir parantez açmamda fayda var: Kendi kuşağımdaki birçok Yahudi genci gibi, gençlik dönemimde İsrail’e bakışım çok daha idealistti. Çocukluğumun bir bölümünü İsrail’de geçirmiş olmamın ve Türkiye’ye geldiğim dönemde İbranice’yi neredeyse anadilim gibi konuşuyor olmamın bunda etkisi büyüktü. Ayrıca Türkiye’de bir Yahudi genci olarak büyümek de bu konuda beni önemli ölçüde şekillendirdi: Bir yanda ailemden ve cemaatimden aldığım Ladino kültürü, diğer yanda ise okulda öğretilen kökeni Orta Asya’ya dayanan milliyetçi bir Türk tarih anlatısı vardı (lisede tarih öğretmenime “neden Türklerin tarihine odaklanmak yerine, Anadolu tarihini okumuyoruz?” diye sorduğumu hatırlıyorum). Annem o dönemlerde Şalom gazetesinde “Kökler” başlığıyla yazılar yazıyor, Türkiye Yahudilerinin soy adlarının İspanya ve Portekiz yer adlarına nasıl referans verdiğini araştırıyordu. Okuldaysa Yahudiliğin sadece bir din olduğunun altı çiziliyordu, ki benim ailem pek dindar sayılmazdı ve bu tanıma uymuyordu. Bunlara ek olarak devraldığım bir takım toplumsal travmalar vardı: Trakya Pogromu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi tarihsel olayları arkadaşlarımdan çok daha önce öğrendiğim halde, kendi cemaatim dışında kimseyle paylaşamıyordum. Giderek küçülen, ayrımcılığa maruz kalan bir azınlık cemaatinde var olmaktan bunaldığım bir anda, İsrail’in varlığını düşünmek beni rahatlatıyordu. Bu temel üzerinden dünyayı çözmeye çalışan bir genç için siyonist perspektiften sunulmuş bir Yahudi tarihi anlatısı çok daha anlamlıydı. Aslında tek yaptığım bir milliyetçi anlatının yerine bir başkasını koymaktan ibaretti. Bunu fark etmem uzun zaman aldı.
Bugün sosyal medyada İsrail’i eleştiren paylaşımlar yaparken, öncelikli olarak kendi cemaatime ve benimle birlikte bu cemaatte büyüyen, benzer deneyimlerden geçen insanlara seslenmeye çalışıyorum. Birkaç sosyal medya paylaşımından sonra kendimi uzun zamandır iletişimde olmadığım tanıdıklarımla politik tartışmaların içinde buldum. Birebir iletişimde karşımdakini daha iyi dinleyip kendimi daha iyi ifade etme fırsatım oluyordu. Karşımdakinin beni bildiği kalıplardan birine koymasındansa, niye İsrail’i eleştirdiğimi anlamasını ve duymasını istiyordum.
Bu tarz tartışmalar sırasında bilinçli olarak “soykırım” gibi diyaloğu anında bloke eden bir kavramlardan uzak durmaya çabalıyorum. Bu suçlama kendini “Yahudi Devleti” olarak tanımlayan İsrail’e karşı yapıldığında, ana referans kaçınılmaz olarak Nazi Soykırımı olduğundan, inanılmaz bir disonans ortaya çıkıyordu. Bunu aşmaya çalışmaktansa “savaş suçu”, “katliam”, “etnik temizlik” gibi karşımdakinin kabul etmek istemese de en azından tartışmaya açık olacağı kavramları kullanmanın çok daha faydalı olduğu kanaatindeyim. “Soykırım” kavramının tartışmayı bloke ettiğinin tek farkında olan ben değilim tabii. İsrail’in savunan pek çok kişi daha ilk günden 7 Ekim saldırısını tarihsel bağlamından kopararak “2. Dünya Savaşından bu yana en çok Yahudi’nin öldürüldüğü olay” olarak tanımlamaya başladı. İma edilen, İsrail’i eleştirmenin yeni bir Holokost’u savunmakla eşdeğer olduğuydu. Buna paralel olarak Uluslararası Holokost Anma İttifakı (IHRA)’nın önerdiği güncel antisemitizm tanımı İsrail’e yapılan eleştirileri de içeriyordu. Bu tarz argümanlara katılmamakla ve yeri geldiğinde art niyetli bulmakla beraber, tartışma “soykırım” kavramı üzerinden yapıldığında konunun ne kadar içinden çıkılmaz hale gelebileceğini gösteriyor.
Ancak “soykırım” kavramını kullanmaktan çekinmemin başka sebepleri de vardı. Uluslararası Hukuk Mahkemesi etrafında yapılan tartışmalarda birçok uzman “niyet” kavramının altını çizdi. Bu argümana göre hukuksal anlamda soykırımı kanıtlamanın en zor kısmı, suçlanılan tarafın soykırım yapma niyetini kanıtlamaktı ve İsrailli liderlerin bu konudaki niyetlerini ortaya koyan söylemlerde bulunduğuna dikkat çekiliyordu. Örneğin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın Hamas saldırısının hemen sonrasında “insansı hayvanlarla savaşıyoruz, Gazze tamamen ablukaya alınacak, elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmayacak.” demesi “soykırım niyeti”ne delil kabul ediliyordu. Bir diğer delil Devlet başkanı Herzog’un 12 Ekim 2023’teki sözleriydi: “bu olaydan tüm Gazzeliler sorumludur… Sivil halkın [7 Ekim saldırısından] habersiz olduğu, dahil olmadığı yönündeki söylem kesinlikle doğru değildir”. Hamas’la savaşmakla Filistinlileri topluca cezalandırmak arasında bir ayrım yapılmıyordu. Gazze savaşı süresince İsrailli politik liderlerin bu tarz ırkçı söylemlerine ve etnik temizlik çağrılarına çokça tanık olduk.
Ancak “niyet” kavramını soykırımın ön şartı olarak kabul etmenin doğru olduğundan emin değilim. Örneğin İsrail’de savaşı destekleyenlerin bir blok olarak soykırım yanlısı olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Bunu birebir yaşadığım tartışmalarda da sık sık görüyorum: Çoğu İsrailli “derdimiz Gazze’lilerle değil, Hamas’la” diye düşünüyor veya en azından böyle düşünmek istiyor. Bu söylem siyonist perspektiften bakıldığında tutarlı olmasa da, “Demokratik Yahudi Devleti” kavramını içselleştirmiş olanlar için ortada bir çelişki yok.
Bu sebeple Gazze’deki soykırımı konuşurken odaklanmamız gereken esas kavramın “duyarsızlaşma” olduğunu düşünüyorum. Bir örnekle ifade edeyim: 8 Haziranda 2024’te, İsrail Hamas’ın kaçırdığı 4 vatandaşını askeri bir operasyonla kurtarmayı başardı. Bunlardan özellikle Noa Argamani, 7 Ekim görüntülerindeki korku dolu bakışlarıyla yaşanan travmanın ve vahşetin sembolü haline gelmişti. Dolayısıyla görünürde büyük bir başarı söz konusuydu. Ancak bu operasyon sırasında 274 Filistinli öldürüldü, 698 kişi yaralandı. Bunlardan kaçı Hamas militanıydı? Kaçı kadın ve çocuktu? Kaçı sivildi? Hangisinin yüzünü, adını, yaşadığı vahşeti merak ettik? Ve bu rakamı bir yana koyarsak, esas soru: 4 esir vatandaşını kurtarmak için, İsrail’in kaç Filistinli sivili öldürmeyi göze almaya hakkı var?
Bazen ailem ben 6 yaşındayken Türkiye’ye geri dönme kararı almasa, yani bir İsrailli olarak büyümüş olsam, bu konuda neler hissedeceğimi merak ediyorum. Bütün kurumlarıyla Yahudi nüfusun çoğunluğunun ve önceliğinin kollandığı dev bir mekanizmanın içinde büyümek dünyaya bakışımı nasıl etkilerdi? Her devlet gibi İsrail de vatandaşlarını ideolojik olarak -ana okulundan başlayarak- pek çok kurum vasıtasıyla şekillendirmeye çabalıyor. Bunu yaparken de Nazi soykırımının toplumsal travmasını milliyetçi anlatının bir parçası haline getiriyor (Yıllar önce Eyal Sivan’ın “Slaves of Memory” belgeselini izlemek bu konuda benim için çok aydınlatıcı olmuştu). Ülke askeri ve ekonomik olarak ne kadar güçlü olursa olsun, güvenlik tehdidi sürekli tepenizde. Herkesin evinde sığınak odası var. Bu sistemin içine doğup ona dışarıdan bakmak, sorgulamak, Gazze’den roketler yağarken barış aktivisti veya anti-siyonist olmak o kadar da kolay değil. Çıkışın olmadığını hissettiği noktada kim önce kendi ailesini, arkadaşlarını, sevdiklerini kollamayı seçmez? İsrail’de solun giderek erimesi ve ülkenin gün geçtikçe sağa kayması böylesi bir karamsarlığın sonucu. İki devletli çözümün mümkün olmadığı, tek devletli çözüm için kurulması gereken köprülerin kurulmasının son derece zor olduğu bir ortamda insanları birleştiren tek şey kısa vadeli güvenlik vaadiyle yapılan askeri operasyonlar.
Bu karamsarlık ve çaresizlik beraberinde duyarsızlaşmayı getiriyor. İsrail’deki ana akım medyada Gazze’de yaşanan vahşetin neredeyse hiç gösterilmediğini, gösterildiği zaman da sahadaki askerlerin gözünden aktarıldığını duyduğumda kulaklarıma inanamamıştım. İnternet çağında artık bunlar bahane olamaz diyordum, ama tahmin ediyorum ki orada da YouTube ve sosyal medya algoritmaları herkese kendi algısını doğrulayan bir sanal gerçeklik sunuyor. Filistinlilerin acısı görülmezken, İsrailli esirlerin isimleri, yüzleri, hikayeleri sürekli göz önünde tutuluyor. Kendi İnstagram hesabımda gençliğimden tanıdığım pek çok kişinin sadece ölen İsraillilerin, tutsakların yasını tuttuğunu görüyorum.
İsrailli eski barış müzakerecisi Daniel Levy’nin, 25 Şubat’ta 2025’te Birleşmiş Milletler konuşmasında dediği gibi: “Ariel ve Kfir Bibas’ı anmak için için bir dakikalık sessizlik istemek çok anlamlı. Ama eğer İsrail’in bombardımanı sırasında öldürülen 18.000 Filistinli çocuğun her bir için bunu yapmaya kalkarsak, bu sessizlik 300 saatten fazla sürer.” İsrail’i savunanlar sayıların abartıldığını, bu çocukların ölümünden Hamas’ın sorumlu olduğunu, İsrail’in yaptığı operasyonla Hamas’ın katliamının bir tutulamayacağını, her savaşta sivillerin öldüğünü savunacaktır. Televizyon programları ve internet böyle tartışmalarla dolu. Ancak benim için konu herşeyden önce bir duyarlılık meselesi. Etrafımdaki insanlara baktığımda “soykırım savunuculuğu”ndan ziyade bir çeşit körleşme görüyorum. Başkalarının acısını yok sayan, ölen siviller adına yas tutmayan, sadece kendi travmasını ve öfkesini duyanların körleşmesi.
Bundan birkaç yıl önce İsrail’e “The Pageant” (Miss Holokost Survivor) belgeselini çekmeye gitmiştim. Çekim öncesi bir akşam Be’er Sheva’da yaşayan kuzenimi ziyaret ettiğimde bana yeni taşındıkları evi gezdirdi. Şık bir sitede oturuyorlardı ve üstü açık güzel bir havuzları vardı. Ancak kuzenim havuzun özelliklerini anlatırken benim dikkatim daha ziyade karanlıkta ışığı görülen, çok da uzakta olmayan bir askeri gözetleme kulesine gitmişti. Burası hep belgesellerde gördüğüm Batı Şeria-İsrail arasındaki kontrol noktalarından biriydi. “Kontrol noktasına bu kadar yakın olmakla ilgili ne hissediyorsunuz?” diye sorduğumda “aklımıza bile gelmiyor, günlük yaşamımıza bir etkisi yok” cevabını almıştım. Bu cevap üzerine sonra uzun süre düşündüğümü hatırlıyorum. İsrail’de doğup büyümüş olsam ve duvarın öteki tarafında yaşananlar günlük yaşamımda bu kadar görünmez olsa, ben de bu cevabı verir miydim? Duvarın öteki tarafında yaşananlar her neyse, İsrail’in askeri ve istihbarat gücü sayesinde ortalama vatandaş için (olabildiğince) görünmez hale geliyordu. Gazze için de durum farklı değildi.
7 Ekim saldırılarında yaşanan sivillere yönelik şiddetin tüyler ürperticiliği benim için biraz da buradan geliyordu: Tüm o kaos ve korkuya eşlik eden “bu işin buraya gelmesi kaçınılmazdı” hissi. Yıllardır biriken öfkenin ve acının bir gün tüm o teknolojik askeri savunma sistemlerini aşıp kendini en acımasız haliyle ortaya koyacağı bir an illa ki olacaktı. Çünkü güvenlik sadece askeri üstünlükle sağlanabilecek ve sürdürülebilecek bir şey değil. Yıllar içinde İsrail’de duvarlar örülüp demir kubbeler kurulması ortadaki güvenlik tehdidinin nasıl büyüdüğünü gösteriyordu.
Durumun vahameti 7 Ekim sabahı ortaya çıktı. İsrail’in cevabının sert olması kimseyi şaşırtmadı, ama askeri agresyonun dozunun nereye kadar artırılabileceği konusundaki tavrı tüm dünyayı şok etmişti. Kendini sivil halkın arasına kamufle etmiş olan Hamas’ın bu şekilde yok edilmesi mümkün müydü? Netanyahu yıllardır bastırılmış bir korku içinde yaşayan İsraillilere bunu vaat ediyordu. Ancak hükümet her ne kadar sivil ölümlerin önüne geçmeye çalıştığını iddia etse de kısa zamanda yaşanan vahşetin soykırım boyutuna ulaştığı iyice görünür hale geldi. Sivil toplum örgütleri (Uluslararası Af Örgütü, Human Rights Watch, Doctors without Borders, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu), BM’e bağlı araştırma komisyonları, Holokost tarihçileri (Omar Bartov, Raz Regal, Barry Trachtenberg, Amos Goldberg, Daniel Blatman), sayısız uzman ve gözlemci bu konuda hemfikirdi. Uluslararası Adalet Divanı Gazze’de soykırım tehlikesi olduğunun altını çizerken, Uluslararası Ceza Mahkemesi başbakan Netanyahu’nun ve savunma bakanı Gallant’ın insanlığa karşı işledikleri suçlar sebebiyle tutuklanması emrini çıkardı. İsrail’in eleştirileri antisemitizm olarak savuşturmaya çalışması “antisemitizm” kavramının içini boşaltmaktan başka bir işe yaramıyordu. Kendi yaşadığım ülke olan Almanya’da bu konuda çok ciddi bir baskı ortamı oluştu: Aktivistler tutuklandı, İsrail’i eleştirenler antisemitizmle suçlandı, bu konuda ses çıkaran sanatçıların sergileri iptal edildi, akademisyenler üniversitedeki işlerinden oldu. Bu durum halen devam ediyor. Bense tüm bunların ortasında, sosyal medyadan İsrail’i eleştiren paylaşımlar yaparak sesimi duyurmaya çalışıyorum. Hedefim kendi cemaatimde benden farklı düşünen Yahudilere alternatif bir bakışı açısının olabileceğini duyurmak ve bunu normalleştirmek. İnsanların fikirleri kolay değişmese de çocukluğundan beri tanıdıkları, nasıl bir yerden geldiğini bildikleri birisinin düşünceleriyle karşılaşmak onları sarsabilir. Ulaşmaya çalıştığım kitlenin, paylaşımlarımı “antisemitizm” veya “İsrail düşmanlığı” diye geçiştirmesinin kolay olmayacağını düşünüyorum. En azından buna dair bir umudum var.
Sanırım burada kendimle ilgili bir parantez açmamda fayda var: Kendi kuşağımdaki birçok Yahudi genci gibi, gençlik dönemimde İsrail’e bakışım çok daha idealistti. Çocukluğumun bir bölümünü İsrail’de geçirmiş olmamın ve Türkiye’ye geldiğim dönemde İbranice’yi neredeyse anadilim gibi konuşuyor olmamın bunda etkisi büyüktü. Ayrıca Türkiye’de bir Yahudi genci olarak büyümek de bu konuda beni önemli ölçüde şekillendirdi: Bir yanda ailemden ve cemaatimden aldığım Ladino kültürü, diğer yanda ise okulda öğretilen kökeni Orta Asya’ya dayanan milliyetçi bir Türk tarih anlatısı vardı (lisede tarih öğretmenime “neden Türklerin tarihine odaklanmak yerine, Anadolu tarihini okumuyoruz?” diye sorduğumu hatırlıyorum). Annem o dönemlerde Şalom gazetesinde “Kökler” başlığıyla yazılar yazıyor, Türkiye Yahudilerinin soy adlarının İspanya ve Portekiz yer adlarına nasıl referans verdiğini araştırıyordu. Okuldaysa Yahudiliğin sadece bir din olduğunun altı çiziliyordu, ki benim ailem pek dindar sayılmazdı ve bu tanıma uymuyordu. Bunlara ek olarak devraldığım bir takım toplumsal travmalar vardı: Trakya Pogromu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi tarihsel olayları arkadaşlarımdan çok daha önce öğrendiğim halde, kendi cemaatim dışında kimseyle paylaşamıyordum. Giderek küçülen, ayrımcılığa maruz kalan bir azınlık cemaatinde var olmaktan bunaldığım bir anda, İsrail’in varlığını düşünmek beni rahatlatıyordu. Bu temel üzerinden dünyayı çözmeye çalışan bir genç için siyonist perspektiften sunulmuş bir Yahudi tarihi anlatısı çok daha anlamlıydı. Aslında tek yaptığım bir milliyetçi anlatının yerine bir başkasını koymaktan ibaretti. Bunu fark etmem uzun zaman aldı.
Bugün sosyal medyada İsrail’i eleştiren paylaşımlar yaparken, öncelikli olarak kendi cemaatime ve benimle birlikte bu cemaatte büyüyen, benzer deneyimlerden geçen insanlara seslenmeye çalışıyorum. Birkaç sosyal medya paylaşımından sonra kendimi uzun zamandır iletişimde olmadığım tanıdıklarımla politik tartışmaların içinde buldum. Birebir iletişimde karşımdakini daha iyi dinleyip kendimi daha iyi ifade etme fırsatım oluyordu. Karşımdakinin beni bildiği kalıplardan birine koymasındansa, niye İsrail’i eleştirdiğimi anlamasını ve duymasını istiyordum.
Bu tarz tartışmalar sırasında bilinçli olarak “soykırım” gibi diyaloğu anında bloke eden bir kavramlardan uzak durmaya çabalıyorum. Bu suçlama kendini “Yahudi Devleti” olarak tanımlayan İsrail’e karşı yapıldığında, ana referans kaçınılmaz olarak Nazi Soykırımı olduğundan, inanılmaz bir disonans ortaya çıkıyordu. Bunu aşmaya çalışmaktansa “savaş suçu”, “katliam”, “etnik temizlik” gibi karşımdakinin kabul etmek istemese de en azından tartışmaya açık olacağı kavramları kullanmanın çok daha faydalı olduğu kanaatindeyim. “Soykırım” kavramının tartışmayı bloke ettiğinin tek farkında olan ben değilim tabii. İsrail’in savunan pek çok kişi daha ilk günden 7 Ekim saldırısını tarihsel bağlamından kopararak “2. Dünya Savaşından bu yana en çok Yahudi’nin öldürüldüğü olay” olarak tanımlamaya başladı. İma edilen, İsrail’i eleştirmenin yeni bir Holokost’u savunmakla eşdeğer olduğuydu. Buna paralel olarak Uluslararası Holokost Anma İttifakı (IHRA)’nın önerdiği güncel antisemitizm tanımı İsrail’e yapılan eleştirileri de içeriyordu. Bu tarz argümanlara katılmamakla ve yeri geldiğinde art niyetli bulmakla beraber, tartışma “soykırım” kavramı üzerinden yapıldığında konunun ne kadar içinden çıkılmaz hale gelebileceğini gösteriyor.
Ancak “soykırım” kavramını kullanmaktan çekinmemin başka sebepleri de vardı. Uluslararası Hukuk Mahkemesi etrafında yapılan tartışmalarda birçok uzman “niyet” kavramının altını çizdi. Bu argümana göre hukuksal anlamda soykırımı kanıtlamanın en zor kısmı, suçlanılan tarafın soykırım yapma niyetini kanıtlamaktı ve İsrailli liderlerin bu konudaki niyetlerini ortaya koyan söylemlerde bulunduğuna dikkat çekiliyordu. Örneğin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın Hamas saldırısının hemen sonrasında “insansı hayvanlarla savaşıyoruz, Gazze tamamen ablukaya alınacak, elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmayacak.” demesi “soykırım niyeti”ne delil kabul ediliyordu. Bir diğer delil Devlet başkanı Herzog’un 12 Ekim 2023’teki sözleriydi: “bu olaydan tüm Gazzeliler sorumludur… Sivil halkın [7 Ekim saldırısından] habersiz olduğu, dahil olmadığı yönündeki söylem kesinlikle doğru değildir”. Hamas’la savaşmakla Filistinlileri topluca cezalandırmak arasında bir ayrım yapılmıyordu. Gazze savaşı süresince İsrailli politik liderlerin bu tarz ırkçı söylemlerine ve etnik temizlik çağrılarına çokça tanık olduk.
Ancak “niyet” kavramını soykırımın ön şartı olarak kabul etmenin doğru olduğundan emin değilim. Örneğin İsrail’de savaşı destekleyenlerin bir blok olarak soykırım yanlısı olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Bunu birebir yaşadığım tartışmalarda da sık sık görüyorum: Çoğu İsrailli “derdimiz Gazze’lilerle değil, Hamas’la” diye düşünüyor veya en azından böyle düşünmek istiyor. Bu söylem siyonist perspektiften bakıldığında tutarlı olmasa da, “Demokratik Yahudi Devleti” kavramını içselleştirmiş olanlar için ortada bir çelişki yok.
Bu sebeple Gazze’deki soykırımı konuşurken odaklanmamız gereken esas kavramın “duyarsızlaşma” olduğunu düşünüyorum. Bir örnekle ifade edeyim: 8 Haziranda 2024’te, İsrail Hamas’ın kaçırdığı 4 vatandaşını askeri bir operasyonla kurtarmayı başardı. Bunlardan özellikle Noa Argamani, 7 Ekim görüntülerindeki korku dolu bakışlarıyla yaşanan travmanın ve vahşetin sembolü haline gelmişti. Dolayısıyla görünürde büyük bir başarı söz konusuydu. Ancak bu operasyon sırasında 274 Filistinli öldürüldü, 698 kişi yaralandı. Bunlardan kaçı Hamas militanıydı? Kaçı kadın ve çocuktu? Kaçı sivildi? Hangisinin yüzünü, adını, yaşadığı vahşeti merak ettik? Ve bu rakamı bir yana koyarsak, esas soru: 4 esir vatandaşını kurtarmak için, İsrail’in kaç Filistinli sivili öldürmeyi göze almaya hakkı var?
Bazen ailem ben 6 yaşındayken Türkiye’ye geri dönme kararı almasa, yani bir İsrailli olarak büyümüş olsam, bu konuda neler hissedeceğimi merak ediyorum. Bütün kurumlarıyla Yahudi nüfusun çoğunluğunun ve önceliğinin kollandığı dev bir mekanizmanın içinde büyümek dünyaya bakışımı nasıl etkilerdi? Her devlet gibi İsrail de vatandaşlarını ideolojik olarak -ana okulundan başlayarak- pek çok kurum vasıtasıyla şekillendirmeye çabalıyor. Bunu yaparken de Nazi soykırımının toplumsal travmasını milliyetçi anlatının bir parçası haline getiriyor (Yıllar önce Eyal Sivan’ın “Slaves of Memory” belgeselini izlemek bu konuda benim için çok aydınlatıcı olmuştu). Ülke askeri ve ekonomik olarak ne kadar güçlü olursa olsun, güvenlik tehdidi sürekli tepenizde. Herkesin evinde sığınak odası var. Bu sistemin içine doğup ona dışarıdan bakmak, sorgulamak, Gazze’den roketler yağarken barış aktivisti veya anti-siyonist olmak o kadar da kolay değil. Çıkışın olmadığını hissettiği noktada kim önce kendi ailesini, arkadaşlarını, sevdiklerini kollamayı seçmez? İsrail’de solun giderek erimesi ve ülkenin gün geçtikçe sağa kayması böylesi bir karamsarlığın sonucu. İki devletli çözümün mümkün olmadığı, tek devletli çözüm için kurulması gereken köprülerin kurulmasının son derece zor olduğu bir ortamda insanları birleştiren tek şey kısa vadeli güvenlik vaadiyle yapılan askeri operasyonlar.
Bu karamsarlık ve çaresizlik beraberinde duyarsızlaşmayı getiriyor. İsrail’deki ana akım medyada Gazze’de yaşanan vahşetin neredeyse hiç gösterilmediğini, gösterildiği zaman da sahadaki askerlerin gözünden aktarıldığını duyduğumda kulaklarıma inanamamıştım. İnternet çağında artık bunlar bahane olamaz diyordum, ama tahmin ediyorum ki orada da YouTube ve sosyal medya algoritmaları herkese kendi algısını doğrulayan bir sanal gerçeklik sunuyor. Filistinlilerin acısı görülmezken, İsrailli esirlerin isimleri, yüzleri, hikayeleri sürekli göz önünde tutuluyor. Kendi İnstagram hesabımda gençliğimden tanıdığım pek çok kişinin sadece ölen İsraillilerin, tutsakların yasını tuttuğunu görüyorum.
İsrailli eski barış müzakerecisi Daniel Levy’nin, 25 Şubat’ta 2025’te Birleşmiş Milletler konuşmasında dediği gibi: “Ariel ve Kfir Bibas’ı anmak için için bir dakikalık sessizlik istemek çok anlamlı. Ama eğer İsrail’in bombardımanı sırasında öldürülen 18.000 Filistinli çocuğun her bir için bunu yapmaya kalkarsak, bu sessizlik 300 saatten fazla sürer.” İsrail’i savunanlar sayıların abartıldığını, bu çocukların ölümünden Hamas’ın sorumlu olduğunu, İsrail’in yaptığı operasyonla Hamas’ın katliamının bir tutulamayacağını, her savaşta sivillerin öldüğünü savunacaktır. Televizyon programları ve internet böyle tartışmalarla dolu. Ancak benim için konu herşeyden önce bir duyarlılık meselesi. Etrafımdaki insanlara baktığımda “soykırım savunuculuğu”ndan ziyade bir çeşit körleşme görüyorum. Başkalarının acısını yok sayan, ölen siviller adına yas tutmayan, sadece kendi travmasını ve öfkesini duyanların körleşmesi.
Paylaş: