Adam Shatz’in İsrail’in Düşüşü adlı yazısını çevirirken Jean Daniel’in Yahudilik Hapishanesi isimli kitabına rastladım. Daniel’in düşünceleri beni modern Yahudi kimliğinin travmaları ve bu travmaların siyasi işlevi üzerine düşünmeye ve yazmaya itti. Daniel, kitabında modern Yahudi kimliğinin, Yahudiler için Yahudilerce oluşturulmuş bir hapishane olduğunu öne sürüyor. Tanımladığı hapishanenin duvarlarını da, seçilmiş halk olma düşüncesi, Holokost anmaları ile kurban kültürü ve İsrail devletine verilen açık çek olarak tasvir ediyor.
Gazze’de, İsrail’in bilinçli olarak yarattığı felaket üzerinden post-modern dönemin belki de en büyük yarılmasını yaşamakta olan Yahudi kimliği, hem Yahudiler hem de Yahudi olmayanlar tarafından bugün yeniden tanımlanıyor. Yahudi kültürü, kendi içinde anlaşamama geleneğine sahip olmasına rağme bu yarılma Judea Krallığı ile İsrail Krallığı ayrılığına yol açan bölünme kadar derin izler bırakacak gibi görünüyor. Kolonyal politikaların aşırı sağ askeri politikalarla yoğurduğu bir İsrail ile nasıl bir ilişki/ilişkisizliğin Yahudi kimliğinin devamlılığına nasıl bağlantı olacağı üzerine tartışmalar süredursun, öte yandan yükselen ırkçı dalgalarla boğuşan İsrail dışı Yahudilerin içlerini ürperten antisemit gelişmeler devam ediyor.
Silahlı erkekler yeniden tarih sahnesinin orta yerinde, kılıçlarından yansıyan ateşle kitleleri dehşete düşürmek için büyük bir çaba içindeler. Ancak “hapishanede” yaşayan Yahudilerin bu gelişmelerden haberdar olmaları, mahpusluk koşulları gereği çok zor. Asker postalları ve tank paletlerinin kaldırdığı toz ve dumanın altındaki cesetlerin yanında, Yahudilik düşüncesi ve Yahudi kimliği için çok değerli pek çok kavramın da yatıyor olduğunu bu zihinsel hapisteyken bilmek neredeyse imkansız.
Bu hapistekilerin, gündelik siyaset ve bir avuç toprak için eğilip bükülen binlerce yıllık Yahudi tarihi ve öğretisinin “hepimize” ait olduğunu neden bilemediklerini anlayabilecek kadar cemaat içinde büyüdüm. Bu sebeple okuduğunuz yazıyı daha çok halen düşünsel hapishanede olan kardeşlerime “dışarıdan” haber vermek için yazıyorum. Lakin toz, duman dağılıp, füzelerin çıkarttığı yangınlar söndüğünde, bu hapishanede yaşamaya devam etmenin daha da zorlaştığını, duvarların eskisinden de güçlü bir şekilde üzerlerine gelmeye başladığını fark edecekler.
Khorkov Pogromu’ndan sag kurtulanlar (1919)
İsrail propaganda makinesi, 7 Ekim’de gerçekleşen Aksa Tufanı operasyonu sonrası Yahudilerin teyakkuza geçerek safları sıklaştırmasını sağlamak için hemen harekete geçti. Böylece işleyeceği savaş suçlarını görünmez kılacaklardı. Bunun için çok iyi bildikleri korkuları canlandıracak anahtar kelimeleri sıkça kullanmaya başladılar. Ortak keseni milliyetçi/Siyonist politikalar ve ikiz kardeşi militarizm olan bu güruhtan kimileri olayları bir pogrom, kimileri ise Holokost’un devamı yada Holokost’tan beri en büyük Yahudi katli olarak görmekte ve göstermekte beis görmedi. Bu bakışın aksine, bu yazıda bir tarihi gerçeklik ve sosyolojik bir vaka olarak pogrom kavramını kökenlerine inerek inceleyerek 7 Ekim saldırılarının pogrom ile ilişkisini anlamaya çalışacağım.
Pogrom Ne Demekti?
Holokost Ansiklopedisi’nin tanımına göre “pogrom, ‘ortalığı kasıp kavurmak, şiddetle yıkmak’ anlamına gelen, Rusçadan Yiddiş diline geçmiş bir kelime. Tarihsel olarak bu terim, yerel toplulukların Rusya İmparatorluğu ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki Yahudilere yönelik şiddetli saldırılarını ifade ediyor. Kayıtlara göre pogrom olarak adlandırılan ilk olay, 1821’de Odessa’daki Yahudi karşıtı ayaklanmalar. Benzer saldırıların tekrar etmesi sebebiyle özel bir isim olan pogrom vakaları Çar II. Alexander’ın öldürülmesinin ardından 1881-1884’te Rus İmparatorluğu’nun batı eyaletleri ve güneyini kasıp kavuran bir dalga halinde Yahudi topluluklarının hayatına girdi. Bu dalgadan sonra pogrom bilinen bir kelime oldu. (Bu noktada, Çar’ı Yahudilerin öldürmediğini söylemeye gerek var mı bilmiyorum, ama söyleyeyim).
Odessa’da oldurulen bir Yahudi icin yas (1905)
Birinci Dünya Savaşı’na kadar Rusya hakimiyetindeki bölgelerde sıkça görülen pogromlar, Doğu Avrupa Aşkenazlarının önce yaşamlarını, sonra da kimliklerini derinden etkiledi. Bu kitle saldırıları genellikle yerel halk tarafından örgütleniyor, ardından da devletin kolluk kuvvetlerini bölgeden çekerek yol vermesi, ve günün sonunda kimsenin yargılanmaması sayesinde cezasız, popüler bir aktivite olarak etkinlik kazanıyorlardı.
1917’de Bolşevik devrimi ile birlikte Rusya’da monarşinin yıkılması, devrim karşıtı Avrupa devletlerinin desteğiyle Rusya kontrolündeki bölgelerde bir iç savaşla sonuçlandı. Doğu Avrupa’nın çoğunluk halkları, Bolşevizm’in bir Yahudi komplosu olduğuna dair üretilen anti-kızıl söylemlerin etkisiyle antisemit refleksleri gereği pogromlara giriştiler. Bu pogromlar özellikle Beyaz Rusya ve Ukrayna’da boy gösterdi. Holokost’tan önceki en büyük Yahudi kıyımları da bu olaylar sırasında yaşandı.
20. yüzyılın başında Yahudilerin Avrupa devrimci hareketleri içinde nüfuslarına oranla yoğun olarak bulundukları bir gerçekti. Ancak bu gerçeklik Yahudiliklerinden çok, pogromlar da dahil olmak üzere yaşadıkları ötekileştirme, ayrımcılık, yoksullaştırma, topraksızlaştırma politikalarının ve şiddetin ürünüydü. Umudu dışında kaybedecek pek bir şeyi kalmamış Yahudilerin varlığı, Judeo-Bolşevik komplo teorisini Avrupa çapında yaygınlaştırılan bir propagandaya dönüşerek, devrim karşıtı söylemlerin temel argümanlarından biri haline getirdi. Bu temel, Holokost öncesi Almanya’da, Holokost’tan sonra da özellikle Polonya’da yaygın bir şekilde kullanıldı. Başta Winston Churchill olmak üzere İkinci Dünya Savaşı’nın “antikomünist” liderleri bu söylemin Batı Avrupa’da yaygınlaşmasını sağladılar. Judeo-Bolşevizm fikri ateşini, daha sonra Nazi hareketinin önemli ideologlarından olacak olan Alfred Rosenberg ve modern antisemitizmin babalarından İngiliz gazeteci Robert Wilton attılar. Bu noktada, Avrupa toplumlarının antisemit görüş ve inançlarının bu komplo teorisinin yaygınlaşması için temel manivela işlevi gördüğü göz ardı edilemez.
Bu fikrin 1919 Ukrayna’sında Yahudilere yönelik korkunç katliamı nasıl tetiklediğinin ve Polonya, Macaristan ve Romanya gibi güçlü antisemit geleneklere sahip diğer Doğu Avrupa ülkelerinde büyük Yahudi karşıtı şiddete nasıl katkıda bulunduğunu söylememek Yahudilik ve Yahudi nefreti tarihini eksik bırakacaktır. İşçi sınıfı mücadelesinin parlak yıldızları Karl Marx, Leon Trotsky, Rosa Luxemburg, Emma Goldman, Bela Kun gibi Yahudi devrimciler Avrupa sağ hareketleri için çok verimli bir malzeme olan ‘bir Yahudi komplosu olarak devrimci hareketler’ mitine kanıt olarak sıkça öne sürüldüler. Aynı sağcı kişi ve kurumlar “suçlu” Yahudi bulamadıkları durumlarda, hedefe koydukları bölgelerdeki devrimci liderlerin Yahudi olduğunu iddia ederek antisemit ateşi canlı tutmayı başardılar.
Katledilen Yahudiler ve Yahudi Hastanesi onunde yakinlarini arayanlar 1904 Bialystok pogromu
Savaş Sonrası Bağlamda Pogrom
Pogrom, İkinci Dünya Savaşı’na kadar çok kaba bir tanımlamayla, Doğu Avrupa’daki çoğunluk grupları tarafından azınlık olan Yahudileri hedef alarak gerçekleştirilen devlet destekli yerel saldırıları tanımlamak için kullanılan bir terimdi. Bu klasik tanıma uyan son pogromlardan biri 1946’da Polonya’da savaştan sağ çıkmayı başarıp yurtlarına dönmeye başlayan Yahudileri hedef alan Kelce Pogromu oldu.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaşan medya ve akademik çalışmalar, pogrom kavramının daha yaygın bir alanda kullanımının önünü açtı. Holokost sonrası Avrupa’da, Yahudilerin uğradığı zulüm ile ilgili yazmak, konuşmak kolaylaştıkça bir ırkçı saldırı türü olarak pogrom daha net bir akademik çerçeve içinde tanımlanmaya başlandı. Birbirine yakın ama küçük teknik farklılıklar içeren tanımlamalar günümüzde pogrom kelimesini benzer biçimlerde sınıflandırıyorlar.
Holokost’tan canli kurtulup Kilece’de oldurulen Yahudiler icin kazilan toplu mezarlar (Polonya, 1946)
Örnek olarak, Reinharz ve Mendes-Flohr, Modern Dünyada Yahudi kitabında “pogrom artık Rusya’nın ve genel olarak Doğu Avrupa’nın Yahudi olmayan çoğunluk nüfusun 1881 ile 1921 yılları arasında Yahudilere karşı gerçekleştirdiği saldırı türünü belirten teknik bir terimdir. Polis veya ordu bu saldırılara nadiren müdahale ederken, çoğu zaman isyancılara destek verdiler” diyor. Paul Brass, Ayaklanma ve Pogromlar adlı kitabında pogromu Yahudilere yönelik bir eylem türü olmaktan çıkararak çoğunluk/azınlık – güçlü/güçsüz dengesi içinde tanımlıyor: “polisin ve devlet yetkililerinin geniş anlamıyla ‘isyana’ doğrudan dahil oldukları kanıtlanabildiğinde ve kurbanlar sadece tek bir gruptan olduğunda” pogrom için şartlar oluşmuş olur diyor.
Ünlü psikolog ve Soykırım Ansiklopedisi’nin yazarı Israel Charny pogrom kelimesi, “özellikle 1881 ve 1921 yılları arasında Rusya Yahudilerinin can ve mallarının ahlaksızca yok edilmesi anlamına gelmeye başlamıştır. Daha sonra herhangi bir azınlık grubunun katledilmesi için kullanılan bir kelime olarak kullanımı devam etmiştir” diyor.
Doğu Avrupa Yahudiliği Ansiklopedisi YIVO’ya göre pogrom; “bir azınlık dini, etnik veya sosyal grubuna yönelik kitlesel şiddet eylemidir. Genellikle merkezi otoritenin teşvik, kontrolü ya da en azından yerel otoritelerin pasifliğine gönderme yapar” diyerek azınlık-çoğunluk arasındaki güç dengesine ve devletin rolüne dair adaletsizliğin pogrom tanımlaması için gerekli olduğunu vurguluyor.
Tarih profesörü Henry Abrahamson, “pogrom, halk isyanı ile ordu katliamı arasında kalan bir saldırı türü olarak genellikle şehirli, silahsız sivil nüfusun çevreden merkeze gelen köylüler veya köylüler ve askerlerden oluşan bir güruh tarafından saldırıya uğraması olarak düşünülür… Yahudiler bu olgudan zarar gören tek grup olmasalar da tarihsel olarak Yahudiler bu tür şiddetin sık sık kurbanı olmuşlardır. Ana akım kullanımda bu kelime antisemitizm eylemine eşdeğer görülebilir” diyor.
Profesör Donald Horowitz yine bir saldırının pogrom olarak kabul edilmesi için gerekli koşulu güç dengesi olarak tanımlayarak, “pogrom, etnik isyanın bir alt kategorisi, etnik gruplar arası şiddetin tanımlarını tamamlayıcı bir tür şiddet değildir. Pogrom zayıf insanların katledilmesi anlamına gelerek, açıkça hedeflerin durumuna ve şiddetin sonucuna ilişkin de bir şeyler söyler” diyor.
Holokost tarihçisi David Engel sosyal statü ve güç dengelerinin altını çizerken, pogromları diğer ırkçı saldırılardan ayıran temel bir özellik olmadığını düşündüğünü söyledikten sonra ekliyor: “pogrom olarak tanımlanan olayların çoğu etnik köken veya dinin (ya da her ikisinin) sosyal sınırın ve sosyal sınıflandırmanın önemli tanımlayıcıları olarak hizmet ettiği, bölünmüş toplumlarda meydana gelir… pogromun failleri kendilerini daha muteber bir etnik veya dini grup olarak görürken, saldırdıkları grubun üyelerini daha alçak veya madun bir grup olarak tanımlayarak, o grubun üyelerine karşı kolektif şiddet uygulamayı amaçlarlar… Şiddetin uygulayıcıları, mağdurların davranışlarını, ait oldukları gruplara yaygın olarak uygulanan stereotiplere göre yorumlama eğilimindedirler… Failler, mağdur grupla ilgili bazı şikayetlerini dile getirmişler… maruz bırakıldıklarını düşündükleri iğrenç durum karşısında gerçek adaleti sağlayacak bir hukukun varlığına dair ciddi bir güven eksikliği hissederler” diyor.
Felsefe profesörü John Roth, “pogrom, dünyanın herhangi bir yerindeki Yahudi kişilere, topluluklara ve mülklere yönelik şiddetli saldırıları ifade eder. Yahudilerin şu ya da bu şekilde bulundukları yerde nüfusun çoğunluğunun ulusal, ekonomik ya da dini çıkarlarına karşı haince hareket ettikleri yönündeki antisemit suçlamalarla kışkırtılan pogromların, çoğunlukla kendiliğinden ortaya çıkıyor gibi görünseler de yakından incelendiklerinde doğrudan organize edilmemiş olsalar bile siyasi odaklar ve hükümetler tarafından göz yumulan hareketler oldukları görülür” diyerek pogromları Yahudilerin devlet gücüne sahip olmadıkları, azınlık olarak yaşadıkları toplumlara özgü bir antisemit saldırı türü olarak tanımlıyor.
Nazi Almanya’sında kitle hareketlerini yönlendirmede dedikodu ve söylentilerin rolü üzerine çalışan sosyolog Werner Bergmann’a göre pogrom, “nüfusun çoğunluğu tarafından büyük ölçüde savunmasız bir etnik gruba karşı başlatılan ve çoğunluğun, azınlık gruba dair bir tehdit algılayarak, üstesinden gelmek için devletten umudu kestiğinde ortaya çıkan, tek taraflı, hükümet dışı kolektif şiddet biçimi” olarak tanımlayarak çoğunluk-azınlık ilişkisine ve adalete dair algıya dikkat çekiyor.
Tanımlar ve Güç Dengesi
Görüldüğü üzere, pogrom kavramını tanımlamak için yapılmış pek çok çalışma ve bir saldırının pogrom olarak tanımlanması için hangi koşulların oluşması gerektiğine dair bazı fikir farklılıkları var. Ancak yine de tüm yorumlar kolaylıkla birkaç kategori altında birleştirilebiliyor. Bazı tanımlamalar, Doğu Avrupa, Rusya gibi coğrafi sınırlar çizerken, kimileri 2. Dünya Savaşı öncesi, Çar suikastı sonrası, Rus İç Savaşı gibi belirli dönemleri pogromların gerçekleştiği zamanlar olarak çerçeveleyerek, saldırıların tarihsel kronolojideki yerlerini ve coğrafi konumlarını belirleyici buluyorlar. Bu iki kategori altında toplanan tüm olaylarda saldırıya uğrayan grupların belli bir dönemde, belli bir coğrafyada Yahudi kimliği taşımasının saldırıların temel sebebi olduğunu düşünüyor. Bu tanımlamalar doğası gereği Israil’de gerçeklesen saldırıların pogrom olarak tanımlanmasını imkânsız kılıyor. Daha yaygın görünen görüş ise fail ile kurban arasındaki güç ilişkilerinin ırkçı saldırıları pogrom olarak tanımlamak için anahtar olduğunu düşünüyor. Bu çerçeve pogromlarda faillerin çoğunluk gruptan olduğunu, devlet ve kamusal güçle ilişkilerinde bütünsellik hissinin yaygın olduğunun altını çiziyorlar. Bu görüşe göre, pogromların temel belirleyici özelliği, pogromun gerçekleştiği toplumdaki azınlık ve zayıf bir grubu hedef alan çoğunluk grup tarafından, devletin güvenlik ve adalet sistemlerinin desteği ya da yol vermesiyle gerçekleştirilmesi.
Istanbul Pogromu, 6 Eylul 1955
Bu tartışma bağlamında Türkiye’den örnek vermek gerekirse 6-7 Eylül olayları pogrom olmanın tüm özelliklerine taşıyan, her ne kadar gayrimüslim kim varsa zarar vermiş ama temelde Yahudileri değil, Rum-Hristiyan halkı hedef alan saldırılar olarak bu tanıma tam olarak uyuyor. 6-7 Eylül’de İstanbul’da gerçekleşen “olaylar” sırasında dini azınlıkların evleri, ibadethaneleri ve işyerleri yağmalanmıştı. Fiziksel ve cinsel saldırılar bu mala olan şiddete eklemlenmişti. Çevreden merkez’e gelmiş/getirilmiş kalabalıklar (saldırganların ne kadarının İstanbul dışından geldiği belirsiz olsa da) çoğunluk olmanın dayanılmaz keyfini ceza korkusu olmadan, kolluk kuvvetlerinin birdenbire sokaklardan silindiği İstanbul’da doyasıya yaşamışlardı.
Aynı şekilde hedefte Yahudilerin olmadığı, aksine İsrailli Yahudilerin faili olduğu pogromlardan da bahsetmek mümkün. İsrail Ordusu’nun desteği ya da en azından ortadan kaybolarak yarattığı tehlike ortamı sayesinde İsrailli yerleşimciler Batı Şeria’da pek çok kez pogrom olarak adlandırılan saldırıların failleri oldular. Örneğin 2023’te Huwara’da gerçekleşen pogrom sırasında Batı Şeria’dan sorumlu tümgeneral Yehuda Fuchs’un da doğruladığı üzere yerleşimcilerin saldırılarını pogrom olarak adlandırabilmek için gerekli tüm koşullar yerine gelmişti. İsrail-Filistin’de kendini devletin sahibi gören, siyasal iktidara ve askeri üstünlüğe sahip olan Yahudilerden bir grup, azınlık haline getirdikleri Filistin Araplarına kolluk kuvvetlerinin yokluğu ya da gözetiminde saldırıyorlardı. Saldırılar sona erdiğinde cezasızlık kültürü devam ediyor, bu saldırılara zemin hazırlayan söylemlerin sahipleri muteber insanlar olarak hayatlarına devam ediyorlardı. Aynı muteber isimlerden kimileri bugün İsrail hükümetinde önemli görevlerde bulunuyor.
Huwara Porgomu, 2023
Ancak yazıyı buraya kadar okuyanların anlayabileceği üzere, yukarıda alıntıladığım bağlamların hiçbiri 7 Ekim saldırılarını pogrom olarak tanımlamıyor. Lakin bir saldırının pogrom olarak tanımlanabilmesi için gerekli şartlar mevcut değil. 7 Ekim’de sivillere yönelik gerçekleşen saldırılar katliam, kırım ya da savaş suçu olarak adlandırılabilirdi. Yahudilere yönelik her şiddet olayını bağlamından kopararak pogrom olarak tanımlamak bilinçli bir tercih: bununla beraber İsrail devletinin askeri saldırıları tarihi bağlamından soyutlanıyor.
Bu kadar ayrıntılı bir tanım tartışmasına girişmemin sebebi İsrail’in saldırgan politikalarından yana olanların nasıl bilinçli bir şekilde Yahudi tarihini kendi amaçları uğruna büktüklerini tüm çıplaklığıyla görünür kılmak. Zira İsrail’in askeri saldırılarını pogroma cevap diye savunanlar, on binlerce Yahudi’nin canına mal olmuş, yüz binlercesini evlerinden etmiş olan pogromların travmasını kalkan olarak kullanarak bugün işledikleri suçların sorgulanmasını engellemek istiyorlar.
7 Ekim saldırılarını ‘pogrom’ olarak adlandıranların söylediklerine baktığımızda, hiçbirinin bu kelimeyi neden seçtiklerini açıklama gereği görmediklerini görüyoruz. 7 Ekim’i pogrom olarak tanımlayanlar (Yardena Schwartz, İngiliz Hükümeti, Jerusalem Center For Public Affairs, Jerusalem Post, Jewish News Syndicate, Balazs Berkovits, The Jewish Chronicle ve Times) antisemit olduğuna kanaat getirdikleri her saldırının pogrom olduğu yönünde geniş bir alanda kalem oynatıyorlar. Ancak bunun bilinçsiz bir tercih ya da bilgi eksikliğine dayalı isabetsiz bir söylemden çok, safları sıklaştırma amacına hizmet etmesi umuduyla, Yahudileri ve Batı kamuoyunu bilinçli olarak yanıltmak üzere olduklarını düşünüyorum. 7 Ekim saldırılarının antisemit olduğuna dair genel bir kabul oluşturabilirlerse, Gazze’de İsrail’in yaptığı katliamı kendini savunma olarak açıklayabileceklerini düşünüyorlar.
Sosyolojik ve tarihsel bilgi bir yana, bu yazıyı yazarken rastladığım, ve burada bazılarını paylaştığım fotoğraflara bakınca benim aklıma İsrail’de olanlardan çok Gazze’de olanlar geliyor. Lakin kurtulanların yüzündeki donuk dehşet, çaresizlik, yaşanan yıkımın boyutları ve fail ile mağdur arasındaki güç farkı aklımın bu paralelliği neden kurduğunu açıklamak için yeterli.
Bati Seria’da yeni evsiz kalmis bir aile.
Bu bağlamda irdelenmesi gereken ikinci kavram antisemitizmdir. Lakin, 7 Ekim saldırılarının gerçekleşme sebebine dair çıkarımlar, İsrail’in verdiği “varoluşsal” savaşın da temelini oluşturmaktadır. Antisemitizmin ne olduğunu ve nelerin antisemitizm olmadığını bu yazının devamı olarak ikinci bir yazıda anlamaya çalışacağım.
“Pogromdan Sonra” Maurycy Minkowski, 1910. (Jewish Museum)
Adam Shatz’in İsrail’in Düşüşü adlı yazısını çevirirken Jean Daniel’in Yahudilik Hapishanesi isimli kitabına rastladım. Daniel’in düşünceleri beni modern Yahudi kimliğinin travmaları ve bu travmaların siyasi işlevi üzerine düşünmeye ve yazmaya itti. Daniel, kitabında modern Yahudi kimliğinin, Yahudiler için Yahudilerce oluşturulmuş bir hapishane olduğunu öne sürüyor. Tanımladığı hapishanenin duvarlarını da, seçilmiş halk olma düşüncesi, Holokost anmaları ile kurban kültürü ve İsrail devletine verilen açık çek olarak tasvir ediyor.
Gazze’de, İsrail’in bilinçli olarak yarattığı felaket üzerinden post-modern dönemin belki de en büyük yarılmasını yaşamakta olan Yahudi kimliği, hem Yahudiler hem de Yahudi olmayanlar tarafından bugün yeniden tanımlanıyor. Yahudi kültürü, kendi içinde anlaşamama geleneğine sahip olmasına rağme bu yarılma Judea Krallığı ile İsrail Krallığı ayrılığına yol açan bölünme kadar derin izler bırakacak gibi görünüyor. Kolonyal politikaların aşırı sağ askeri politikalarla yoğurduğu bir İsrail ile nasıl bir ilişki/ilişkisizliğin Yahudi kimliğinin devamlılığına nasıl bağlantı olacağı üzerine tartışmalar süredursun, öte yandan yükselen ırkçı dalgalarla boğuşan İsrail dışı Yahudilerin içlerini ürperten antisemit gelişmeler devam ediyor.
Silahlı erkekler yeniden tarih sahnesinin orta yerinde, kılıçlarından yansıyan ateşle kitleleri dehşete düşürmek için büyük bir çaba içindeler. Ancak “hapishanede” yaşayan Yahudilerin bu gelişmelerden haberdar olmaları, mahpusluk koşulları gereği çok zor. Asker postalları ve tank paletlerinin kaldırdığı toz ve dumanın altındaki cesetlerin yanında, Yahudilik düşüncesi ve Yahudi kimliği için çok değerli pek çok kavramın da yatıyor olduğunu bu zihinsel hapisteyken bilmek neredeyse imkansız.
Bu hapistekilerin, gündelik siyaset ve bir avuç toprak için eğilip bükülen binlerce yıllık Yahudi tarihi ve öğretisinin “hepimize” ait olduğunu neden bilemediklerini anlayabilecek kadar cemaat içinde büyüdüm. Bu sebeple okuduğunuz yazıyı daha çok halen düşünsel hapishanede olan kardeşlerime “dışarıdan” haber vermek için yazıyorum. Lakin toz, duman dağılıp, füzelerin çıkarttığı yangınlar söndüğünde, bu hapishanede yaşamaya devam etmenin daha da zorlaştığını, duvarların eskisinden de güçlü bir şekilde üzerlerine gelmeye başladığını fark edecekler.
Khorkov Pogromu’ndan sag kurtulanlar (1919)
İsrail propaganda makinesi, 7 Ekim’de gerçekleşen Aksa Tufanı operasyonu sonrası Yahudilerin teyakkuza geçerek safları sıklaştırmasını sağlamak için hemen harekete geçti. Böylece işleyeceği savaş suçlarını görünmez kılacaklardı. Bunun için çok iyi bildikleri korkuları canlandıracak anahtar kelimeleri sıkça kullanmaya başladılar. Ortak keseni milliyetçi/Siyonist politikalar ve ikiz kardeşi militarizm olan bu güruhtan kimileri olayları bir pogrom, kimileri ise Holokost’un devamı yada Holokost’tan beri en büyük Yahudi katli olarak görmekte ve göstermekte beis görmedi. Bu bakışın aksine, bu yazıda bir tarihi gerçeklik ve sosyolojik bir vaka olarak pogrom kavramını kökenlerine inerek inceleyerek 7 Ekim saldırılarının pogrom ile ilişkisini anlamaya çalışacağım.
Pogrom Ne Demekti?
Holokost Ansiklopedisi’nin tanımına göre “pogrom, ‘ortalığı kasıp kavurmak, şiddetle yıkmak’ anlamına gelen, Rusçadan Yiddiş diline geçmiş bir kelime. Tarihsel olarak bu terim, yerel toplulukların Rusya İmparatorluğu ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki Yahudilere yönelik şiddetli saldırılarını ifade ediyor. Kayıtlara göre pogrom olarak adlandırılan ilk olay, 1821’de Odessa’daki Yahudi karşıtı ayaklanmalar. Benzer saldırıların tekrar etmesi sebebiyle özel bir isim olan pogrom vakaları Çar II. Alexander’ın öldürülmesinin ardından 1881-1884’te Rus İmparatorluğu’nun batı eyaletleri ve güneyini kasıp kavuran bir dalga halinde Yahudi topluluklarının hayatına girdi. Bu dalgadan sonra pogrom bilinen bir kelime oldu. (Bu noktada, Çar’ı Yahudilerin öldürmediğini söylemeye gerek var mı bilmiyorum, ama söyleyeyim).
Odessa’da oldurulen bir Yahudi icin yas (1905)
Birinci Dünya Savaşı’na kadar Rusya hakimiyetindeki bölgelerde sıkça görülen pogromlar, Doğu Avrupa Aşkenazlarının önce yaşamlarını, sonra da kimliklerini derinden etkiledi. Bu kitle saldırıları genellikle yerel halk tarafından örgütleniyor, ardından da devletin kolluk kuvvetlerini bölgeden çekerek yol vermesi, ve günün sonunda kimsenin yargılanmaması sayesinde cezasız, popüler bir aktivite olarak etkinlik kazanıyorlardı.
1917’de Bolşevik devrimi ile birlikte Rusya’da monarşinin yıkılması, devrim karşıtı Avrupa devletlerinin desteğiyle Rusya kontrolündeki bölgelerde bir iç savaşla sonuçlandı. Doğu Avrupa’nın çoğunluk halkları, Bolşevizm’in bir Yahudi komplosu olduğuna dair üretilen anti-kızıl söylemlerin etkisiyle antisemit refleksleri gereği pogromlara giriştiler. Bu pogromlar özellikle Beyaz Rusya ve Ukrayna’da boy gösterdi. Holokost’tan önceki en büyük Yahudi kıyımları da bu olaylar sırasında yaşandı.
Bund orgutu uyeleri 1905 Devrimi sirasinda olen yoldaslariyla hatira fotografi cektiriyor.
20. yüzyılın başında Yahudilerin Avrupa devrimci hareketleri içinde nüfuslarına oranla yoğun olarak bulundukları bir gerçekti. Ancak bu gerçeklik Yahudiliklerinden çok, pogromlar da dahil olmak üzere yaşadıkları ötekileştirme, ayrımcılık, yoksullaştırma, topraksızlaştırma politikalarının ve şiddetin ürünüydü. Umudu dışında kaybedecek pek bir şeyi kalmamış Yahudilerin varlığı, Judeo-Bolşevik komplo teorisini Avrupa çapında yaygınlaştırılan bir propagandaya dönüşerek, devrim karşıtı söylemlerin temel argümanlarından biri haline getirdi. Bu temel, Holokost öncesi Almanya’da, Holokost’tan sonra da özellikle Polonya’da yaygın bir şekilde kullanıldı. Başta Winston Churchill olmak üzere İkinci Dünya Savaşı’nın “antikomünist” liderleri bu söylemin Batı Avrupa’da yaygınlaşmasını sağladılar. Judeo-Bolşevizm fikri ateşini, daha sonra Nazi hareketinin önemli ideologlarından olacak olan Alfred Rosenberg ve modern antisemitizmin babalarından İngiliz gazeteci Robert Wilton attılar. Bu noktada, Avrupa toplumlarının antisemit görüş ve inançlarının bu komplo teorisinin yaygınlaşması için temel manivela işlevi gördüğü göz ardı edilemez.
Bu fikrin 1919 Ukrayna’sında Yahudilere yönelik korkunç katliamı nasıl tetiklediğinin ve Polonya, Macaristan ve Romanya gibi güçlü antisemit geleneklere sahip diğer Doğu Avrupa ülkelerinde büyük Yahudi karşıtı şiddete nasıl katkıda bulunduğunu söylememek Yahudilik ve Yahudi nefreti tarihini eksik bırakacaktır. İşçi sınıfı mücadelesinin parlak yıldızları Karl Marx, Leon Trotsky, Rosa Luxemburg, Emma Goldman, Bela Kun gibi Yahudi devrimciler Avrupa sağ hareketleri için çok verimli bir malzeme olan ‘bir Yahudi komplosu olarak devrimci hareketler’ mitine kanıt olarak sıkça öne sürüldüler. Aynı sağcı kişi ve kurumlar “suçlu” Yahudi bulamadıkları durumlarda, hedefe koydukları bölgelerdeki devrimci liderlerin Yahudi olduğunu iddia ederek antisemit ateşi canlı tutmayı başardılar.
Katledilen Yahudiler ve Yahudi Hastanesi onunde yakinlarini arayanlar 1904 Bialystok pogromu
Savaş Sonrası Bağlamda Pogrom
Pogrom, İkinci Dünya Savaşı’na kadar çok kaba bir tanımlamayla, Doğu Avrupa’daki çoğunluk grupları tarafından azınlık olan Yahudileri hedef alarak gerçekleştirilen devlet destekli yerel saldırıları tanımlamak için kullanılan bir terimdi. Bu klasik tanıma uyan son pogromlardan biri 1946’da Polonya’da savaştan sağ çıkmayı başarıp yurtlarına dönmeye başlayan Yahudileri hedef alan Kelce Pogromu oldu.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaşan medya ve akademik çalışmalar, pogrom kavramının daha yaygın bir alanda kullanımının önünü açtı. Holokost sonrası Avrupa’da, Yahudilerin uğradığı zulüm ile ilgili yazmak, konuşmak kolaylaştıkça bir ırkçı saldırı türü olarak pogrom daha net bir akademik çerçeve içinde tanımlanmaya başlandı. Birbirine yakın ama küçük teknik farklılıklar içeren tanımlamalar günümüzde pogrom kelimesini benzer biçimlerde sınıflandırıyorlar.
Holokost’tan canli kurtulup Kilece’de oldurulen Yahudiler icin kazilan toplu mezarlar (Polonya, 1946)
Örnek olarak, Reinharz ve Mendes-Flohr, Modern Dünyada Yahudi kitabında “pogrom artık Rusya’nın ve genel olarak Doğu Avrupa’nın Yahudi olmayan çoğunluk nüfusun 1881 ile 1921 yılları arasında Yahudilere karşı gerçekleştirdiği saldırı türünü belirten teknik bir terimdir. Polis veya ordu bu saldırılara nadiren müdahale ederken, çoğu zaman isyancılara destek verdiler” diyor. Paul Brass, Ayaklanma ve Pogromlar adlı kitabında pogromu Yahudilere yönelik bir eylem türü olmaktan çıkararak çoğunluk/azınlık – güçlü/güçsüz dengesi içinde tanımlıyor: “polisin ve devlet yetkililerinin geniş anlamıyla ‘isyana’ doğrudan dahil oldukları kanıtlanabildiğinde ve kurbanlar sadece tek bir gruptan olduğunda” pogrom için şartlar oluşmuş olur diyor.
Ünlü psikolog ve Soykırım Ansiklopedisi’nin yazarı Israel Charny pogrom kelimesi, “özellikle 1881 ve 1921 yılları arasında Rusya Yahudilerinin can ve mallarının ahlaksızca yok edilmesi anlamına gelmeye başlamıştır. Daha sonra herhangi bir azınlık grubunun katledilmesi için kullanılan bir kelime olarak kullanımı devam etmiştir” diyor.
Doğu Avrupa Yahudiliği Ansiklopedisi YIVO’ya göre pogrom; “bir azınlık dini, etnik veya sosyal grubuna yönelik kitlesel şiddet eylemidir. Genellikle merkezi otoritenin teşvik, kontrolü ya da en azından yerel otoritelerin pasifliğine gönderme yapar” diyerek azınlık-çoğunluk arasındaki güç dengesine ve devletin rolüne dair adaletsizliğin pogrom tanımlaması için gerekli olduğunu vurguluyor.
Tarih profesörü Henry Abrahamson, “pogrom, halk isyanı ile ordu katliamı arasında kalan bir saldırı türü olarak genellikle şehirli, silahsız sivil nüfusun çevreden merkeze gelen köylüler veya köylüler ve askerlerden oluşan bir güruh tarafından saldırıya uğraması olarak düşünülür… Yahudiler bu olgudan zarar gören tek grup olmasalar da tarihsel olarak Yahudiler bu tür şiddetin sık sık kurbanı olmuşlardır. Ana akım kullanımda bu kelime antisemitizm eylemine eşdeğer görülebilir” diyor.
Profesör Donald Horowitz yine bir saldırının pogrom olarak kabul edilmesi için gerekli koşulu güç dengesi olarak tanımlayarak, “pogrom, etnik isyanın bir alt kategorisi, etnik gruplar arası şiddetin tanımlarını tamamlayıcı bir tür şiddet değildir. Pogrom zayıf insanların katledilmesi anlamına gelerek, açıkça hedeflerin durumuna ve şiddetin sonucuna ilişkin de bir şeyler söyler” diyor.
Holokost tarihçisi David Engel sosyal statü ve güç dengelerinin altını çizerken, pogromları diğer ırkçı saldırılardan ayıran temel bir özellik olmadığını düşündüğünü söyledikten sonra ekliyor: “pogrom olarak tanımlanan olayların çoğu etnik köken veya dinin (ya da her ikisinin) sosyal sınırın ve sosyal sınıflandırmanın önemli tanımlayıcıları olarak hizmet ettiği, bölünmüş toplumlarda meydana gelir… pogromun failleri kendilerini daha muteber bir etnik veya dini grup olarak görürken, saldırdıkları grubun üyelerini daha alçak veya madun bir grup olarak tanımlayarak, o grubun üyelerine karşı kolektif şiddet uygulamayı amaçlarlar… Şiddetin uygulayıcıları, mağdurların davranışlarını, ait oldukları gruplara yaygın olarak uygulanan stereotiplere göre yorumlama eğilimindedirler… Failler, mağdur grupla ilgili bazı şikayetlerini dile getirmişler… maruz bırakıldıklarını düşündükleri iğrenç durum karşısında gerçek adaleti sağlayacak bir hukukun varlığına dair ciddi bir güven eksikliği hissederler” diyor.
Felsefe profesörü John Roth, “pogrom, dünyanın herhangi bir yerindeki Yahudi kişilere, topluluklara ve mülklere yönelik şiddetli saldırıları ifade eder. Yahudilerin şu ya da bu şekilde bulundukları yerde nüfusun çoğunluğunun ulusal, ekonomik ya da dini çıkarlarına karşı haince hareket ettikleri yönündeki antisemit suçlamalarla kışkırtılan pogromların, çoğunlukla kendiliğinden ortaya çıkıyor gibi görünseler de yakından incelendiklerinde doğrudan organize edilmemiş olsalar bile siyasi odaklar ve hükümetler tarafından göz yumulan hareketler oldukları görülür” diyerek pogromları Yahudilerin devlet gücüne sahip olmadıkları, azınlık olarak yaşadıkları toplumlara özgü bir antisemit saldırı türü olarak tanımlıyor.
Nazi Almanya’sında kitle hareketlerini yönlendirmede dedikodu ve söylentilerin rolü üzerine çalışan sosyolog Werner Bergmann’a göre pogrom, “nüfusun çoğunluğu tarafından büyük ölçüde savunmasız bir etnik gruba karşı başlatılan ve çoğunluğun, azınlık gruba dair bir tehdit algılayarak, üstesinden gelmek için devletten umudu kestiğinde ortaya çıkan, tek taraflı, hükümet dışı kolektif şiddet biçimi” olarak tanımlayarak çoğunluk-azınlık ilişkisine ve adalete dair algıya dikkat çekiyor.
Tanımlar ve Güç Dengesi
Görüldüğü üzere, pogrom kavramını tanımlamak için yapılmış pek çok çalışma ve bir saldırının pogrom olarak tanımlanması için hangi koşulların oluşması gerektiğine dair bazı fikir farklılıkları var. Ancak yine de tüm yorumlar kolaylıkla birkaç kategori altında birleştirilebiliyor. Bazı tanımlamalar, Doğu Avrupa, Rusya gibi coğrafi sınırlar çizerken, kimileri 2. Dünya Savaşı öncesi, Çar suikastı sonrası, Rus İç Savaşı gibi belirli dönemleri pogromların gerçekleştiği zamanlar olarak çerçeveleyerek, saldırıların tarihsel kronolojideki yerlerini ve coğrafi konumlarını belirleyici buluyorlar. Bu iki kategori altında toplanan tüm olaylarda saldırıya uğrayan grupların belli bir dönemde, belli bir coğrafyada Yahudi kimliği taşımasının saldırıların temel sebebi olduğunu düşünüyor. Bu tanımlamalar doğası gereği Israil’de gerçeklesen saldırıların pogrom olarak tanımlanmasını imkânsız kılıyor. Daha yaygın görünen görüş ise fail ile kurban arasındaki güç ilişkilerinin ırkçı saldırıları pogrom olarak tanımlamak için anahtar olduğunu düşünüyor. Bu çerçeve pogromlarda faillerin çoğunluk gruptan olduğunu, devlet ve kamusal güçle ilişkilerinde bütünsellik hissinin yaygın olduğunun altını çiziyorlar. Bu görüşe göre, pogromların temel belirleyici özelliği, pogromun gerçekleştiği toplumdaki azınlık ve zayıf bir grubu hedef alan çoğunluk grup tarafından, devletin güvenlik ve adalet sistemlerinin desteği ya da yol vermesiyle gerçekleştirilmesi.
Istanbul Pogromu, 6 Eylul 1955
Bu tartışma bağlamında Türkiye’den örnek vermek gerekirse 6-7 Eylül olayları pogrom olmanın tüm özelliklerine taşıyan, her ne kadar gayrimüslim kim varsa zarar vermiş ama temelde Yahudileri değil, Rum-Hristiyan halkı hedef alan saldırılar olarak bu tanıma tam olarak uyuyor. 6-7 Eylül’de İstanbul’da gerçekleşen “olaylar” sırasında dini azınlıkların evleri, ibadethaneleri ve işyerleri yağmalanmıştı. Fiziksel ve cinsel saldırılar bu mala olan şiddete eklemlenmişti. Çevreden merkez’e gelmiş/getirilmiş kalabalıklar (saldırganların ne kadarının İstanbul dışından geldiği belirsiz olsa da) çoğunluk olmanın dayanılmaz keyfini ceza korkusu olmadan, kolluk kuvvetlerinin birdenbire sokaklardan silindiği İstanbul’da doyasıya yaşamışlardı.
Aynı şekilde hedefte Yahudilerin olmadığı, aksine İsrailli Yahudilerin faili olduğu pogromlardan da bahsetmek mümkün. İsrail Ordusu’nun desteği ya da en azından ortadan kaybolarak yarattığı tehlike ortamı sayesinde İsrailli yerleşimciler Batı Şeria’da pek çok kez pogrom olarak adlandırılan saldırıların failleri oldular. Örneğin 2023’te Huwara’da gerçekleşen pogrom sırasında Batı Şeria’dan sorumlu tümgeneral Yehuda Fuchs’un da doğruladığı üzere yerleşimcilerin saldırılarını pogrom olarak adlandırabilmek için gerekli tüm koşullar yerine gelmişti. İsrail-Filistin’de kendini devletin sahibi gören, siyasal iktidara ve askeri üstünlüğe sahip olan Yahudilerden bir grup, azınlık haline getirdikleri Filistin Araplarına kolluk kuvvetlerinin yokluğu ya da gözetiminde saldırıyorlardı. Saldırılar sona erdiğinde cezasızlık kültürü devam ediyor, bu saldırılara zemin hazırlayan söylemlerin sahipleri muteber insanlar olarak hayatlarına devam ediyorlardı. Aynı muteber isimlerden kimileri bugün İsrail hükümetinde önemli görevlerde bulunuyor.
Huwara Porgomu, 2023
Ancak yazıyı buraya kadar okuyanların anlayabileceği üzere, yukarıda alıntıladığım bağlamların hiçbiri 7 Ekim saldırılarını pogrom olarak tanımlamıyor. Lakin bir saldırının pogrom olarak tanımlanabilmesi için gerekli şartlar mevcut değil. 7 Ekim’de sivillere yönelik gerçekleşen saldırılar katliam, kırım ya da savaş suçu olarak adlandırılabilirdi. Yahudilere yönelik her şiddet olayını bağlamından kopararak pogrom olarak tanımlamak bilinçli bir tercih: bununla beraber İsrail devletinin askeri saldırıları tarihi bağlamından soyutlanıyor.
Bu kadar ayrıntılı bir tanım tartışmasına girişmemin sebebi İsrail’in saldırgan politikalarından yana olanların nasıl bilinçli bir şekilde Yahudi tarihini kendi amaçları uğruna büktüklerini tüm çıplaklığıyla görünür kılmak. Zira İsrail’in askeri saldırılarını pogroma cevap diye savunanlar, on binlerce Yahudi’nin canına mal olmuş, yüz binlercesini evlerinden etmiş olan pogromların travmasını kalkan olarak kullanarak bugün işledikleri suçların sorgulanmasını engellemek istiyorlar.
7 Ekim saldırılarını ‘pogrom’ olarak adlandıranların söylediklerine baktığımızda, hiçbirinin bu kelimeyi neden seçtiklerini açıklama gereği görmediklerini görüyoruz. 7 Ekim’i pogrom olarak tanımlayanlar (Yardena Schwartz, İngiliz Hükümeti, Jerusalem Center For Public Affairs, Jerusalem Post, Jewish News Syndicate, Balazs Berkovits, The Jewish Chronicle ve Times) antisemit olduğuna kanaat getirdikleri her saldırının pogrom olduğu yönünde geniş bir alanda kalem oynatıyorlar. Ancak bunun bilinçsiz bir tercih ya da bilgi eksikliğine dayalı isabetsiz bir söylemden çok, safları sıklaştırma amacına hizmet etmesi umuduyla, Yahudileri ve Batı kamuoyunu bilinçli olarak yanıltmak üzere olduklarını düşünüyorum. 7 Ekim saldırılarının antisemit olduğuna dair genel bir kabul oluşturabilirlerse, Gazze’de İsrail’in yaptığı katliamı kendini savunma olarak açıklayabileceklerini düşünüyorlar.
Sosyolojik ve tarihsel bilgi bir yana, bu yazıyı yazarken rastladığım, ve burada bazılarını paylaştığım fotoğraflara bakınca benim aklıma İsrail’de olanlardan çok Gazze’de olanlar geliyor. Lakin kurtulanların yüzündeki donuk dehşet, çaresizlik, yaşanan yıkımın boyutları ve fail ile mağdur arasındaki güç farkı aklımın bu paralelliği neden kurduğunu açıklamak için yeterli.
Bati Seria’da yeni evsiz kalmis bir aile.
Bu bağlamda irdelenmesi gereken ikinci kavram antisemitizmdir. Lakin, 7 Ekim saldırılarının gerçekleşme sebebine dair çıkarımlar, İsrail’in verdiği “varoluşsal” savaşın da temelini oluşturmaktadır. Antisemitizmin ne olduğunu ve nelerin antisemitizm olmadığını bu yazının devamı olarak ikinci bir yazıda anlamaya çalışacağım.
Kullanılan Kaynaklar:
https://acikradyo.com.tr/arsiv-icerigi/6-7-eylul-belgeseli
https://archive.org/details/jewinmodernworld0000unse_x8f4/page/n5/mode/2up
https://books.google.ca/books?id=UwA1aaB2WGgC&pg=PA20&redir_esc=y#v=onepage&q&f=false
https://ehne.fr/en/encyclopedia/themes/wars-and-memories/violence-war/pogroms
https://en.wikipedia.org/wiki/Huwara_rampage
https://encyclopedia.ushmm.org/content/en/article/pogroms
https://jacobin.com/2019/02/antisemitism-judaism-bolsheviks-socialists-conspiracy-theories
https://k-larevue.com/en/the-october-7th-pogrom-as-a-non-event-on-the-western-left/
https://muse.jhu.edu/article/777258/pdf
https://www.academia.edu/28195766/The_Life_and_Death_of_Socialist_Zionism
https://www.britannica.com/topic/pogrom
https://www.cnn.com/2023/03/01/middleeast/west-bank-smotrich-ned-price-intl/index.html
https://www.gov.uk/government/speeches/six-months-since-the-brutal-attacks-by-hamas-on-october-7-article-by-the-foreign-secretary
https://www.jns.org/the-holocaust-syndrome-persists-after-the-oct-7-pogrom/
https://www.jpost.com/israel-news/article-771080
https://www.paulbrass.com/attachments/Hirotalk.doc
https://www.researchgate.net/publication/265985324_Anti-Jewish_Violence_Rethinking_the_Pogrom_in_East_European_History_review
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0014498322000493
https://www.tabletmag.com/sections/history/articles/the-october-7-pogrom-in-hebron
https://www.tagesschau.de/inland/antisemitismus-ts-100.html
https://www.thejc.com/lets-talk/bearing-witness-to-the-october-7-pogrom-was-harrowing-gelsb97o
https://www.thetimes.com/uk/religion/article/david-baddiel-october-7-israel-pogrom-jewish-antisemitism-cjsx3bth
https://yivoencyclopedia.org/article.aspx/Pogroms
Paylaş: