Makaleler

Almanya seçimlerinden sonra: Bir AfD’li ne menem bir şeydir? – Atilla Dirim

Almanya’da federal seçimler yapıldı ve ortaya oldukça karanlık bir tablo çıktı. Irkçı, göçmen düşmanı, cinsiyetçi, LGBTİ+fobik, iklim krizine yalan diyen Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi yüzde 20,5 oyla ikinci büyük parti olarak meclise girdi. Yani her beş seçmenden biri bu partiye oy vermiş. Sahi, bunlar nasıl insanlar, bu her beş seçmenden biri?

2018 yılına kadar haklarında çok konuşulan AfD seçmenlerinden biriyle tanışma fırsatım olmamıştı. Bunun en önemli sebebi Türkiye’de yaşıyor olmamdı, ancak sık sık gittiğim Almanya’da da yakın akraba çevremde ve arkadaşlarımın arasında hiç AfD’li yoktu. Bu durum söz konusu yılda Ankara’da değişecekti.

AfD’nin yüzde 12,6 oy aldığı seçimlerden sonra, yani tehlike çanlarının çalmaya başladığı günlerde,  bir Alman’ın tercümana ihtiyacı olduğu, yardımcı olup olmayacağımı soran bir telefon aldığımda, peki diyerek adı ve adresi verilen otele gitmiştim. Lobide söz konusu kişiyle tanıştığımda, onun AfD seçmeni olduğunu elbette bilmiyordum. Ellili yaşlarında, nazik ve sevimli bir adamdı. Adına Dieter diyelim. Türkiye’de o tarihten on yıl kadar önce yaptığı bir tatilde geçirdiği bir kaza sonucu bacağı kırılmış, çeşitli ameliyatlar geçirmiş, kazaya sebebiyet veren işletmeye tazminat davası açmış, on yıllık bir dava sürecinden sonra belli bir tazminat almaya hak kazanmıştı. 

Tazminat bedeli Yargıtay’ın emanet hesabına yatmıştı ama bir türlü olur çıkmadığı için Dieter sonunda avukatlarına olan güvenini de kaybederek, konuyu çözmek için bizzat Ankara’ya gelmişti. Bunları anlattıktan sonra ona ne yapmayı düşündüğünü sormuştum. Bana Yargıtay başkanıyla görüşmek istediğini söylemişti. Elimde olmadan gülmüştüm. Ona bunun mümkün olmadığını anlattıktan sonra, o halde davaya bakan hakimlerle görüşmek istediğini söylemişti. Ona bunun da mümkün olmadığını ama Yargıtay’ın yakında olduğunu, isterse oraya gidebileceğimizi, süreci anlatarak neticelendirilmesini talep eden bir dilekçe verebileceğimizi söylemiştim. Dieter bunu kabul etmiş, birlikte Yargıtay’a doğru yürümeye başlamıştık.

Yolda Dieter Türkiye’deki yargı sistemine ağır eleştirilerde bulunarak, basit bir davanın on yılda neticelenemediği bir ülkenin demokratik olamayacağını söylemişti. Hemen ardından da Almanya’da durumun daha beter olduğunu, orta büyüklükteki tadilat işletmesinin maliyenin ağır baskısı altında bulunduğunu, vergisini ödemeyi bir gün geciktirse memurların akbaba gibi üzerinde uçuşmaya başladığını, oysa meclisteki vekillerin vergi falan diye bir sorunu bulunmadığını, hepsinin iş takibi yaparak yağlı paralar kazandığını, halkı zerrece düşünmediklerini anlatmış, yapımı çeşitli skandallarla yıllar boyunca süren Berlin Havaalanı inşaatında devletin milyarlarca Euro zarara uğratıldığını, ancak ortada suçlu namına kimsenin bulunmadığından yakınmıştı. Üstelik buna benzer sayısız örnek vardı.

Bütün bunların bana çok tanıdık geldiğini anlatmaya çalışırken, Dieter sözümü keserek “eski partilerden” (burada aslında ilgisi olmamasına rağmen Nazi terminolojisi olduğu kabul edilen “Altparteien” terimini kullanması beni derhal alarma geçirmişti) umudunu tamamen kestiğini, hiçbirinin hiçbir derde deva olmadığını, zaten bunun ortada olduğunu, her şeyin her gün daha kötüye gittiğini, ancak bir partinin, yeni bir partinin, onlara benzemediğini, mevcut kötü durumu düzeltebileceğini, bu partiye ırkçı dendiğini ama aslında öyle olmadığını söylemişti. Ben içimden “eyvah!” diye geçirmiş ve “AfD mi?” diye sorduğumda, Dieter yan gözle bana bakarak “evet” cevabını vermişti.

Bütün dünyada olduğu gibi Almanya’da da işçileri ve orta sınıfları ezmeye yönelik neoliberal politikaları haklı olarak eleştiren bu sempatik adam bir Nazi olabilir miydi? İlk şoku üzerimden attıktan sonra ona Almanya’da yaşananlarla ilgili olarak yaptığı eleştirilerde haklı olduğunu, ancak AfD’nin bunların sorumlusu olarak göçmenleri gösterdiğini, bunun gerçek olmadığını, emekli maaşlarının ödenmesi için bile yeni işçilere ihtiyaç duyulduğunu ve ülkedeki doğum oranlarının bu ihtiyacı karşılamaktan çok uzak olduğu için göçmen işçilere ihtiyacın büyük olduğunu, bu yüzden bu insanlara krizin sorumlusu gibi davranmak yerine teşekkür etmek gerektiğini anlatmaya çalışmıştım – tabii bunlar da bana hiç yabancı gelmiyordu, malûm, Türkiye’de de sanki Suriyeliler olmasa cennette yaşayacakmışız gibi bir hava estiriliyordu – ancak Dieter Nuh diyor peygamber demiyor, “yabancılar” yan gelip yatarak bizim vergilerimizle bedava yaşıyor masalını anlatmaya devam ediyordu. Ülkedeki irili ufaklı sayısız sanayi kuruluşunda çalışan göçmen kökenli işçileri hatırlatıyordum ama ne fayda!..

Bu arada Yargıtay’a gelmiştik. Derdimizi anlatıp dilekçemizi verdikten sonra otele dönmüş, birer bira içtikten sonra vedalaşmış ve kendi yollarımıza gitmiştik. Konunun nasıl neticelendiğini hâlâ merak ederim.

İlk tanıdığım AfD’li bu kişiydi. Dieter gözü dönmüş bir SA katili, bir SS canisi miydi? Öyle bir hali yoktu. Neoliberal yıkım politikalarından yılmış, bürokrasiyle boğuşmaktan, her gün hak kaybetmekten, düşen gelirini nasıl artıracağını düşünmekten bezmiş, müesses nizamdan umudunu yitirmiş, orta halli bir işverendi. Dediğim gibi, sempatik ve sevimli bir insandı da, umudunu AfD’ye bağlarken bunu iyi niyetlerle yaptığından da kuşku yoktu ama cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla örüldüğünü biliyoruz. Tarih bunu bize çok acı bir şekilde öğretmişti. Derin ekonomik krizlerde gelecek kaygısına kapılan orta sınıflar, yanlarına sınıfla bağı kopmuş işçileri de çekerek, kendilerine işaret edilen iç ve dış (sözde) düşmanları yok etmek için en korkunç şiddet eylemlerine girebilirler. O güne dek mazbut bir hayat sürmüş insanların içlerinden bir canavar çıkabilir, bu canavar bunları tamamen ele geçirebilir, canavarlaşan insanlar gözlerini kırpmadan milyonlarca suçsuz insanı akıl almayacak yöntemlerle ölüme gönderebilirler. Nazi Almanyasında bunları yaşadık ve başta Yahudiler olmak üzere kurbanların ardından hâlâ gözyaşı döküyoruz.

Maalesef AfD’ye oy veren on milyondan fazla insanın durumu da budur. AfD, şu anda daha ılımlı bir görüntü çizse de, bunun aldatıcı olduğundan şüphe duymamak lazım. Söz konusu partinin ipleri artık tamamen Thüringen Teşkilatı lideri Björn Höcke etrafından toplanan “der Flügel” (Kanat) hizbinin elindedir ve bu hizbin üyelerinin su katılmamış birer Neonazi olduğu herkesin malûmudur. Almanya’daki “yabancıları” tenkil ve tehcir planları daha kısa bir süre önce ortaya çıkmıştı. Geçtiğimiz pazar günü yapılan seçimlerde yüzde 28,52 oy oranıyla birinci parti konumunda olan merkez sağ partilere ve aşırı sağ “Kimlikçi” harekete mensup kişilerin de katıldığı gizli toplantıda, en az iki milyon göçmen kökenli insanın vatandaşlık durumuna bakılmaksızın Kuzey Afrika’da bir ülkeye gönderilmesi konuşulmuştu. Tıpkı Nazilerin Yahudileri Madagaskar’a sürmeyi planlaması gibi. Hoş, zaten kendisinden başka her şeye düşman olan Trump’ın “Verimlilik Bakanı” olarak atadığı ve AfD’ye verdiği desteği sosyal medyada coşarak ilan eden Elon Musk’ın göz göre göre Nazi selamı çakması, aslında uzun izahatlara mahal bırakmıyor…

Her beş kişiden biri AfD’ye oy verirken, her beş kişiden dördünün başka partilere oy verdiği ve bunda çok da abartılacak bir şey olmadığı söylenebilir. Ancak giderek derinleşerek dünyayı sarsmaya devam eden ekonomik krizin, daha doğrusu kapitalizmin çoklu krizinin, sosyal krizi de giderek derinleştirdiğini unutmamak lazım. Bu konuda tarih bizi bir kez daha uyarıyor: Nazi Partisi de 1928 seçimlerinde yüzde 2,6 oy alırken, Eylül 1930 seçimlerinde “Büyük Buhran”ın etkisiyle oylarını yüzde 18,3’e, 1932’de de yüzde 37,3’e çıkartmıştı. Sonrasını biliyoruz. 

Şimdi ne olacak? Almanya elbette 1930’ların Almanyası değil; Nazizim felaketinden sonra Almanlar geçmişleriyle yüzleşmeyi başardılar. Bugün bu yüzleşmeye rağmen AfD yükseliyor ama karşısında yüz binler halinde sokağa çıkan güçlü bir antifaşist hareket de var. Bu antifaşist hareketi oluşturan yapıların aralarındaki irili ufaklı anlaşmazlıkları bir yana bırakarak Neonazizm tehlikesine karşı birleşerek güçlü bir cephe oluşturmaları, şu anda hayati önem taşıyor. Ancak gelecek korkusuyla Neonazilerin ağına düşen Dieter’leri buradan kurtarmak için sadece gösteriler yetmez. Özledikleri daha iyi dünya hayalini Neonazilerin gerçekleştiremeyeceğini somut olarak ortaya koymak için temel hak ve özgürlükleri güçlendirmek, ekonomik kazanımlar elde etmek, kapitalizmin sömürü müessesini hayatını çalışarak kazananlar lehine zayıflatmak gerekir ki bunu yapabilecek yegâne yapı, üretimden gelen gücünü kullanan örgütlü işçi sınıfıdır. Örgütlü işçi sınıfının içindeki çelişkileri gidererek daha iyi bir dünya için kapitalist sömürüye karşı harekete geçmesi, Neonazizm tehlikesini gerileterek ortadan kaldırabilir. Bu aynı zamanda sisteme karşı yürütülen cesur bir mücadele de olmalıdır, çünkü kapitalizm hüküm sürdükçe ve insanlığı derin krizlere sürükledikçe, faşizm kirli başını kaldırmaya devam edecektir.

Buradan Türkiye için de dersler çıkarmak hiç fena olmaz, çünkü malûm, Dieter’ler burada da cirit atıyor…