Yazının orijinali: London Review of Books, Adam Shatz, Vol. 46 No. 12
Çeviri: Avi Haligua
Ariel Sharon 2005 yılında sekiz binden fazla Yahudi yerleşimciyi Gazze Şeridi’nden geri çektiğinde asıl amacı yerleşimci nüfusunun hızla artmaya başladığı Batı Şeria’daki İsrail kolonilerini sağlamlaştırmaktı. Ancak Gazze’yle “bağlantının kesilmesinin” başka bir amacı daha vardı: İsrail hava kuvvetlerinin Gazze’yi istediği zaman bombalamasına olanak tanımak. Lakin, İsrailli yerleşimciler orada yaşarken bunu yapamazlardı. Görünüşe göre Batı Şeria’daki Filistinliler bu açıdan korkunç derecede şanslıydılar. Topraklarını çalmaya kararlı yerleşimciler bu süreçte şiddet uygulamaktan çekinmiyor olsalar da, topraklarındaki Yahudi varlığı onları İsrail’in Gazze halkını maruz bıraktığı kitlesel bombardıman ve yıkımdan kurtardı.
İsrail hükümeti bu toplu cezalandırma eylemleri dizisini ‘çimleri biçmek’ olarak adlandırıyor. Son 15 yılda Gazze Şeridi’nde beş büyük saldırı düzenledi. İlk dördü, kolonici kontrgerilla operasyonlarında her zaman olduğu gibi acımasız ve zalimdi. Hamas’ın roket saldırıları ve rehin alma eylemlerinin cezası olarak binlerce sivil öldürüldü. Ancak Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği kanlı baskına yanıt olarak 7 Ekim’de başlatılan Demir Kılıç Operasyonu, sadece derece olarak değil, nitelik olarak da diğerlerinden farklı. Son sekiz ayda İsrail 36 binden fazla Filistinli’yi öldürdü. Enkazın altında kaç kişinin kaldığı belli değil ve bunların üzerine açlık ve hastalıktan ölecek olanlar da var. 80 bin Filistinli yaralandı ve çoğu kalıcı olarak sakat kaldılar. Ebeveynleri (tüm aileleri) öldürülen çocuklar Gazze’de yeni bir alt grubu oluşturuyorlar. İsrail, Gazze’nin konut altyapısını, hastanelerini ve tüm üniversitelerini yok etti. Gazze’nin 2.3 milyon sakininin çoğu, bazıları defalarca olmak üzere yerlerinden edildi. Birçoğu kaçtıkları ‘güvenli’ bölgelerde bombalandı. Saldırılar sırasında hiç kimseye iltimas geçilmedi: rekor sayıda yardım görevlisi, gazeteci ve sağlık görevlisi öldürüldü. Açlık seviyeleri arttıkça İsrail, kendi ordusunun dünyadaki “en ahlaklı ordu” olduğu konusunda ısrar ederken, yiyecek tedarikinin önünde birbiri ardına engeller yarattı. ABD’deki İsrail destekçilerinin yasaklamaya çalıştığı TikTok’ta ve İsrail hükümeti tarafından Kudüs ofisi kapatılan El Cezire’de yaygın bir şekilde bolca yer alan Gazze görüntüleri ordunun ahlakıyla ilgili farklı bir hikaye anlatıyor. Oralarda, Al-Rashid Caddesi’nde açlıktan ölmek üzere olan Filistinliler yardım kamyonlarının önünde öldürülüyor, Şubat ayında Refah’ta İsrail’in hava saldırılarında diri diri yakılan çadır sakinleri görülüyor, günde 245 kaloriyle hayatta kalmaya çalışan kadın ve çocukların hikayeleri anlatılıyor. Benjamin Netanyahu’nun “Yahudi-Hıristiyan medeniyetinin barbarlığa karşı zaferi” olarak tanımladığı şey budur.
Gazze’deki askeri operasyon, Filistin üzerine mücadelenin şeklini, hatta belki de anlamını değiştirdi. Lakin, iki halktan birinin diğerini bu kadar sarsıcı bir şekilde katletmesinin ardından ‘çatışmadan’ bahsetmek yanıltıcı ve hatta kırıcı oluyor. Yıkımın boyutları terminolojiye bile yansıyor: Konut stoğunun yok edilmesi ‘domisid’; öğretmenleri de dahil olmak üzere eğitim sistemini yok etmek ‘Skolasid’ (95 üniversite profesörü öldürüldü); Gazze’nin tarım alanları ve doğal kaynaklarının yok edilmesi için ise ‘ekosid’ deniyor. Kendisi de Holokost’tan sağ kurtulanlardan oluşan bir ailenin kızı olan, önde gelen Gazze uzmanı Sara Roy, bu durumu ‘ekonosid’, “bir ekonominin ve onu oluşturan parçaların toptan yok edilmesi” sürecinin bir parçası olarak tanımlıyor. Ona göre olanlar İsrail’in 1967’den bu yana Gazze ekonomisini kasıtlı olarak ‘geriletmesinin’ devamı.
Ancak 1948 BM sözleşmesi terminolojisini kullanırsak, ‘ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu tamamen veya kısmen yok etme niyetiyle işlenen eylemler’ için kullanılan daha eski bir terim var: Genosid, Soykırım. Uluslararası hukukçular ve insan hakları uzmanları, İsrail’in Gazze’de soykırım, ya da en azından soykırım eylemleri gerçekleştirdiği konusunda giderek artan bir fikir birliği içindeler. Bu görüş yalnızca uluslararası kuruluşların değil, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün kurucusu Aryeh Neier’in de içinde bulunduğu, İsrail’in söz konusu olduğu durumlarda ihtiyatlı -hatta aşırı ihtiyatlı- olan uzmanların da üzerinde uzlaştıkları bir görüş.
Soykırım suçlaması Filistinliler açısından yeni değil. 2002’de Beyrut’tayken, İsrail’in Cenin mülteci kampına saldırısı sırasında bu terimin kullanıldığını duyduğumu ve bu görüşe katılmayarak, bunun acımasız, acımasız bir kuşatma olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. O zamanlar ‘soykırım’ kelimesinin kullanılması, Orta Doğu’daki siyasi tartışmaların retorik enflasyonunun tipik bir örneği olmanın yanı sıra, İsrail-Filistin arasında mağduriyet üzerine gerçekleşen acı ve çirkin rekabetin bir belirtisi olarak beni düşündürmüştü. Bu tarih zalimlerinin geçmişi nedeniyle hiçbir zaman Filistinliler’den yana olmadı. Çünkü, Avrupa Yahudiliğin yok edilmesi, Batılı güçlerin gözünde genç Yahudi devletine manevi sermaye kazandırmıştı. Filistinliler’in soykırım iddiaları Batı açısından, ‘işgal’ ve hatta ‘apartheid’ gibi kelimelerin asla başaramayacağı bir şeyi gerçekleştirmeye, skoru eşitlemeye yönelik bir girişim olarak algılanıyordu.
Ancak bu sefer, binlerce kadın ve çocuğun ahlaksız bir şekilde öldürülmesi nedeniyle değil, aynı zamanda yıkımın büyüklüğü ve İsrail’in bombardımanından sağ kurtulanlar açısından yaşamı neredeyse imkansız hale getirmesi sebebiyle de durum farklı. Savaş, Hamas’ın daha önce benzeri görülmemiş saldırısıyla kışkırtıldı. Fakat İsrail’in sadece Hamas’a değil, Gazze’ye acı çektirme arzusu 7 Ekim’de doğmadı. İşte Ariel Şaron’un oğlu Gilad’in, 2012’deki sözleri: “Gazze’deki mahalleleri tamamen yerle bir etmemiz gerekiyor. Gazze’nin tamamını düz etmeliyiz. Amerikalılar Hiroşima’yla yetinmedi; Japonlar yeterince hızlı teslim olmayınca, Amerikalılar Nagazaki’yi de vurdular. Gazze’de ne elektrik, ne benzin, ne de hareket eden araç, hiçbir şey kalmamalı.” Bugün bu sözler bir kehanet gibi görünüyorlar.
Yok etmeyi amaç edinen şiddet, aynı zamanda kurbanlarını olabildiğince perişan hale getirmeyi de hedefler. Yağma, oy hakkının reddi, gettolaştırma, etnik temizlik ve ırkçı insanlıktan çıkarma gibi diğer zulüm biçimleri her zaman silahlı şiddet eylemlerine eşlik eder. Bu saydıklarım, İsrail’in kuruluşundan bu yana Filistin halkıyla ilişkisinin özellikleridir. Böyle vakalarda zulmün toplu katliamlara dönüşmesine neden olan şey genellikle savaştır. Özellikle de Gazze’deki savaşta da gördüğümüz gibi, varoluşsal bir hayatta kalma mücadelesi olarak tanımlanan bir savaş başladıysa. İsrail liderleri açıklamalarında (savunma bakanı Yoav Gallant: ‘İnsan-hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket edeceğiz’; Başkan Isaac Herzog: ‘Sorumlu olan bütün bir millettir’) niyetlerini gizlemediler ve vizyonlarına dair net bir rehberlik sağladılar. İsrail askerlerinin Gazze’nin yıkıntıları arasında çektiği neşeli selfieler de bu durumun örnekleri olarak sayılabilirler. Gazze’nin yıkımı en azından bir kısım insan için bir zevk kaynağı oldu.
İsrail’in yöntemleri, Treblinka’daki Nazilerin ya da Ruanda’daki Hutu soykırımcılarının yöntemlerinden çok, Cezayir’deki Fransızlar’ın ya da Suriye’deki Esad rejiminin yöntemlerine benziyor olabilir. Ancak bu durum olanların soykırım suçunu teşkil etmediği anlamına gelmez. İsrail’in Gazze nüfusunun ‘yalnızca’ bir kısmını öldürdüğü gerçeği de bu manaya gelemez. Sonuçta hayatta kalanlara Giorgio Agamben’in sözleriyle “sadece hayat” kaldı. Açlık, yoksulluk ve bir sonraki hava saldırısının (ya da Netanyahu’nun Refah’ta 45 sivilin yakılması olayını tanımladığı şekliyle ‘trajik kazanın’) her an gerçekleşeceği tehdidiyle şekillendirilmiş bir varoluş. İsrail’in destekçileri bunun Shoah olmadığını iddia edebilirler. Fakat Auschwitz’de ölenlerin anısına sahip çıkmanın en iyi yolunun, İsrailli Yahudiler’in kendilerini yeniden güvende hissedebilmeleri adına Filistinliler’in kitleler halinde öldürülmesine göz yummak olduğuna dair söylem çağımızın en büyük ahlaki sapkınlıklarından biri.
İsrail’de bu inanç, imanın şartlarından biri halini aldı. Netanyahu nüfusun yarısı tarafından beğenilmiyor olsa da durum Gazze’ye yönelik savaşı için öyle değil. Son anketlere göre İsrailliler’in önemli bir çoğunluğu Netanyahu’nun tepkisinin ya uygun olduğunu ya da yetersiz olduğunu düşünüyor. 7 Ekim zulmünün ötesine bakmaktan aciz, ya da bakmaya isteksiz olan İsrailli Yahudiler’in çoğu Hamas yok edilene kadar, hatta aslında Gazze tamamen yok edilene kadar, savaşı devam ettirme hakkını kendilerinde görüyorlar. İsrail’in kendi davranışlarının (Gazze’yi boğması, Batı Şeria’da kolonileşmesi, apartheid uygulaması, Mescid-i Aksa’daki provokasyonları, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını sürekli inkar etmesi) İsrail’e karşı 7 Ekim öfkesine yol açmış olabileceği fikrini reddediyorlar. Bunun yerine bir kez daha antisemitizmin, İsrailoğulları’nın düşmanı Amalek’in kurbanı olduklarında ısrar ediyorlar. İsrailliler’in 7 Ekim’in oluşumunda kendi sorumluluklarını görememeleri ya da görmeyi reddedebilmeleri atalarından kalma korku ve dehşetlerin 7 Ekim katliamlarıyla yeniden nüksettiğinin bir kanıtıdır. Ancak bu durum aynı zamanda, İsrailli Yahudiler’in Jean Daniel’in ‘Yahudi hapishanesi’ olarak adlandırdığı yerde ne derece hapis yaşadıklarını da ortaya koyuyor.
Siyonizm’in asıl tutkusu Yahudiler’i tarihi şekillendiren bir aktöre dönüştürmek, egemen, meşru ve eyleme gücüne sahip olmalarını sağlamaktı. Ancak İsrailli Yahudiler’in diasporadan İsrail’e getirdikleri pek çok alışkanlıktan biri olan kendilerini ebedi kurbanlar olarak görme eğilimleri Siyonizm’den daha güçlü çıktı. İsrail’in liderleri bu refleksi güçlü bir ideolojik zırh ve bir birlik kaynağı olarak gördüler. İsrailliler’in 7 Ekim’i Holokost’un devamı olarak yorumlamaları ya da liderlerinin bu yorumu teşvik etmeleri bu sebeple hiç de şaşırtıcı değil. Her iki olay da, Yahudiler’e yönelik şiddet mitsel tekrara dayalı teolojik bir tarih okumasına kolaylıkla bağlanabiliyor. Bağlamlarından kopartılıp, şiddet olayları zulmün sürekliliği olarak anlaşıldığı zaman, Yahudi oldukları için Yahudiler’e yönelen şiddetle, Yahudi devletinin uygulamalarıyla bağlantılı olarak Yahudiler’e yönelik şiddet arasında ayrım yapmak zorlaşıyor. (İronik bir şekilde, bu tarih vizyonu, Shoah sırasında gerçekleşen sanayileşmiş katliamı tarihi bir istisna olmaktan çıkararak, büyük bir pogrom gibi gösteriyor.) Bu anlayışın pratikte anlamı şudur: İsrail’i 7 Ekim’den önceki politikaları nedeniyle, ya da 7 Ekim’den sonra Gazze’deki katliam nedeniyle suçlayan herkes antisemittir, Hamas’ın, İran’ın, Hizbullah’ın ve Amalek’in dostları olarak göz ardı edilebilirler.
Bu aynı zamanda savaşan birimlerde artan sayıda askerin aşırılıkçı yerleşimcilerden oluştuğu savaş alanında neredeyse her şeyin onaylanabilir olduğu anlamına da geliyor. İsrailli Yahudiler’in büyüyünce terörist olacakları için çocukların öldürülmesini savunduklarını duymak alışıldık bir durum (bazı Filistinliler’in İsrailli bir Yahudi çocuğu öldürmenin gelecekteki bir IDF askerini öldürmek anlamına geldiği iddiasından pek farklı değil). Bu noktada soru, İsraillilerin kendini güvende hissetmesi için kaç Filistinli çocuğun ölmesi gerektiği, ve hatta daha doğrusu İsrailli Yahudiler’in Filistinli nüfusun ortadan kaldırılmasını güvenliklerinin gerekli bir koşulu olarak görüp görmediğidir.
Siyonistlerin ‘transfer’ fikri (Arap nüfusunun sınır dışı edilmesi), İsrail’in kendisinden daha eskidir. Hem Ben-Gurion hem de Netanyahu’nun babasının akıl hocası olan Revizyonist Siyonist rakibi Vladimir Jabotinsky tarafından benimsenen bu görüş 1948 savaşındaki sınır dışı edilmelerin doğrudan altyapısını oluşturur. 1980’lere gelinene ve Yeni Tarihçilerin yükselişine kadar İsrail, işgalci Arap ordularının onları teşvik etmesi nedeniyle Filistinliler’in ülkeyi terk ettiğini veya ‘kaçtığını’ iddia ederek etnik temizlik yaptıklarını şiddetle reddetti. S. Yizhar’ın 1949 tarihli kısa romanı Khirbet Khizeh ve A.B. Yehoshua’nın 1963 tarihli ‘Ormanlarla Yüzleşmek’ adlı öyküsünde olduğu gibi, Filistinliler’in sürülmesi ve köylerinin yok edilmesi tasvir edildiğinde, acı ve suçluluk dolu bir rasyonelleştirme hakim oluyordu. Ancak süreç içinde Fransız gazeteci Sylvain Cypel’in “İsrail Devleti Yahudiler’e karşı” kitabında işaret ettiği, “inkarın altında yatan gizli utanç” ortadan kalktı. Günümüz İsrail’inde, 1948 felaketi bir gereklilik olarak küstahça savunuluyor ve tamamlanmamış, hatta kahramanca bir proje olarak görülüyor. Maliye bakanı Bezalel Smotrich ve ulusal güvenlik bakanı Itamar Ben-Gvir transferin utanmayan savunucuları. Gazze’de tanık olduğumuz şey, İsrail-Filistin tarihinin en kanlı bölümü olmaktan çok daha fazlası. Çünkü bu olanlar 1948 Nekbe’nin son noktası olmanın yanında, bir zamanlar ölüm kamplarından sağ kurtulanlara sığınak olan İsrail devletinin soykırımla suçlanan bir millete dönüşümünün hikayesi.
Lenin “hiçbir şey olmadan onlarca yıl geçer” dedikten sonra ekler “ve on yılların yaşandığı haftalar vardır.” Son sekiz ay, İsrail’in Filistinliler’e karşı yürüttüğü uzun savaşın olağanüstü bir şekilde hızlanmasına tanıklık etti. Siyonizm tarihi başka türlü gelişebilir miydi? Benjamin Netanyahu, hayal gücü sınırlı, olgunluktan çok uzak bir adam. Büyük ölçüde güç edinme ve dolandırıcılık/rüşvet sebebiyle mahkum olma ihtimalinden kaçınma arzusuyla hareket ediyor (yargılaması 2020’nin başından bu yana aralıklı olarak sürüyor). Ama kendisi aynı zamanda İsrail’in en uzun süre görev yapan başbakanı. Onun yayılmacı, ırkçı ideolojisi İsrail’de ana siyasi akımı oluşturuyor. Her zaman Yahudi üstünlüğüne dayalı bir etnokrasi olmuş olan İsrail onun liderliğinde gerici, milliyetçi bir devlete; dahası resmi olarak yalnızca Yahudi vatandaşlara ait bir ülkeye dönüştü. Yahudi üstünlüğünü yücelten 2018 tarihli ulus devlet yasasının ifadesiyle: “İsrail devletinde kendi kaderini tayin etme hakkı yalnızca Yahudi halkına aittir.” Filistinliler’in ve destekçilerinin “Filistin nehirden denize kadar özgür olacak” demelerinde şaşırılacak bir şey yok. Pek çok Siyonist’in etnik temizlik veya soykırım çağrısı olarak duyduğu bu sözler çoğu Filistinli için Yahudiler’in bu topraklar üzerindeki üstünlüğüne son verilmesi, yani özgürlüğün olmadığı koşulların ortadan kalkması çağrısıdır.
Öğrenci solunun “Siyonist” kelimesini, Filistinliler’in eşit hak ve özgürlüklere sahip olmasına karşı çıkmakla eşanlamlı sayması ya da bir Filistin devleti fikrini onaylamalarına rağmen atalarının Avrupa’da uğradığı zulüm nedeniyle İsrailli Yahudiler’in arzularını, Filistin’in yerli Araplar’ının arzularından üstün olduğunu düşünenlerle eşdeğer görmesinde şaşırılacak bir şey yok. Ancak Shlomo Sand’in *Deux peuples pour un état*’ta bize hatırlattığı gibi, Arap-Yahudi işbirliğine dayalı, üyeleri arasında Ahad Ha’am, Judah Magnes, Martin Buber ve Hannah Arendt’in de yer aldığı iki uluslu bir devletin yaratılmasını savunan muhalif Siyonizm, ‘kültürel Siyonizm’ bir zamanlar gerçekten vardı. 1907’de kültürel Siyonist Yitzhak Epstein, Siyonist hareketi küçük bir ayrıntıyı unutmakla suçladı: “sevgili topraklarımızda yüzlerce yıldır ona bağlanmış ve onu terk etmeyi asla düşünmeyen bir halk yaşıyor.” 1925’te Barış İttifakı Brit Shalom’u kuran Epstein ve müttefikleri, Siyon’u kültürel ve manevi bir yeniden doğuş yeri olarak hayal ettiler. Yalnızca Yahudi için bir devlet yaratmaya yönelik herhangi bir girişimin Siyonizm’i klasik bir kolonyal harekete dönüştüreceğini ve Filistinli Araplar’la hiç bitmeyecek bir savaşa yol açacağı konusunda uyardılar. 1929’daki Arap ayaklanmalarından sonra Brit Şalom’un sekreteri Hans Kohn, resmi Siyonist hareketi “yaralı masumlara ait bir psikolojiyi benimsemeleri” ve “bu ülkede halihazırda yaşayan insanlarla en ufak bir tartışmadan bile kaçınmaları” sebepleriyle suçladı. “Tamamen İngilizler’in gücüne bağlı kaldık. Kendimize kaçınılmaz olarak çatışmaya dönüşecek hedefler belirledik.”
Ancak bu durum bir tesadüf değildi: Araplarla çatışmak Siyonist ana akım için zaten hayati öneme haizdi. Amnon Raz-Krakotzkin’in öne sürdüğü gibi, “klasik Siyonizm”in savunucuları için, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, yalnızca Yahudiler’in “sürgünü reddetmesi” değil, aynı zamanda, paradoksal bir şekilde, kendilerini Beyaz Batı’nın vatandaşları olarak yeniden keşfetmelerine de olanak tanıyacaktı. Herzl’in sözleriyle, “Avrupa’nın Asya’ya karşı surları” olacaklardı. Brit Şalom’un yerli halkla uzlaşma ve işbirliği vizyonu çoğu Siyonist için düşünülemezdi bile. Çünkü Filistin Arapları’nı kutsal Yahudi topraklarındaki işgalciler olarak görüyorlardı. Ve Ben-Gurion’un belirttiği gibi “İsrailliler’in Arap olmasını istemiyoruz. Bireyleri ve toplumları yok eden Levanten zihniyetine karşı mücadele etmek görevimizdir.” 1933’te Brit Şalom kapandı. Bir yıl sonra Kohn, Siyonist hareketin Filistinliler ve bölgeyle çatışma rotasında olduğuna ikna olarak Filistin’i umutsuzluk içinde terk etti.
Ben-Gurion’un hareketi Kohn ve Arendt gibi Filistin’de bir Yahudi kültürel sığınağı fikrine sempati duyup, İsrail’in 1948’de kurulmasını sağlayan maksimalist, dışlayıcı, bölgesel devlet vizyonunu reddedenlerle de çatışma rotasındaydı. Köklerini Magnes ve Buber’in kültürel Siyonizm’ine ya da anti-Siyonist Yahudi İşçi Bund’a kadar takip ederek İsrail’i eleştiren Yahudiler, kendilerini kafir ve hain olarak karalanmış insanlar olarak bulacaklardı. Geoffrey Levin, *Filistin Sorunumuz* kitabında İsrail’i eleştiren Amerikalı Yahudiler’in, devletin kuruluşunu takip eden yıllarda Yahudi kurumlarından nasıl uzaklaştırıldığını anlatıyor. 1948 savaşından sonra Amerikan Yahudi basını, Filistinli mültecilerin içinde bulunduğu kötü duruma büyük ölçüde sempatiyle bakarak geniş yer verdi. O zamanlar İsrail mültecileri geri kabul etmeyeceğini beyan etmemişti. Yahudi Haber Bülteni’nin editörü William Zukerman 1950’de şöyle yazmıştı: “Arap mülteciler sorunu, diplomasiyi aşan ahlaki bir konudur. Şu anda İsrail olarak adlandırılan toprak, herhangi bir İsrailli’den daha az olmamak üzere Arap mültecilere de aittir. Onlar bu toprakta yaşadılar ve üzerinde çalıştılar… bin iki yüz yıldır… Panik içinde kaçmaları, onları evlerinden mahrum bırakmak için mazeret olamaz.” Zukerman, Londra merkezli Jewish Chronicle’ın New York muhabiri olarak görev yaptığı işini İsrail’in baskısı sebebiyle kaybetti. İsrail’in New York Başkonsolosu Arthur Lourie, işten atılmasıyla övünürken “gerçek bir MITZVAH” diyordu.
Zukerman bu durumdan etkilenen tek Yahudi değildi. 1953’te Amerikalı Reformist Haham Morris Lazaron, Beyrut’ta Şatila mülteci kampında bir kefaret duası okuyarak, “biz günah işledik” dedi ve yüz binlerce mültecinin derhal ülkelerine geri gönderilmesi çağrısında bulunurken ekledi: “gezgin ayaklar kabilesinin üyeleri olarak Yahudiler, Filistinli mültecilerin yanında durmalılar.” ABD’nin Filistinli mülteciler konusunda önde gelen uzmanı Don Peretz, Amerikan Yahudileri Komitesi (AJC) tarafından istihdam ediliyordu. 1948 savaşından sonra İsrail’in askeri yönetimi altında yaşayan yerinden edilmiş Filistinliler’e yiyecek ve giyecek dağıtan bir Quaker grubuyla çalıştı. “Araplara karşı Amerikalı ırkçılarınkine benzeyen bir tutum” gözlemlediği için dehşete düşen Peretz, AJC için mülteciler üzerine bir broşür kaleme aldı. İsrailli yetkililer bu broşüre onu işinden kovdurmaya çalışarak karşılık verdiler. İsrail’in New York Konsolosu Esther Herlitz büyükelçiliğe, Peretz için kendisinin de öğretim görevlisi olarak görev yaptığı Pensilvanya’daki Yahudi kolejinde ‘bir mezar kazma’ tavsiyesinde bulundu. Peretz bir radikal değildi ve “yalnızca İsrail’e övgülerin düzüldüğü değil, aynı zamanda yeni devletin dahil olduğu Arap mülteci sorunu da dahil olmak üzere birçok soruna ilişkin eleştirel kaygıların dile getirileceği bir platform” yaratmayı amaçlıyordu. Bu çabaları, “serbest tartışma açısından, bugün Güney’de ırklararası ilişkileri tartışmak kadar zor… duygusal bir ortam” ile karşılaştı.
Levin’in kitabındaki en aydınlatıcı olaylar arasında, 1950’lerde ve 1960’ların başında ABD’deki Filistin hareketinin sözcülerinden Fayez Sayegh’in itibarını karalamaya yönelik kampanya yer alıyor. Levin, Tiberias yerlisi olan Sayegh için “Arapların antisemitlerle flört etmesinin davalarını lekeleyeceğini çok iyi biliyor” diye yazıp ekliyor: “bu nedenle kapısına gelen neo-Nazilerden ve diğer Yahudi karşıtı aktivistlerden uzak duruyor.” Sayegh, Amerikan Yahudiliği Konseyi’nden anti-Siyonist haham Elmer Berger ile güçlerini birleştirdi. Berger, 1951 tarihli kitabı *Partisan History of Judaism*’de, Siyonizm’i eleştiren biri olarak kendini kanıtlamış ve Siyonist hareketi “Hitler’in öğretisini benimsemekle” suçlamıştı. İsrail yanlısı bir aktivist tarafından “Amerikan Yahudileri’nin karşı koymak zorunda kaldığı en yetkin polemikçilerden biri” olarak tanımlanan Sayegh, kolaylıkla bir antisemit olarak gösterilemeyeceği için özellikle tehlikeli görülüyordu. Siyonist aktivistler, antisemitik retoriğe asla koz vermeyen insanlarla mücadele etme çabaları dahilinde yeni bir suç icat etmek zorunda kaldılar. Bu anlatıya göre anti-siyonizm, antisemitizmin bir biçimiydi. İftirayla Mücadele Birliği (ADL) bu argümanı 1974’te kitap haline getirmiş olsa da Levin’in bahsettiği üzere bu argüman kitaptan yirmi yıl önce de dolaşımdaydı.
Sayegh sonunda Beyrut’a taşındı ve burada FKÖ’ye katıldı. 1967’de Altı Gün Savaşı’nın ardından Amerikan Yahudi cemaati, Norman Podhoretz’in “tam Siyonizasyon” olarak adlandırdığı süreci yaşadı. Joshua Leifer’in yeni kitabı *Tablets Shattered*’da öne sürdüğü gibi, ADL gibi Yahudi kurumları giderek daha da tek sesli hale geldi ve retorikleri Yahudiler’in kişisel çıkarlarını savunmaktan öteye gidemeyerek köreldi. Bu kuruluş Amerikan güç odakları ve yüksek öğrenim kurumları üzerinde etkili olmaya devam ediyor. Siyonist milyarder Bill Ackman tarafından tasarlanan Harvard başkanı Claudine Gay’in düşüşü gibi olaylar buna örnek teşkil ediyorlar. Leifer’in yazdığı gibi, Siyonizm’in eleştirilmeden benimsenmesi, İsrail’in Filistinliler’e uyguladığı baskı konusunda ‘ahlaki bir miyopluk’ yarattı. Aşırı solun, Hamas’ın 7 Ekim’de herhangi bir zulüm gerçekleştirmediği iddiası, Gazze’de bol miktarda yiyecek olduğunu ve Filistinliler’in açlığının sadece bir tür tiyatro olduğunu iddia eden Amerikalı Yahudilerin soykırımı inkârcılığıyla benzesiyor.
Bu ahlaki miyopiye Amerikalı Yahudi bir azınlık her zaman karşı çıkmıştır. Daha önce Lübnan Savaşı, Birinci İntifada, İkinci İntifada gibi İsrail’in vahşet dönemlerinin kışkırttığı başarılı direniş dalgaları yaşandı. Ancak en önemli direniş dalgası Donald Trump’ın yakın bir müttefiki tarafından yönetilen, liberal değerlere açıkça karşı ve ırkçı bir devletle özdeşleşmeyi içine sindiremeyen genç Yahudiler’in oluşturduğu yeni kuşağa ait olabilir. Peter Beinart’ın 2010’da yazdığı gibi kurumsal Yahudilik, Amerikalı Yahudiler’den “Siyonizm’in kapısında liberalizmlerini bir kez daha değerlendirmelerini” isterken “birçok genç Yahudi’nin Siyonizmlerini bir kez daha değerlendirdiğini” gördü.
Beinart’ın tanımladığı çatışma eski bir çatışmadır. 1967’de I.F. Stone şunu yazdı:
“İsrail, dünya Yahudiliği açısından bir tür ahlaki şizofreni yaratıyor. Dış dünyada Yahudiler refahları için laik, ırksal değerlere dayanmayan, çoğulcu toplumların sürdürülmesini istiyorlar. İsrail’de ise Yahudilik kendini, karma evliliklerin yasaklandığı, Yahudi olmayanların Yahudiler’den daha aşağı bir statüye sahip olduğu, ırka dayalı dışlayıcı bir idealin şekillendirdiği bir toplumu savunurken buluyor. Konu İsrail’e gelince Yahudiler kendilerini, başka yerlerde güvenlikleri ve varoluşları için vazgeçilmez gördükleri ilkelerin karşısında buluyorlar.”
Yahudi öğrenciler kampüs protestocularının alışılmadık derecede yüksek bir kısmını oluşturmasıyla pek çok genç Amerikalı Yahudi için bu çelişkinin dayanılmaz bir raddeye geldiği ortaya çıktı.
Ayrıca Leifer’in dediği gibi, “Yahudi kimliğinin ve topluluğunun yeni ifadeleri olarak adlandırdığı şeyi geliştirmeye çalışıyorlar… İsrail militarizmine bağlı kalmayan bir kimlik.” Leifer gibi bazıları, İsrail’in insan hakları ihlallerinden üzüntü duysalar bile, Amerikan Yahudiliği’nin her yola gelen liberalizmine uzaklığı nedeniyle geleneksel, hatta Ortodoks Yahudiliğe yakınlıklarını dile getiriyorlar. En keskin olanları, İsrail’le herhangi bir bağı reddeden, boykot, tecrit ve yaptırım hareketine (BDS) desteklerini ilan ederek, Filistin mücadelesinin sembollerini benimseyen ‘yumuşak diaspora milliyetçiliğini’ benimsiyorlar. Leifer, bazı Yahudilerin 7 Ekim saldırılarını eleştirmemesinden rahatsız. Onları, “savaş sırasında ataları Amerika Birleşik Devletleri yerine yeni Yahudi devletine kaçmış diğer Yahudiler’in hayatlarına karşı umursamaz olmakla” suçluyor.
Leifer gibi eleştirmenlerin, 7 Ekim olaylarına dair özellikle de sol görüşlü Yahudiler tarafından dile getirildiğinde son derece rahatsız edici bulduğu soğuk tepki duyarsızlığın bir sonucu olmayabilir. Leifer’in duyarsızlık olarak gördüğü bu tepkinin temelinde utançın yanı sıra, dünyadaki tüm Yahudiler’in kendisine sadık olduğunu iddia eden bir devletin ağır suçlarına ortaklığı reddetme hissinden beslenen bilinçli bir ayrılık düşüncesinin reddi de yatıyor olabilir. Lakin bu davranış, Siyonist hareketin Yahudiler’in ortak bir kadere sahip tek, birleşik bir halktan oluştuğu yönündeki iddiasını reddediyor. Leifer’ın kitabı, Yahudi hapishanesinin duvarları içinden yazılmış bir eleştiri olarak İsrail’in ‘reddinin’ mümkün olduğunu göremiyor. Çünkü ona göre İsrail pek yakında dünyadaki Yahudiler’in çoğunluğunun yaşadığı yer olarak, ‘Yahudi varlığının temel koşullarında bir devrim’ olmaya aday. Geniş toplumun seküler değerlerine aidiyeti önceleyerek kendilerini bu hapishaneden kurtarmaya çalışanlar ‘Yahudi olmayanlar’ olarak aforoz edilme riskini göze alıyorlar. Çoğu, yeniden canlanan Jewish Currents dergisi ve Jewish Voices for Peace adlı örgüt etrafında toplanan bu yazar ve aktivistlere göre Yahudiliğin ahlaki ilkelerine bağlılık, Krakotzkin’in “sürülenlerin algısı” olarak adlandırdığı şeyi benimsemelerini gerektiriyor. Lakin 1948’de sürülenler Yahudi değil Filistinlilerdi.
Edward Said 1986’da Filistinliler hakkında şöyle yazmıştı: “Bizi görkemli başarıların mirasıyla koruyacak bir Einstein, Chagall, Freud veya Rubinstein’imiz yok. Bizi dünyanın şefkatiyle koruyacak bir Holokost da yaşamadık. Biz ‘öteki’ ve tam tersi olarak, yeniden yerleşim ve göçün geometrisinde bir kusuruz.” Gazze’deki soykırım onlara anında bir koruma sağlamasa da, İsrail’in zaten aşınmış olan manevi sermayesinin daha da azalmasına yol açtı. Ancak Filistinliler, İsrail’in Gazze’ye saldırabilmesini mümkün kılan ABD’nin ve Batılı güçlerin ahlaki hesaplarında hâlâ “öteki” konumundalar. Filistinliler’in toprak ve adalet talepleri, Küresel Güney’in vicdanında çoktan yer bulmuşken, Said ve diğer Filistinli yazar ve aktivistler sayesinde, Amerikan Yahudileri’nin yanı sıra liberal Batı’da da olağanüstü ilerlemeler kaydetti. İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı çıkan ve Filistinliler’in haklarını savunan küresel bir hareketin doğuşu, diğer anlamlarının yanı sıra İsrail’in vicdan sahibi insanlar açısından ahlaki savaşı kaybettiğinin işaretidir. Filistin davası uluslararası adalete, ezilen halklar dayanışmasına ve kurallara dayalı bir düzenin korunmasına bağlı kalırken, İsrail’in destekçileri dindar Yahudiler, aşırı sağ, beyaz milliyetçiler ve protestoların ardından Amerika’da antisemitizmin ‘korkunç derecede arttığı’ konusunda uyarıda bulunan Joe Biden ve protestolarda ‘Rus parmağı’ tespit ettiğini iddia eden Nancy Pelosi gibi eski nesil Demokrat politikacılarla sınırlı. Beyaz üstünlüğünü savunan Proud Boys’un kurucusu Gavin McInnes ve Temsilciler Meclisi Sözcüsü Mike Johnson, Yahudi öğrencileri “Yahudi karşıtı” protestocularından (aralarında özgürlük için toplanmış Yahudiler de vardı) korumak için Columbia’nın New York kampüsüne geldiklerinde, sanki bir 6 Ocak buluşması için toplanmış gibi görünüyorlardı. İsrail’i destekleyen Yahudiler, Filistin’e yönelik bir sempati denizinin ortasında tecrit edildiklerine dair iddialarına rağmen, tıpkı İsrail devletinin kendisi gibi Washington’da, yönetimde ve üniversite kurullarında güçlü müttefiklere sahipler.
Columbia, UCLA ve diğer yerlerdeki kamplara gösterilen aşırı, militarist tepkilerin yanı sıra Britanya, Almanya ve Fransa hükümetlerinin Londra, Paris ve Berlin’deki gösterilere verdiği öfke dolu tepkiler de hareketin artan etkisinin bir göstergesi. Régis Debray’in belirttiği gibi, “devrim, karşı-devrimi devrimcileştirir.” Dayanışma kamplarının polis tarafından temizlenmesi gibi, ifade ve toplanma özgürlüğünü önemseyen herkes için endişe verici gelişmeler bize, “güvenli alanlar” retoriğinin kolaylıkla sağ kanadın eline geçebileceğini hatırlatmalı. Yakın zamanda Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen antisemitizm yasa tasarısı sebebiyle üniversite yönetimleri Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) anti-Siyonizm ile antisemitizmi bir tutan antisemitizm tanımını uygulamamaktan sorumlu hale gelebileceğinden, Amerikan kampüslerinde Filistin yanlısı görüşlerin engellenebilmesi tehditi uzak görünmüyor. Almanya’nın Filistinlilere verilen desteğe karşı yarattığı baskı ortamı hakkında yazan Susan Neiman’ın sözleriyle “semitsever McCarthycilik” olarak tanımladığı duruma benzer hallere bir başka örnek. Otuzdan fazla eyalet tarafından benimsenen BDS karşıtı önlemleri, Antisemitizm Farkındalık Yasası ve benzerleri, Yahudi öğrencilerin güvende hissedebilmek için özel yasal koruma gerektiren ayrıcalıklı bir azınlık olarak davrandığına işaret ederek daha fazla antisemitizme yol açacağı neredeyse kesin uygulamalardır. Antisemitizmin, beyaz milliyetçiler ve gerçek antisemitler ile ortak bir davayı savunan sağcı Evanjelistler’in elinde silahlaştırılmasına, Liberal Demokrat politikacılar da razı olurken, ABD’deki tartışmanın gerçek dışı niteliğini gittikçe artırıyor.
Bir New York City polis memuru City College’da Filistin bayrağını indirip yerine Amerikan bayrağını göndere çektikten sonra Belediye Başkanı Eric Adams şunları söyledi: “Amerikalı olmaktan gurur duyduğum için beni suçlayabilirsiniz… Yaşam tarzımızı kimse teslim alamaz.” Adams’ın ya da herhangi bir Amerikalı politikacının Ukrayna bayrağını dalgalandıranlar hakkında böyle bir açıklama yapacağını hayal etmek de zor olduğundan bu sözler açık bir yabancı düşmanlığının gülünç bir ifadesidir (NYPD, terörle mücadele baskınlarında sıklıkla yaptıkları gibi, Columbia kampüsünün boşaltılmasını bir tanıtım videosu için filme aldı). Ancak bu, Filistinliler’in yakından tanıdığı Müslüman ve Arap karşıtı önyargılarla bağlantılı gündelik ırkçılığın da bir göstergesidir. Said’e ‘terör profesörü’, Columbia’nın Orta Doğu Araştırmaları Bölümü’nde ise ‘Hudson’daki Birzeit’ deniyordu. Kendisini bir ‘ifade özgürlüğü savaşçısı’ olarak gören eski New York Times köşe yazarı Bari Weiss, Columbia’da bir lisans öğrencisiyken Orta Doğu fakültesi üyelerini kovdurmaya çalışarak dişlerini biledi. Öğrenci kamplarına yönelik saldırının entelektüel zemininin hazırlanmasına yardımcı olan ve Filistinli akademisyenlere karşı yürütülen kampanyalar öğretici olmalıdır. Arafat, Filistinlilerin en büyük silahının Filistinli kadınların rahmi olduğunu söylerken yanılıyordu. En büyük silah, İsrail’in Filistin halkına yaptıklarına ve yapmakta olduklarına dair bilgi ve belgelerdir. İsrail’in 1982’deki Lübnan işgali sırasında Filistin Araştırma Merkezi’ni yağmalaması ve bazılarının gizlemeyi tercih edeceği bir tarihe ışık tutabilecek profesörlere yönelik saldırılar da bu sebebe dayanır.
ABD kampüslerindeki söylemlerin bir kısmı antisemitizme kaydı mı ya da İsrail’in bazı Yahudi destekçileri fiziksel ya da sözlü zorbalığa maruz kaldılar mı sorularına verilecek cevap evettir. Ancak Yahudi karşıtı tacizin boyutları hala belirsiz ve tartışmalı. Shaul Magid Sürgünün Gerekliliği kitabında tüm olayların “tek bir antisemitizm şemsiyesi” altında toplanıp toplanamayacağını sorgular. Magid sorar: “Antisemitizm zulümle birlikte gelmediğinde nedir?” “Yahudiler zalim oldukları zaman antisemitizm nedir?”
Yahudilerin artan kırılganlığına gösterilen yoğun ilgiye ragmen Filistinli, Arap ve Müslüman öğrencilerin kırılganlıkları hakkında çok az tartışma yapıldığı gibi bu konuyu ele alacak bir akademik komisyon ya da siyasi yasa tasarısı yok. Onlarin, Yahudiler’in aksine, kampüste bulunma haklarını kanıtlamaları gerekiyor. Filistinliler, özellikle de protestolara katılmislarsa ‘okula izinsiz girmiş’, yabancı topraklardan gelen casuslar olarak görülme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar. Geçen Kasım ayında Vermont’ta akrabalarını ziyaret eden üç Filistinli öğrenci ırkçı bir fanatik tarafından vuruldu. Vurulanlardan biri ömür boyu felçli kalacak. Biden, Müslümanlara yönelik bu ve benzeri saldırılara, antisemitizm konusunda yaptığı gibi ‘sessizlik suç ortaklığıdır’ diyerek yanıt vermedi.
Aslında sessizliği ve suç ortaklığını redderek sokaga dokulen her kökenden öğrenci, polis cinayetlerine karşı 2020 protestolarına göre çok daha büyük bir risk aliyor. Siyah karşıtı ırkçılığa karşı muhalefet seçkin liberaller tarafından benimsenirken, İsrail’in Filistin’e karşı savaşlarına muhalefet pek populer degil. Sokaga cikanlar, kişisel bilgilerin ifşa edilmesine, üniversite yönetimlerinin aşağılamasına, polis şiddetine ve bazı durumlarda okuldan atılmaya göğüs gerdiler. Önde gelen hukuk firmaları kamplara katılan öğrencileri işe almayacaklarını açıkladı.
Siyaset kurumu ve ana akım basın büyük ölçüde küçümseyici bir ton belirledi. Liberal yorumcular öğrencileri ‘ayrıcalıklı ve elit’ olmakla sucladilar. Ancak ogrencilerin çoğu, özellikle de devlet üniversitelerindekiler, yoksul ve işçi sınıfı ailelerden geliyorlardi. Bazıları, protestoların Orta Doğu ile değil Amerika ile ilgili olduğunu iddia ettiler (protestolar ikisiyle de ilgiliydi). Protestocularin, Siyonizm’e karşı ritüelleşmiş kınamaları kullanarak Yahudileri güvensiz hissettirdikleri, 1968 tarzı bir isyan fantezisine giriştikleri, Hamas’ın zulmünü görmezden geldikleri ve hatta onları haklı çıkardiklari, ‘İntifada’yı küreselleştirme’ çağrılarıyla silahlı mucadeleyi romantikleştirdikleri ve boylece korlesen bakis acilariyla sadece Gazze ve Israil’in degil, savasin getirdigi karmasikliklari da anlayamadiklari bir coskuyla hareket ettikleri soylendi.
Bu eleştirilerde minik de olsa bir haklılık payı olabilir. Tıpkı “polis bütçesine son” gibi “nehirden denize” de mutlakiyetçi bakış açısıyla cazip olmanın yanı sıra aynı zamanda tehlikeli derecede muğlak oldugu için, “Yahudiler’e karşı soykırım” iddialarina kanıt arayan sağcı düşmanları körüklüyor. Protestoların her zaman olduğu gibi teatral bir boyutu da var. Bazı öğrenciler kendilerini Gazze’de yaşanan dramın parçası olarak hayal ediyor, bir ögrenci kampının (“kurtarılmış bölgeler”) kaba bir sekilde temizlenmesini, bir mülteci kampında sivillerin şiddet kullanarak yok edilmesiyle karıştırıyorlar. Ancak göstericilere yönelik saldırılar, ister ‘ayrıcalıklı olmaları’, ister sözde Yahudi düşmanlığı, ister fanatizm nedeniyle yapılmış olsun, bu saldırılar Filistinlileri, Yahudileri, Afrikalı Amerikalıları, Latinleri, Hıristiyanları ve ateistleri içeren geniş tabanlı bir hareketin adil bir tasviri olmaktan uzaklar.
Tüm yanlış adımlarına rağmen öğrenciler, kendilerini eleştirenlerin gözünden kaçmış gibi görünen konulara dikkat çektiler. İsrail’in Gazze savaşının müstehcenliğini, ABD hükümetinin İsrail’i silahlandırmadaki ve katliamı kolaylaştırmadaki suç ortaklığinı, Amerika’nın İsrail’e tam destek verirken insan haklarını ve kurallara dayalı uluslararası düzeni savunma iddiasındaki ikiyüzlülüğünu ve acil ateşkes ihtiyacını dile getirdirler. Netanyahu’nun, protestoları 1930’larda Alman üniversitelerindeki (kimsenin seder masasında buluşmadığı) Yahudi karşıtı eylemlerle tuhaf bir şekilde karşılaştırması da onları korkutmadı. Trump kazanırsa, Arap ve Müslüman seçmenlerle birlikte, Bibi’yi silahlandıran bir başkana oy vermeyi mideleri kaldırmadığı için onlar da suçlanacaklar. Ancak ateşkes için seferber ettikleri destek ve Filistin hakkındaki söylemi değiştirmeye sağladıkları katki için övgüyü hak ediyorlar.
Daha önceki kuşaklar için Vietnam Savaşı, Güney Afrika’daki apartheid ve Irak Savaşı’na karşı verilen mücadeleler ne kadar biçimlendirici oldularsa, Gazze’nin yok edilmesi de yeni kuşak için benzer bir etkiye sahip olacak. Onlar için soykırımcı bir devlet tarafından öldürülen çocugun imajı Anne Frank değil, etrafı öldürülen akrabalarının cesetleriyle çevrili bir arabada yardım dileyerek otururken İsrail’in tank ateşiyle öldürülen altı yaşındaki Hind Rajab olacak. “Hepimiz Filistinliyiz” diye slogan attıklarında, 1968’de öğrencilerin Alman-Yahudi öğrenci lideri Daniel Cohn-Bendit’in Fransa’dan sınır dışı edilmesinin ardından “Nous sommes tous des juifs allemands – Hepimiz Alman Yahudisiyiz” sloganı atmasına yol açan dayanışma duygusuyla hareket ediyorlar. Hiçbir kurban grubu, hatta ölüm kamplarında ölen Avrupalı Yahudiler’in torunları bile, bu hislerden sonsuza kadar beyhude kalamazlar.
Tarihçi Enzo Traverso, Yahudilerin çektiği acılara ve İsrail’in “mucizevi” kuruluşuna odaklanan Holokost anma törenlerinin 1970’lerden bu yana Batı’da “sivil bir din” haline geldigini iddia eder. Küresel Güney’deki insanların hiçbir zaman bu dinin cemaati olmamış olması, bu dinin Almanya’da İsrail devletinin refleksif savunmasıyla bağlantısı Staatsräson olarak tanımlanan yönüyle de ilgilidir. Siyonizm tarihine yedirilmiş Yahudiler’in uğradığı haksızlıklar ve İsrail’in kuruluşu anlatısı ile 1939’un hemen köşede bekliyor olabileceğine dair düşünceye hakim pek çok Yahudi için, çoğunluğun İsrailliler’i değil de Filistinliler’i vatansız mülteciler ve baskı-zulmün kurbanları olarak görmesi şüphesiz bir şok etkisi yaratıyor. Buna karşılık olarak doğal tepkileri konuyu Holokost’a ya da 7 Ekim olaylarına kaydırmak oluyor. Bu kaygılar göz ardı edilmemelidir. Ancak James Baldwin’in 1960’ların sonlarında yazdığı gibi: “Hiç kimse Amerikalı bir Yahudi’nin çektiği acıların Amerikalı siyahların çektiği acılar kadar büyük olduğunu söylediğini duymak istemez. Lakin durum oyle olmadığı gibi, insan durumun öyle olmadığını, konuşanın size öyle olduğuna dair güvence veren ses tonundan da tanır.”
Bu noktada soru, bu hareketlerin Gazze’deki savaşın sona ermesine, isgalin sonlandırılmasına ve İsrail’in nüfusunun beşte birini oluşturan Filistinliler de dahil tüm Filistinliler’i etkileyen baskıcı kontrol matrisinin sona erdirilmesine nasıl katkı sağlayabileceğidir. Filistin için adalet daha önce olmadığı kadar geniş ve evrensel bir kabul görür, İsrail’in savunucuları tarafından ‘antisemit’ ve ‘terörist’ olarak karalanan BDS hareketi büyük bir ivme kazanırken Filistin ulusal hareketinin kendisi neredeyse tam bir kargaşa içinde. Filistin Otoritesi yalnızca ismen bir otorite olmanın yanı sıra, İsrail’in sanal jandarması olarak yönettiği insanların aşağılaması ve alayına maruz kalıyor. Filistin Yönetimi, son sekiz ayda yerleşimciler ve İsrail ordusu 500 Filistinliyi öldür ve 37 bin dönümden fazla araziyi çalarak Batı Şeria’yi Gazzeleştirirken Filistinliler’i bu şiddet dalgasından koruyamadı. İsrail’deki Filistinliler yoğun bir gözetim altında, her an vatana ihanetle suçlanma riskiyle karşı karşıya kalırken, Arap kasabaları artan oranlarda suç çetelerinin insafına terk ediliyorlar.
Gazze’nin geleceği, uzun vadeli bir ateşkes durumunda bile kasvetli görünüyor. Netanyahu’nun ofisi tarafından dağıtılan ‘Gazze 2035’ önerisi, burayı Körfez tarzı bir serbest ticaret bölgesi olarak öngörüyor. Jared Kushner’ın gözü sahildeki insaatlarda ve İsrail sağı yerleşimleri yeniden kurmaya kararlı gorunuyor. İsrail’in saldırısından sağ kurtulanlara gelince, siyaset bilimci Nathan Brown onların bir “süper kampta” yaşayacaklarını tahmin ediyor. Mevcut savaş üzerine makalelerden oluşan bir derleme olan Tufan kitabında yazdığı gibi, “kanun ve düzen” sağlanabilirse kamp komiteleri ve kendinden menkul çeteler tarafından sağlanacak. Brown şöyle diyor: “Bu durum bir çatışmanın ertesi gününden daha çok, dağılma ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü uzun bir alacakaranlığa benziyor.”
Parçalanma ve umutsuzluk elbette İsrail’in savaştığını iddia ettiği ‘terörizmi’ teşvik eden koşullardır. Gazze’de hayatta kalanlar için bu reflekse yenik düşmek, özellikle de kendilerine daha iyi bir yaşam, hele bir devlet için hiçbir umut verilmediği, yalnızca tüneller yerine bir sonraki inşaa sürecinde Dubai’ye dönüştürmeleri gerektiğine dair dersler verildiği için kolay olabilir.
Liberaller icin Ukrayna nasıl saldırganlığa karşı saf bir mücadelenin sembolü haline geldiyse, geçtiğimiz sekiz ayda Amerikalı ve İngiliz öğrenciler için Filistin öyle bir simge haline geldi. Ancak Zelensky’nin hayranlarının ulusal hareketteki liberal olmayan unsurları görmezden gelmesi gibi, Filistin destekçileri de Hamas’ın sadece İsrailli Yahudiler’e değil, aynı zamanda Filistinli muhaliflere karşı uyguladığı gaddarlığı da görmezden gelme eğiliminde. Isaac Deutscher’in yazdığı gibi, ‘sömürülenlerin ve ezilenlerin milliyetçiliği’, ‘fatihlerin ve ezenlerin milliyetçiliği’ ile aynı ahlaki-politik düzeye konulamaz, ‘ama eleştiriden de muaf tutulmamalidir.’
Filistin’de Yüz Yıl Savaşları (2020) kitabında Rashid Khalidi, Pakistanlı aktivist İkbal Ahmad’in FKÖ’nün güney Lübnan’daki üslerini ziyaret ettiğinde “kendisinden tavsiye isteyenlere rahatsız eden bir eleştiriyle geri döndüğünü” yazıyor. Ahmad, prensip olarak Cezayir’deki gibi sömürge rejimlerine karşı silahlı mücadeleyi desteklese de FKÖ’nün özelinde düşmanı İsrail’e karşı silahlı mücadelenin doğru hareket tarzı olup olmadığını sorguluyor. Ahmad’ın görüşüne göre, ‘güç kullanımı İsrailliler arasında geçmisten gelen yaygın mağduriyet duygusunu güçlendirirken, İsrail toplumunu birleştiririp, Siyonizm’in en militan eğilimlerini güçlendiriyor ve dış aktörlerin desteğini artırıyor.’ Ahmad, Filistinliler’in silahlı direnişe katılma hakkını inkar etmemekle birlikte, bunun akıllıca uygulanması gerektiğine ve bir arada yaşama, karşılıklı tanınma ve adalete dayanan özgürleştirici yeni bir dusuncenin İsrailli Yahudiler arasında bölünmeler yaratmaya hizmet etmesi gerektiğine inanıyordu.
Bugün Filistinliler ile ilerici İsrailli Yahudiler arasında Birinci İntifada sırasında parıldayan türden bir ittifak hayal etmek zor. Filistinliler ve İsrailliler arasında ortak eylem icin çalışan gruplar hâlâ mevcut olsa da, her zamankinden daha az sayıdalar ve derin bir çatışma içindeler. Judah Magnes ve Edward Said, Tony Judt ve Azmi Bishara gibi çeşitli figürlerin ortaya koyduğu iki ulusluluğun savunucuları neredeyse yok oldu. Yine de insan, Hamas’ın 7 Ekim’deki cüretkar baskını sırasında, İsrail üslerine yapılan saldırılar, festival ve kibbutzlarda korkunç katliamlara dönüşen saldırılarla ilgili Ahmad’in ne düşüneceğini merak ediyor. Bu saldırıların kısa vadeli etkisi yadsınamaz. Mescid-i Aksa Tufanı Operasyonu, İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesini sabote etmesinin yani sira, bedeli olmayan bir işgalin mumkun olduguna dair mitle birlikte, İsrail’in yenilmezligi mitini de yerle bir ederek Filistin sorununu yeniden uluslararası gündeme taşıdı. Ancak saldirinin mimarları Yahya Sinwar ve Mohammed Deif’in Gazze halkını gelecekte olacaklardan korumak gibi bir planı yok gibi görünüyor. Yakın zamanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin arananlar listesinde birlikte yer aldıkları Netanyahu gibi onlar da acımasız taktik ustaları olarak gaddarlik ve felaket boyutlarında şiddet uygulayabilmek hususunda çok yetenekliler. Ancak bu yeteneklerinin yanında cüce kalacak kadar da düşük bir stratejik vizyona sahipler. Deif, 7 Ekim tarihli bildirisinde ‘Yarın farklı olacak’ sözünü verirken haklıydı. Ancak ne yazik ki bu farklılık, hapishane firarının yarattığı ilk coşkunun hızla dinmesinin ardından ortaya çıkan Gazze’nin yıkıntılarında görülebiliyor.
7 Ekim’den sekiz ay sonra Filistin öfkeli, intikamcı bir Yahudi devletinin elinde ve onların insafına kalmış durumda. İsrail, kolonyel projesine her zamankinden daha fazla bağlı, uluslararası eleştiriyi küçümsüyor ve kendi toprakları üstünde yabancı, çaresiz kurbanlara dönüşmüş bir halde sonraki erzak dağıtımını bekleyen bir halkı yönetiyor. Kendine özgü ‘taze’ ulus soylemiyle gözetleme sistemleri ve silahlarını Arap diktatörlüklerine pazarlayarak kazançlı anlaşmalar yapmak için kullanır, ziyarete gelen polis ekiplerine isyan bastırma eğitimi sunarken, içgüdüsel hale gelmiş militarizmi yeni girişimlerin konuşulması için yer bırakmıyor. İsrail, komşularıyla veya kendi Filistinli vatandaşlarıyla artık kaba güce dayanmayan bir gelecek hayal edemiyor.
‘Demir Duvar’ yalnızca bir savunma stratejisi değil ayni zamanda İsrail’in konfor alanı. Netanyahu’nun İran ve Hizbullah’la çatışması, iktidarda kalma çabasından daha fazlası olarak Moşe Dayan’ın ‘aktif savunma’ politikasının klasik bir uzantısı. ABD silah dağıtımını kesip İsrail’in elini zorlamadıkça şiddet bitmeyecek. Bunun yakın zamanda gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Lakin Netanyahu, ‘demokrasiyi savunma, terörle mücadele ve bölgede adil, kalıcı bir barış kurma vizyonunu’ paylaşmak için iki partili sistemden yağlı bir davet aldıktan sonra 24 Temmuz’da Kongre’de konuşma yapacak. Ateşkes çağrısı başka bir utanç verici red cevabı ile karşılık bulan Biden yönetiminin askeri yardımı askıya almayacağını veya kendi ‘kırmızı çizgilerini’ gözetmeyeceğini bilen Netanyahu rahat. Ancak kamp hareketi ve Rashida Tlaib’den Bernie Sanders’a kadar ilerici Demokrat liderler arasında büyüyen muhalefet, Washington’un artık İsrail’in suçlarına silah ve diplomatik kılıf sağlayamayacağı bir geleceğin habercisi. Filistinliler’in İsrail devletini ele geçiren yerleşimci bağnazlar ve etnik temizlikçiler karşısında o güne kadar topraklarına tutunup tutunamayacaklarını ancak zaman gösterecek.
THE STATE OF ISRAEL V. THE JEWS
by Sylvain Cypel, translated by William Rodarmor.
Other Press, 352 pp., £24, October 2022, 978 1 63542 097 5
DEUX PEUPLES POUR UN ÉTAT?: RELIRE L’HISTOIRE DU SIONISME
by Shlomo Sand.
Seuil, 256 pp., £20, January, 978 2 02 154166 3
OUR PALESTINE QUESTION: ISRAEL AND AMERICAN JEWISH DISSENT, 1948-78
by Geoffrey Levin.
Yale, 304 pp., £25, February, 978 0 300 26785 3
* Adam Shatz, The London Review of Books’un ABD editörüdür. The New York Times Magazine, The New York Review of Books, The New Yorker ve diğer yayınlara katkıda bulunmaktadır. Aynı zamanda Bard College’da misafir profesördür ve piyanist Richard Sears’ın yapımcılığını üstlendiği “Myself with Others” adlı podcast’in sunucusudur. 1990’dan beri New York City’de yaşıyor. Üç kitabın yazarıdır: Prophets Outcast: A Century of Dissident Jewish Writing about Siyonism and Israel (Nation Books); Yazarlar ve Misyonerler: Radikal Hayal Gücü Üzerine Denemeler (Verso); ve Asi Kliniği: Frantz Fanon’un Devrimci Yaşamları (FSG).
Yazının orijinali: London Review of Books, Adam Shatz, Vol. 46 No. 12
Çeviri: Avi Haligua
Ariel Sharon 2005 yılında sekiz binden fazla Yahudi yerleşimciyi Gazze Şeridi’nden geri çektiğinde asıl amacı yerleşimci nüfusunun hızla artmaya başladığı Batı Şeria’daki İsrail kolonilerini sağlamlaştırmaktı. Ancak Gazze’yle “bağlantının kesilmesinin” başka bir amacı daha vardı: İsrail hava kuvvetlerinin Gazze’yi istediği zaman bombalamasına olanak tanımak. Lakin, İsrailli yerleşimciler orada yaşarken bunu yapamazlardı. Görünüşe göre Batı Şeria’daki Filistinliler bu açıdan korkunç derecede şanslıydılar. Topraklarını çalmaya kararlı yerleşimciler bu süreçte şiddet uygulamaktan çekinmiyor olsalar da, topraklarındaki Yahudi varlığı onları İsrail’in Gazze halkını maruz bıraktığı kitlesel bombardıman ve yıkımdan kurtardı.
İsrail hükümeti bu toplu cezalandırma eylemleri dizisini ‘çimleri biçmek’ olarak adlandırıyor. Son 15 yılda Gazze Şeridi’nde beş büyük saldırı düzenledi. İlk dördü, kolonici kontrgerilla operasyonlarında her zaman olduğu gibi acımasız ve zalimdi. Hamas’ın roket saldırıları ve rehin alma eylemlerinin cezası olarak binlerce sivil öldürüldü. Ancak Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği kanlı baskına yanıt olarak 7 Ekim’de başlatılan Demir Kılıç Operasyonu, sadece derece olarak değil, nitelik olarak da diğerlerinden farklı. Son sekiz ayda İsrail 36 binden fazla Filistinli’yi öldürdü. Enkazın altında kaç kişinin kaldığı belli değil ve bunların üzerine açlık ve hastalıktan ölecek olanlar da var. 80 bin Filistinli yaralandı ve çoğu kalıcı olarak sakat kaldılar. Ebeveynleri (tüm aileleri) öldürülen çocuklar Gazze’de yeni bir alt grubu oluşturuyorlar. İsrail, Gazze’nin konut altyapısını, hastanelerini ve tüm üniversitelerini yok etti. Gazze’nin 2.3 milyon sakininin çoğu, bazıları defalarca olmak üzere yerlerinden edildi. Birçoğu kaçtıkları ‘güvenli’ bölgelerde bombalandı. Saldırılar sırasında hiç kimseye iltimas geçilmedi: rekor sayıda yardım görevlisi, gazeteci ve sağlık görevlisi öldürüldü. Açlık seviyeleri arttıkça İsrail, kendi ordusunun dünyadaki “en ahlaklı ordu” olduğu konusunda ısrar ederken, yiyecek tedarikinin önünde birbiri ardına engeller yarattı. ABD’deki İsrail destekçilerinin yasaklamaya çalıştığı TikTok’ta ve İsrail hükümeti tarafından Kudüs ofisi kapatılan El Cezire’de yaygın bir şekilde bolca yer alan Gazze görüntüleri ordunun ahlakıyla ilgili farklı bir hikaye anlatıyor. Oralarda, Al-Rashid Caddesi’nde açlıktan ölmek üzere olan Filistinliler yardım kamyonlarının önünde öldürülüyor, Şubat ayında Refah’ta İsrail’in hava saldırılarında diri diri yakılan çadır sakinleri görülüyor, günde 245 kaloriyle hayatta kalmaya çalışan kadın ve çocukların hikayeleri anlatılıyor. Benjamin Netanyahu’nun “Yahudi-Hıristiyan medeniyetinin barbarlığa karşı zaferi” olarak tanımladığı şey budur.
Gazze’deki askeri operasyon, Filistin üzerine mücadelenin şeklini, hatta belki de anlamını değiştirdi. Lakin, iki halktan birinin diğerini bu kadar sarsıcı bir şekilde katletmesinin ardından ‘çatışmadan’ bahsetmek yanıltıcı ve hatta kırıcı oluyor. Yıkımın boyutları terminolojiye bile yansıyor: Konut stoğunun yok edilmesi ‘domisid’; öğretmenleri de dahil olmak üzere eğitim sistemini yok etmek ‘Skolasid’ (95 üniversite profesörü öldürüldü); Gazze’nin tarım alanları ve doğal kaynaklarının yok edilmesi için ise ‘ekosid’ deniyor. Kendisi de Holokost’tan sağ kurtulanlardan oluşan bir ailenin kızı olan, önde gelen Gazze uzmanı Sara Roy, bu durumu ‘ekonosid’, “bir ekonominin ve onu oluşturan parçaların toptan yok edilmesi” sürecinin bir parçası olarak tanımlıyor. Ona göre olanlar İsrail’in 1967’den bu yana Gazze ekonomisini kasıtlı olarak ‘geriletmesinin’ devamı.
Ancak 1948 BM sözleşmesi terminolojisini kullanırsak, ‘ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu tamamen veya kısmen yok etme niyetiyle işlenen eylemler’ için kullanılan daha eski bir terim var: Genosid, Soykırım. Uluslararası hukukçular ve insan hakları uzmanları, İsrail’in Gazze’de soykırım, ya da en azından soykırım eylemleri gerçekleştirdiği konusunda giderek artan bir fikir birliği içindeler. Bu görüş yalnızca uluslararası kuruluşların değil, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün kurucusu Aryeh Neier’in de içinde bulunduğu, İsrail’in söz konusu olduğu durumlarda ihtiyatlı -hatta aşırı ihtiyatlı- olan uzmanların da üzerinde uzlaştıkları bir görüş.
Soykırım suçlaması Filistinliler açısından yeni değil. 2002’de Beyrut’tayken, İsrail’in Cenin mülteci kampına saldırısı sırasında bu terimin kullanıldığını duyduğumu ve bu görüşe katılmayarak, bunun acımasız, acımasız bir kuşatma olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. O zamanlar ‘soykırım’ kelimesinin kullanılması, Orta Doğu’daki siyasi tartışmaların retorik enflasyonunun tipik bir örneği olmanın yanı sıra, İsrail-Filistin arasında mağduriyet üzerine gerçekleşen acı ve çirkin rekabetin bir belirtisi olarak beni düşündürmüştü. Bu tarih zalimlerinin geçmişi nedeniyle hiçbir zaman Filistinliler’den yana olmadı. Çünkü, Avrupa Yahudiliğin yok edilmesi, Batılı güçlerin gözünde genç Yahudi devletine manevi sermaye kazandırmıştı. Filistinliler’in soykırım iddiaları Batı açısından, ‘işgal’ ve hatta ‘apartheid’ gibi kelimelerin asla başaramayacağı bir şeyi gerçekleştirmeye, skoru eşitlemeye yönelik bir girişim olarak algılanıyordu.
Ancak bu sefer, binlerce kadın ve çocuğun ahlaksız bir şekilde öldürülmesi nedeniyle değil, aynı zamanda yıkımın büyüklüğü ve İsrail’in bombardımanından sağ kurtulanlar açısından yaşamı neredeyse imkansız hale getirmesi sebebiyle de durum farklı. Savaş, Hamas’ın daha önce benzeri görülmemiş saldırısıyla kışkırtıldı. Fakat İsrail’in sadece Hamas’a değil, Gazze’ye acı çektirme arzusu 7 Ekim’de doğmadı. İşte Ariel Şaron’un oğlu Gilad’in, 2012’deki sözleri: “Gazze’deki mahalleleri tamamen yerle bir etmemiz gerekiyor. Gazze’nin tamamını düz etmeliyiz. Amerikalılar Hiroşima’yla yetinmedi; Japonlar yeterince hızlı teslim olmayınca, Amerikalılar Nagazaki’yi de vurdular. Gazze’de ne elektrik, ne benzin, ne de hareket eden araç, hiçbir şey kalmamalı.” Bugün bu sözler bir kehanet gibi görünüyorlar.
Yok etmeyi amaç edinen şiddet, aynı zamanda kurbanlarını olabildiğince perişan hale getirmeyi de hedefler. Yağma, oy hakkının reddi, gettolaştırma, etnik temizlik ve ırkçı insanlıktan çıkarma gibi diğer zulüm biçimleri her zaman silahlı şiddet eylemlerine eşlik eder. Bu saydıklarım, İsrail’in kuruluşundan bu yana Filistin halkıyla ilişkisinin özellikleridir. Böyle vakalarda zulmün toplu katliamlara dönüşmesine neden olan şey genellikle savaştır. Özellikle de Gazze’deki savaşta da gördüğümüz gibi, varoluşsal bir hayatta kalma mücadelesi olarak tanımlanan bir savaş başladıysa. İsrail liderleri açıklamalarında (savunma bakanı Yoav Gallant: ‘İnsan-hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket edeceğiz’; Başkan Isaac Herzog: ‘Sorumlu olan bütün bir millettir’) niyetlerini gizlemediler ve vizyonlarına dair net bir rehberlik sağladılar. İsrail askerlerinin Gazze’nin yıkıntıları arasında çektiği neşeli selfieler de bu durumun örnekleri olarak sayılabilirler. Gazze’nin yıkımı en azından bir kısım insan için bir zevk kaynağı oldu.
İsrail’in yöntemleri, Treblinka’daki Nazilerin ya da Ruanda’daki Hutu soykırımcılarının yöntemlerinden çok, Cezayir’deki Fransızlar’ın ya da Suriye’deki Esad rejiminin yöntemlerine benziyor olabilir. Ancak bu durum olanların soykırım suçunu teşkil etmediği anlamına gelmez. İsrail’in Gazze nüfusunun ‘yalnızca’ bir kısmını öldürdüğü gerçeği de bu manaya gelemez. Sonuçta hayatta kalanlara Giorgio Agamben’in sözleriyle “sadece hayat” kaldı. Açlık, yoksulluk ve bir sonraki hava saldırısının (ya da Netanyahu’nun Refah’ta 45 sivilin yakılması olayını tanımladığı şekliyle ‘trajik kazanın’) her an gerçekleşeceği tehdidiyle şekillendirilmiş bir varoluş. İsrail’in destekçileri bunun Shoah olmadığını iddia edebilirler. Fakat Auschwitz’de ölenlerin anısına sahip çıkmanın en iyi yolunun, İsrailli Yahudiler’in kendilerini yeniden güvende hissedebilmeleri adına Filistinliler’in kitleler halinde öldürülmesine göz yummak olduğuna dair söylem çağımızın en büyük ahlaki sapkınlıklarından biri.
İsrail’de bu inanç, imanın şartlarından biri halini aldı. Netanyahu nüfusun yarısı tarafından beğenilmiyor olsa da durum Gazze’ye yönelik savaşı için öyle değil. Son anketlere göre İsrailliler’in önemli bir çoğunluğu Netanyahu’nun tepkisinin ya uygun olduğunu ya da yetersiz olduğunu düşünüyor. 7 Ekim zulmünün ötesine bakmaktan aciz, ya da bakmaya isteksiz olan İsrailli Yahudiler’in çoğu Hamas yok edilene kadar, hatta aslında Gazze tamamen yok edilene kadar, savaşı devam ettirme hakkını kendilerinde görüyorlar. İsrail’in kendi davranışlarının (Gazze’yi boğması, Batı Şeria’da kolonileşmesi, apartheid uygulaması, Mescid-i Aksa’daki provokasyonları, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını sürekli inkar etmesi) İsrail’e karşı 7 Ekim öfkesine yol açmış olabileceği fikrini reddediyorlar. Bunun yerine bir kez daha antisemitizmin, İsrailoğulları’nın düşmanı Amalek’in kurbanı olduklarında ısrar ediyorlar. İsrailliler’in 7 Ekim’in oluşumunda kendi sorumluluklarını görememeleri ya da görmeyi reddedebilmeleri atalarından kalma korku ve dehşetlerin 7 Ekim katliamlarıyla yeniden nüksettiğinin bir kanıtıdır. Ancak bu durum aynı zamanda, İsrailli Yahudiler’in Jean Daniel’in ‘Yahudi hapishanesi’ olarak adlandırdığı yerde ne derece hapis yaşadıklarını da ortaya koyuyor.
Siyonizm’in asıl tutkusu Yahudiler’i tarihi şekillendiren bir aktöre dönüştürmek, egemen, meşru ve eyleme gücüne sahip olmalarını sağlamaktı. Ancak İsrailli Yahudiler’in diasporadan İsrail’e getirdikleri pek çok alışkanlıktan biri olan kendilerini ebedi kurbanlar olarak görme eğilimleri Siyonizm’den daha güçlü çıktı. İsrail’in liderleri bu refleksi güçlü bir ideolojik zırh ve bir birlik kaynağı olarak gördüler. İsrailliler’in 7 Ekim’i Holokost’un devamı olarak yorumlamaları ya da liderlerinin bu yorumu teşvik etmeleri bu sebeple hiç de şaşırtıcı değil. Her iki olay da, Yahudiler’e yönelik şiddet mitsel tekrara dayalı teolojik bir tarih okumasına kolaylıkla bağlanabiliyor. Bağlamlarından kopartılıp, şiddet olayları zulmün sürekliliği olarak anlaşıldığı zaman, Yahudi oldukları için Yahudiler’e yönelen şiddetle, Yahudi devletinin uygulamalarıyla bağlantılı olarak Yahudiler’e yönelik şiddet arasında ayrım yapmak zorlaşıyor. (İronik bir şekilde, bu tarih vizyonu, Shoah sırasında gerçekleşen sanayileşmiş katliamı tarihi bir istisna olmaktan çıkararak, büyük bir pogrom gibi gösteriyor.) Bu anlayışın pratikte anlamı şudur: İsrail’i 7 Ekim’den önceki politikaları nedeniyle, ya da 7 Ekim’den sonra Gazze’deki katliam nedeniyle suçlayan herkes antisemittir, Hamas’ın, İran’ın, Hizbullah’ın ve Amalek’in dostları olarak göz ardı edilebilirler.
Bu aynı zamanda savaşan birimlerde artan sayıda askerin aşırılıkçı yerleşimcilerden oluştuğu savaş alanında neredeyse her şeyin onaylanabilir olduğu anlamına da geliyor. İsrailli Yahudiler’in büyüyünce terörist olacakları için çocukların öldürülmesini savunduklarını duymak alışıldık bir durum (bazı Filistinliler’in İsrailli bir Yahudi çocuğu öldürmenin gelecekteki bir IDF askerini öldürmek anlamına geldiği iddiasından pek farklı değil). Bu noktada soru, İsraillilerin kendini güvende hissetmesi için kaç Filistinli çocuğun ölmesi gerektiği, ve hatta daha doğrusu İsrailli Yahudiler’in Filistinli nüfusun ortadan kaldırılmasını güvenliklerinin gerekli bir koşulu olarak görüp görmediğidir.
Siyonistlerin ‘transfer’ fikri (Arap nüfusunun sınır dışı edilmesi), İsrail’in kendisinden daha eskidir. Hem Ben-Gurion hem de Netanyahu’nun babasının akıl hocası olan Revizyonist Siyonist rakibi Vladimir Jabotinsky tarafından benimsenen bu görüş 1948 savaşındaki sınır dışı edilmelerin doğrudan altyapısını oluşturur. 1980’lere gelinene ve Yeni Tarihçilerin yükselişine kadar İsrail, işgalci Arap ordularının onları teşvik etmesi nedeniyle Filistinliler’in ülkeyi terk ettiğini veya ‘kaçtığını’ iddia ederek etnik temizlik yaptıklarını şiddetle reddetti. S. Yizhar’ın 1949 tarihli kısa romanı Khirbet Khizeh ve A.B. Yehoshua’nın 1963 tarihli ‘Ormanlarla Yüzleşmek’ adlı öyküsünde olduğu gibi, Filistinliler’in sürülmesi ve köylerinin yok edilmesi tasvir edildiğinde, acı ve suçluluk dolu bir rasyonelleştirme hakim oluyordu. Ancak süreç içinde Fransız gazeteci Sylvain Cypel’in “İsrail Devleti Yahudiler’e karşı” kitabında işaret ettiği, “inkarın altında yatan gizli utanç” ortadan kalktı. Günümüz İsrail’inde, 1948 felaketi bir gereklilik olarak küstahça savunuluyor ve tamamlanmamış, hatta kahramanca bir proje olarak görülüyor. Maliye bakanı Bezalel Smotrich ve ulusal güvenlik bakanı Itamar Ben-Gvir transferin utanmayan savunucuları. Gazze’de tanık olduğumuz şey, İsrail-Filistin tarihinin en kanlı bölümü olmaktan çok daha fazlası. Çünkü bu olanlar 1948 Nekbe’nin son noktası olmanın yanında, bir zamanlar ölüm kamplarından sağ kurtulanlara sığınak olan İsrail devletinin soykırımla suçlanan bir millete dönüşümünün hikayesi.
Lenin “hiçbir şey olmadan onlarca yıl geçer” dedikten sonra ekler “ve on yılların yaşandığı haftalar vardır.” Son sekiz ay, İsrail’in Filistinliler’e karşı yürüttüğü uzun savaşın olağanüstü bir şekilde hızlanmasına tanıklık etti. Siyonizm tarihi başka türlü gelişebilir miydi? Benjamin Netanyahu, hayal gücü sınırlı, olgunluktan çok uzak bir adam. Büyük ölçüde güç edinme ve dolandırıcılık/rüşvet sebebiyle mahkum olma ihtimalinden kaçınma arzusuyla hareket ediyor (yargılaması 2020’nin başından bu yana aralıklı olarak sürüyor). Ama kendisi aynı zamanda İsrail’in en uzun süre görev yapan başbakanı. Onun yayılmacı, ırkçı ideolojisi İsrail’de ana siyasi akımı oluşturuyor. Her zaman Yahudi üstünlüğüne dayalı bir etnokrasi olmuş olan İsrail onun liderliğinde gerici, milliyetçi bir devlete; dahası resmi olarak yalnızca Yahudi vatandaşlara ait bir ülkeye dönüştü. Yahudi üstünlüğünü yücelten 2018 tarihli ulus devlet yasasının ifadesiyle: “İsrail devletinde kendi kaderini tayin etme hakkı yalnızca Yahudi halkına aittir.” Filistinliler’in ve destekçilerinin “Filistin nehirden denize kadar özgür olacak” demelerinde şaşırılacak bir şey yok. Pek çok Siyonist’in etnik temizlik veya soykırım çağrısı olarak duyduğu bu sözler çoğu Filistinli için Yahudiler’in bu topraklar üzerindeki üstünlüğüne son verilmesi, yani özgürlüğün olmadığı koşulların ortadan kalkması çağrısıdır.
Öğrenci solunun “Siyonist” kelimesini, Filistinliler’in eşit hak ve özgürlüklere sahip olmasına karşı çıkmakla eşanlamlı sayması ya da bir Filistin devleti fikrini onaylamalarına rağmen atalarının Avrupa’da uğradığı zulüm nedeniyle İsrailli Yahudiler’in arzularını, Filistin’in yerli Araplar’ının arzularından üstün olduğunu düşünenlerle eşdeğer görmesinde şaşırılacak bir şey yok. Ancak Shlomo Sand’in *Deux peuples pour un état*’ta bize hatırlattığı gibi, Arap-Yahudi işbirliğine dayalı, üyeleri arasında Ahad Ha’am, Judah Magnes, Martin Buber ve Hannah Arendt’in de yer aldığı iki uluslu bir devletin yaratılmasını savunan muhalif Siyonizm, ‘kültürel Siyonizm’ bir zamanlar gerçekten vardı. 1907’de kültürel Siyonist Yitzhak Epstein, Siyonist hareketi küçük bir ayrıntıyı unutmakla suçladı: “sevgili topraklarımızda yüzlerce yıldır ona bağlanmış ve onu terk etmeyi asla düşünmeyen bir halk yaşıyor.” 1925’te Barış İttifakı Brit Shalom’u kuran Epstein ve müttefikleri, Siyon’u kültürel ve manevi bir yeniden doğuş yeri olarak hayal ettiler. Yalnızca Yahudi için bir devlet yaratmaya yönelik herhangi bir girişimin Siyonizm’i klasik bir kolonyal harekete dönüştüreceğini ve Filistinli Araplar’la hiç bitmeyecek bir savaşa yol açacağı konusunda uyardılar. 1929’daki Arap ayaklanmalarından sonra Brit Şalom’un sekreteri Hans Kohn, resmi Siyonist hareketi “yaralı masumlara ait bir psikolojiyi benimsemeleri” ve “bu ülkede halihazırda yaşayan insanlarla en ufak bir tartışmadan bile kaçınmaları” sebepleriyle suçladı. “Tamamen İngilizler’in gücüne bağlı kaldık. Kendimize kaçınılmaz olarak çatışmaya dönüşecek hedefler belirledik.”
Ancak bu durum bir tesadüf değildi: Araplarla çatışmak Siyonist ana akım için zaten hayati öneme haizdi. Amnon Raz-Krakotzkin’in öne sürdüğü gibi, “klasik Siyonizm”in savunucuları için, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, yalnızca Yahudiler’in “sürgünü reddetmesi” değil, aynı zamanda, paradoksal bir şekilde, kendilerini Beyaz Batı’nın vatandaşları olarak yeniden keşfetmelerine de olanak tanıyacaktı. Herzl’in sözleriyle, “Avrupa’nın Asya’ya karşı surları” olacaklardı. Brit Şalom’un yerli halkla uzlaşma ve işbirliği vizyonu çoğu Siyonist için düşünülemezdi bile. Çünkü Filistin Arapları’nı kutsal Yahudi topraklarındaki işgalciler olarak görüyorlardı. Ve Ben-Gurion’un belirttiği gibi “İsrailliler’in Arap olmasını istemiyoruz. Bireyleri ve toplumları yok eden Levanten zihniyetine karşı mücadele etmek görevimizdir.” 1933’te Brit Şalom kapandı. Bir yıl sonra Kohn, Siyonist hareketin Filistinliler ve bölgeyle çatışma rotasında olduğuna ikna olarak Filistin’i umutsuzluk içinde terk etti.
Ben-Gurion’un hareketi Kohn ve Arendt gibi Filistin’de bir Yahudi kültürel sığınağı fikrine sempati duyup, İsrail’in 1948’de kurulmasını sağlayan maksimalist, dışlayıcı, bölgesel devlet vizyonunu reddedenlerle de çatışma rotasındaydı. Köklerini Magnes ve Buber’in kültürel Siyonizm’ine ya da anti-Siyonist Yahudi İşçi Bund’a kadar takip ederek İsrail’i eleştiren Yahudiler, kendilerini kafir ve hain olarak karalanmış insanlar olarak bulacaklardı. Geoffrey Levin, *Filistin Sorunumuz* kitabında İsrail’i eleştiren Amerikalı Yahudiler’in, devletin kuruluşunu takip eden yıllarda Yahudi kurumlarından nasıl uzaklaştırıldığını anlatıyor. 1948 savaşından sonra Amerikan Yahudi basını, Filistinli mültecilerin içinde bulunduğu kötü duruma büyük ölçüde sempatiyle bakarak geniş yer verdi. O zamanlar İsrail mültecileri geri kabul etmeyeceğini beyan etmemişti. Yahudi Haber Bülteni’nin editörü William Zukerman 1950’de şöyle yazmıştı: “Arap mülteciler sorunu, diplomasiyi aşan ahlaki bir konudur. Şu anda İsrail olarak adlandırılan toprak, herhangi bir İsrailli’den daha az olmamak üzere Arap mültecilere de aittir. Onlar bu toprakta yaşadılar ve üzerinde çalıştılar… bin iki yüz yıldır… Panik içinde kaçmaları, onları evlerinden mahrum bırakmak için mazeret olamaz.” Zukerman, Londra merkezli Jewish Chronicle’ın New York muhabiri olarak görev yaptığı işini İsrail’in baskısı sebebiyle kaybetti. İsrail’in New York Başkonsolosu Arthur Lourie, işten atılmasıyla övünürken “gerçek bir MITZVAH” diyordu.
Zukerman bu durumdan etkilenen tek Yahudi değildi. 1953’te Amerikalı Reformist Haham Morris Lazaron, Beyrut’ta Şatila mülteci kampında bir kefaret duası okuyarak, “biz günah işledik” dedi ve yüz binlerce mültecinin derhal ülkelerine geri gönderilmesi çağrısında bulunurken ekledi: “gezgin ayaklar kabilesinin üyeleri olarak Yahudiler, Filistinli mültecilerin yanında durmalılar.” ABD’nin Filistinli mülteciler konusunda önde gelen uzmanı Don Peretz, Amerikan Yahudileri Komitesi (AJC) tarafından istihdam ediliyordu. 1948 savaşından sonra İsrail’in askeri yönetimi altında yaşayan yerinden edilmiş Filistinliler’e yiyecek ve giyecek dağıtan bir Quaker grubuyla çalıştı. “Araplara karşı Amerikalı ırkçılarınkine benzeyen bir tutum” gözlemlediği için dehşete düşen Peretz, AJC için mülteciler üzerine bir broşür kaleme aldı. İsrailli yetkililer bu broşüre onu işinden kovdurmaya çalışarak karşılık verdiler. İsrail’in New York Konsolosu Esther Herlitz büyükelçiliğe, Peretz için kendisinin de öğretim görevlisi olarak görev yaptığı Pensilvanya’daki Yahudi kolejinde ‘bir mezar kazma’ tavsiyesinde bulundu. Peretz bir radikal değildi ve “yalnızca İsrail’e övgülerin düzüldüğü değil, aynı zamanda yeni devletin dahil olduğu Arap mülteci sorunu da dahil olmak üzere birçok soruna ilişkin eleştirel kaygıların dile getirileceği bir platform” yaratmayı amaçlıyordu. Bu çabaları, “serbest tartışma açısından, bugün Güney’de ırklararası ilişkileri tartışmak kadar zor… duygusal bir ortam” ile karşılaştı.
Levin’in kitabındaki en aydınlatıcı olaylar arasında, 1950’lerde ve 1960’ların başında ABD’deki Filistin hareketinin sözcülerinden Fayez Sayegh’in itibarını karalamaya yönelik kampanya yer alıyor. Levin, Tiberias yerlisi olan Sayegh için “Arapların antisemitlerle flört etmesinin davalarını lekeleyeceğini çok iyi biliyor” diye yazıp ekliyor: “bu nedenle kapısına gelen neo-Nazilerden ve diğer Yahudi karşıtı aktivistlerden uzak duruyor.” Sayegh, Amerikan Yahudiliği Konseyi’nden anti-Siyonist haham Elmer Berger ile güçlerini birleştirdi. Berger, 1951 tarihli kitabı *Partisan History of Judaism*’de, Siyonizm’i eleştiren biri olarak kendini kanıtlamış ve Siyonist hareketi “Hitler’in öğretisini benimsemekle” suçlamıştı. İsrail yanlısı bir aktivist tarafından “Amerikan Yahudileri’nin karşı koymak zorunda kaldığı en yetkin polemikçilerden biri” olarak tanımlanan Sayegh, kolaylıkla bir antisemit olarak gösterilemeyeceği için özellikle tehlikeli görülüyordu. Siyonist aktivistler, antisemitik retoriğe asla koz vermeyen insanlarla mücadele etme çabaları dahilinde yeni bir suç icat etmek zorunda kaldılar. Bu anlatıya göre anti-siyonizm, antisemitizmin bir biçimiydi. İftirayla Mücadele Birliği (ADL) bu argümanı 1974’te kitap haline getirmiş olsa da Levin’in bahsettiği üzere bu argüman kitaptan yirmi yıl önce de dolaşımdaydı.
Sayegh sonunda Beyrut’a taşındı ve burada FKÖ’ye katıldı. 1967’de Altı Gün Savaşı’nın ardından Amerikan Yahudi cemaati, Norman Podhoretz’in “tam Siyonizasyon” olarak adlandırdığı süreci yaşadı. Joshua Leifer’in yeni kitabı *Tablets Shattered*’da öne sürdüğü gibi, ADL gibi Yahudi kurumları giderek daha da tek sesli hale geldi ve retorikleri Yahudiler’in kişisel çıkarlarını savunmaktan öteye gidemeyerek köreldi. Bu kuruluş Amerikan güç odakları ve yüksek öğrenim kurumları üzerinde etkili olmaya devam ediyor. Siyonist milyarder Bill Ackman tarafından tasarlanan Harvard başkanı Claudine Gay’in düşüşü gibi olaylar buna örnek teşkil ediyorlar. Leifer’in yazdığı gibi, Siyonizm’in eleştirilmeden benimsenmesi, İsrail’in Filistinliler’e uyguladığı baskı konusunda ‘ahlaki bir miyopluk’ yarattı. Aşırı solun, Hamas’ın 7 Ekim’de herhangi bir zulüm gerçekleştirmediği iddiası, Gazze’de bol miktarda yiyecek olduğunu ve Filistinliler’in açlığının sadece bir tür tiyatro olduğunu iddia eden Amerikalı Yahudilerin soykırımı inkârcılığıyla benzesiyor.
Bu ahlaki miyopiye Amerikalı Yahudi bir azınlık her zaman karşı çıkmıştır. Daha önce Lübnan Savaşı, Birinci İntifada, İkinci İntifada gibi İsrail’in vahşet dönemlerinin kışkırttığı başarılı direniş dalgaları yaşandı. Ancak en önemli direniş dalgası Donald Trump’ın yakın bir müttefiki tarafından yönetilen, liberal değerlere açıkça karşı ve ırkçı bir devletle özdeşleşmeyi içine sindiremeyen genç Yahudiler’in oluşturduğu yeni kuşağa ait olabilir. Peter Beinart’ın 2010’da yazdığı gibi kurumsal Yahudilik, Amerikalı Yahudiler’den “Siyonizm’in kapısında liberalizmlerini bir kez daha değerlendirmelerini” isterken “birçok genç Yahudi’nin Siyonizmlerini bir kez daha değerlendirdiğini” gördü.
Beinart’ın tanımladığı çatışma eski bir çatışmadır. 1967’de I.F. Stone şunu yazdı:
“İsrail, dünya Yahudiliği açısından bir tür ahlaki şizofreni yaratıyor. Dış dünyada Yahudiler refahları için laik, ırksal değerlere dayanmayan, çoğulcu toplumların sürdürülmesini istiyorlar. İsrail’de ise Yahudilik kendini, karma evliliklerin yasaklandığı, Yahudi olmayanların Yahudiler’den daha aşağı bir statüye sahip olduğu, ırka dayalı dışlayıcı bir idealin şekillendirdiği bir toplumu savunurken buluyor. Konu İsrail’e gelince Yahudiler kendilerini, başka yerlerde güvenlikleri ve varoluşları için vazgeçilmez gördükleri ilkelerin karşısında buluyorlar.”
Yahudi öğrenciler kampüs protestocularının alışılmadık derecede yüksek bir kısmını oluşturmasıyla pek çok genç Amerikalı Yahudi için bu çelişkinin dayanılmaz bir raddeye geldiği ortaya çıktı.
Ayrıca Leifer’in dediği gibi, “Yahudi kimliğinin ve topluluğunun yeni ifadeleri olarak adlandırdığı şeyi geliştirmeye çalışıyorlar… İsrail militarizmine bağlı kalmayan bir kimlik.” Leifer gibi bazıları, İsrail’in insan hakları ihlallerinden üzüntü duysalar bile, Amerikan Yahudiliği’nin her yola gelen liberalizmine uzaklığı nedeniyle geleneksel, hatta Ortodoks Yahudiliğe yakınlıklarını dile getiriyorlar. En keskin olanları, İsrail’le herhangi bir bağı reddeden, boykot, tecrit ve yaptırım hareketine (BDS) desteklerini ilan ederek, Filistin mücadelesinin sembollerini benimseyen ‘yumuşak diaspora milliyetçiliğini’ benimsiyorlar. Leifer, bazı Yahudilerin 7 Ekim saldırılarını eleştirmemesinden rahatsız. Onları, “savaş sırasında ataları Amerika Birleşik Devletleri yerine yeni Yahudi devletine kaçmış diğer Yahudiler’in hayatlarına karşı umursamaz olmakla” suçluyor.
Leifer gibi eleştirmenlerin, 7 Ekim olaylarına dair özellikle de sol görüşlü Yahudiler tarafından dile getirildiğinde son derece rahatsız edici bulduğu soğuk tepki duyarsızlığın bir sonucu olmayabilir. Leifer’in duyarsızlık olarak gördüğü bu tepkinin temelinde utançın yanı sıra, dünyadaki tüm Yahudiler’in kendisine sadık olduğunu iddia eden bir devletin ağır suçlarına ortaklığı reddetme hissinden beslenen bilinçli bir ayrılık düşüncesinin reddi de yatıyor olabilir. Lakin bu davranış, Siyonist hareketin Yahudiler’in ortak bir kadere sahip tek, birleşik bir halktan oluştuğu yönündeki iddiasını reddediyor. Leifer’ın kitabı, Yahudi hapishanesinin duvarları içinden yazılmış bir eleştiri olarak İsrail’in ‘reddinin’ mümkün olduğunu göremiyor. Çünkü ona göre İsrail pek yakında dünyadaki Yahudiler’in çoğunluğunun yaşadığı yer olarak, ‘Yahudi varlığının temel koşullarında bir devrim’ olmaya aday. Geniş toplumun seküler değerlerine aidiyeti önceleyerek kendilerini bu hapishaneden kurtarmaya çalışanlar ‘Yahudi olmayanlar’ olarak aforoz edilme riskini göze alıyorlar. Çoğu, yeniden canlanan Jewish Currents dergisi ve Jewish Voices for Peace adlı örgüt etrafında toplanan bu yazar ve aktivistlere göre Yahudiliğin ahlaki ilkelerine bağlılık, Krakotzkin’in “sürülenlerin algısı” olarak adlandırdığı şeyi benimsemelerini gerektiriyor. Lakin 1948’de sürülenler Yahudi değil Filistinlilerdi.
Edward Said 1986’da Filistinliler hakkında şöyle yazmıştı: “Bizi görkemli başarıların mirasıyla koruyacak bir Einstein, Chagall, Freud veya Rubinstein’imiz yok. Bizi dünyanın şefkatiyle koruyacak bir Holokost da yaşamadık. Biz ‘öteki’ ve tam tersi olarak, yeniden yerleşim ve göçün geometrisinde bir kusuruz.” Gazze’deki soykırım onlara anında bir koruma sağlamasa da, İsrail’in zaten aşınmış olan manevi sermayesinin daha da azalmasına yol açtı. Ancak Filistinliler, İsrail’in Gazze’ye saldırabilmesini mümkün kılan ABD’nin ve Batılı güçlerin ahlaki hesaplarında hâlâ “öteki” konumundalar. Filistinliler’in toprak ve adalet talepleri, Küresel Güney’in vicdanında çoktan yer bulmuşken, Said ve diğer Filistinli yazar ve aktivistler sayesinde, Amerikan Yahudileri’nin yanı sıra liberal Batı’da da olağanüstü ilerlemeler kaydetti. İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı çıkan ve Filistinliler’in haklarını savunan küresel bir hareketin doğuşu, diğer anlamlarının yanı sıra İsrail’in vicdan sahibi insanlar açısından ahlaki savaşı kaybettiğinin işaretidir. Filistin davası uluslararası adalete, ezilen halklar dayanışmasına ve kurallara dayalı bir düzenin korunmasına bağlı kalırken, İsrail’in destekçileri dindar Yahudiler, aşırı sağ, beyaz milliyetçiler ve protestoların ardından Amerika’da antisemitizmin ‘korkunç derecede arttığı’ konusunda uyarıda bulunan Joe Biden ve protestolarda ‘Rus parmağı’ tespit ettiğini iddia eden Nancy Pelosi gibi eski nesil Demokrat politikacılarla sınırlı. Beyaz üstünlüğünü savunan Proud Boys’un kurucusu Gavin McInnes ve Temsilciler Meclisi Sözcüsü Mike Johnson, Yahudi öğrencileri “Yahudi karşıtı” protestocularından (aralarında özgürlük için toplanmış Yahudiler de vardı) korumak için Columbia’nın New York kampüsüne geldiklerinde, sanki bir 6 Ocak buluşması için toplanmış gibi görünüyorlardı. İsrail’i destekleyen Yahudiler, Filistin’e yönelik bir sempati denizinin ortasında tecrit edildiklerine dair iddialarına rağmen, tıpkı İsrail devletinin kendisi gibi Washington’da, yönetimde ve üniversite kurullarında güçlü müttefiklere sahipler.
Columbia, UCLA ve diğer yerlerdeki kamplara gösterilen aşırı, militarist tepkilerin yanı sıra Britanya, Almanya ve Fransa hükümetlerinin Londra, Paris ve Berlin’deki gösterilere verdiği öfke dolu tepkiler de hareketin artan etkisinin bir göstergesi. Régis Debray’in belirttiği gibi, “devrim, karşı-devrimi devrimcileştirir.” Dayanışma kamplarının polis tarafından temizlenmesi gibi, ifade ve toplanma özgürlüğünü önemseyen herkes için endişe verici gelişmeler bize, “güvenli alanlar” retoriğinin kolaylıkla sağ kanadın eline geçebileceğini hatırlatmalı. Yakın zamanda Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen antisemitizm yasa tasarısı sebebiyle üniversite yönetimleri Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) anti-Siyonizm ile antisemitizmi bir tutan antisemitizm tanımını uygulamamaktan sorumlu hale gelebileceğinden, Amerikan kampüslerinde Filistin yanlısı görüşlerin engellenebilmesi tehditi uzak görünmüyor. Almanya’nın Filistinlilere verilen desteğe karşı yarattığı baskı ortamı hakkında yazan Susan Neiman’ın sözleriyle “semitsever McCarthycilik” olarak tanımladığı duruma benzer hallere bir başka örnek. Otuzdan fazla eyalet tarafından benimsenen BDS karşıtı önlemleri, Antisemitizm Farkındalık Yasası ve benzerleri, Yahudi öğrencilerin güvende hissedebilmek için özel yasal koruma gerektiren ayrıcalıklı bir azınlık olarak davrandığına işaret ederek daha fazla antisemitizme yol açacağı neredeyse kesin uygulamalardır. Antisemitizmin, beyaz milliyetçiler ve gerçek antisemitler ile ortak bir davayı savunan sağcı Evanjelistler’in elinde silahlaştırılmasına, Liberal Demokrat politikacılar da razı olurken, ABD’deki tartışmanın gerçek dışı niteliğini gittikçe artırıyor.
Bir New York City polis memuru City College’da Filistin bayrağını indirip yerine Amerikan bayrağını göndere çektikten sonra Belediye Başkanı Eric Adams şunları söyledi: “Amerikalı olmaktan gurur duyduğum için beni suçlayabilirsiniz… Yaşam tarzımızı kimse teslim alamaz.” Adams’ın ya da herhangi bir Amerikalı politikacının Ukrayna bayrağını dalgalandıranlar hakkında böyle bir açıklama yapacağını hayal etmek de zor olduğundan bu sözler açık bir yabancı düşmanlığının gülünç bir ifadesidir (NYPD, terörle mücadele baskınlarında sıklıkla yaptıkları gibi, Columbia kampüsünün boşaltılmasını bir tanıtım videosu için filme aldı). Ancak bu, Filistinliler’in yakından tanıdığı Müslüman ve Arap karşıtı önyargılarla bağlantılı gündelik ırkçılığın da bir göstergesidir. Said’e ‘terör profesörü’, Columbia’nın Orta Doğu Araştırmaları Bölümü’nde ise ‘Hudson’daki Birzeit’ deniyordu. Kendisini bir ‘ifade özgürlüğü savaşçısı’ olarak gören eski New York Times köşe yazarı Bari Weiss, Columbia’da bir lisans öğrencisiyken Orta Doğu fakültesi üyelerini kovdurmaya çalışarak dişlerini biledi. Öğrenci kamplarına yönelik saldırının entelektüel zemininin hazırlanmasına yardımcı olan ve Filistinli akademisyenlere karşı yürütülen kampanyalar öğretici olmalıdır. Arafat, Filistinlilerin en büyük silahının Filistinli kadınların rahmi olduğunu söylerken yanılıyordu. En büyük silah, İsrail’in Filistin halkına yaptıklarına ve yapmakta olduklarına dair bilgi ve belgelerdir. İsrail’in 1982’deki Lübnan işgali sırasında Filistin Araştırma Merkezi’ni yağmalaması ve bazılarının gizlemeyi tercih edeceği bir tarihe ışık tutabilecek profesörlere yönelik saldırılar da bu sebebe dayanır.
ABD kampüslerindeki söylemlerin bir kısmı antisemitizme kaydı mı ya da İsrail’in bazı Yahudi destekçileri fiziksel ya da sözlü zorbalığa maruz kaldılar mı sorularına verilecek cevap evettir. Ancak Yahudi karşıtı tacizin boyutları hala belirsiz ve tartışmalı. Shaul Magid Sürgünün Gerekliliği kitabında tüm olayların “tek bir antisemitizm şemsiyesi” altında toplanıp toplanamayacağını sorgular. Magid sorar: “Antisemitizm zulümle birlikte gelmediğinde nedir?” “Yahudiler zalim oldukları zaman antisemitizm nedir?”
Yahudilerin artan kırılganlığına gösterilen yoğun ilgiye ragmen Filistinli, Arap ve Müslüman öğrencilerin kırılganlıkları hakkında çok az tartışma yapıldığı gibi bu konuyu ele alacak bir akademik komisyon ya da siyasi yasa tasarısı yok. Onlarin, Yahudiler’in aksine, kampüste bulunma haklarını kanıtlamaları gerekiyor. Filistinliler, özellikle de protestolara katılmislarsa ‘okula izinsiz girmiş’, yabancı topraklardan gelen casuslar olarak görülme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar. Geçen Kasım ayında Vermont’ta akrabalarını ziyaret eden üç Filistinli öğrenci ırkçı bir fanatik tarafından vuruldu. Vurulanlardan biri ömür boyu felçli kalacak. Biden, Müslümanlara yönelik bu ve benzeri saldırılara, antisemitizm konusunda yaptığı gibi ‘sessizlik suç ortaklığıdır’ diyerek yanıt vermedi.
Aslında sessizliği ve suç ortaklığını redderek sokaga dokulen her kökenden öğrenci, polis cinayetlerine karşı 2020 protestolarına göre çok daha büyük bir risk aliyor. Siyah karşıtı ırkçılığa karşı muhalefet seçkin liberaller tarafından benimsenirken, İsrail’in Filistin’e karşı savaşlarına muhalefet pek populer degil. Sokaga cikanlar, kişisel bilgilerin ifşa edilmesine, üniversite yönetimlerinin aşağılamasına, polis şiddetine ve bazı durumlarda okuldan atılmaya göğüs gerdiler. Önde gelen hukuk firmaları kamplara katılan öğrencileri işe almayacaklarını açıkladı.
Siyaset kurumu ve ana akım basın büyük ölçüde küçümseyici bir ton belirledi. Liberal yorumcular öğrencileri ‘ayrıcalıklı ve elit’ olmakla sucladilar. Ancak ogrencilerin çoğu, özellikle de devlet üniversitelerindekiler, yoksul ve işçi sınıfı ailelerden geliyorlardi. Bazıları, protestoların Orta Doğu ile değil Amerika ile ilgili olduğunu iddia ettiler (protestolar ikisiyle de ilgiliydi). Protestocularin, Siyonizm’e karşı ritüelleşmiş kınamaları kullanarak Yahudileri güvensiz hissettirdikleri, 1968 tarzı bir isyan fantezisine giriştikleri, Hamas’ın zulmünü görmezden geldikleri ve hatta onları haklı çıkardiklari, ‘İntifada’yı küreselleştirme’ çağrılarıyla silahlı mucadeleyi romantikleştirdikleri ve boylece korlesen bakis acilariyla sadece Gazze ve Israil’in degil, savasin getirdigi karmasikliklari da anlayamadiklari bir coskuyla hareket ettikleri soylendi.
Bu eleştirilerde minik de olsa bir haklılık payı olabilir. Tıpkı “polis bütçesine son” gibi “nehirden denize” de mutlakiyetçi bakış açısıyla cazip olmanın yanı sıra aynı zamanda tehlikeli derecede muğlak oldugu için, “Yahudiler’e karşı soykırım” iddialarina kanıt arayan sağcı düşmanları körüklüyor. Protestoların her zaman olduğu gibi teatral bir boyutu da var. Bazı öğrenciler kendilerini Gazze’de yaşanan dramın parçası olarak hayal ediyor, bir ögrenci kampının (“kurtarılmış bölgeler”) kaba bir sekilde temizlenmesini, bir mülteci kampında sivillerin şiddet kullanarak yok edilmesiyle karıştırıyorlar. Ancak göstericilere yönelik saldırılar, ister ‘ayrıcalıklı olmaları’, ister sözde Yahudi düşmanlığı, ister fanatizm nedeniyle yapılmış olsun, bu saldırılar Filistinlileri, Yahudileri, Afrikalı Amerikalıları, Latinleri, Hıristiyanları ve ateistleri içeren geniş tabanlı bir hareketin adil bir tasviri olmaktan uzaklar.
Tüm yanlış adımlarına rağmen öğrenciler, kendilerini eleştirenlerin gözünden kaçmış gibi görünen konulara dikkat çektiler. İsrail’in Gazze savaşının müstehcenliğini, ABD hükümetinin İsrail’i silahlandırmadaki ve katliamı kolaylaştırmadaki suç ortaklığinı, Amerika’nın İsrail’e tam destek verirken insan haklarını ve kurallara dayalı uluslararası düzeni savunma iddiasındaki ikiyüzlülüğünu ve acil ateşkes ihtiyacını dile getirdirler. Netanyahu’nun, protestoları 1930’larda Alman üniversitelerindeki (kimsenin seder masasında buluşmadığı) Yahudi karşıtı eylemlerle tuhaf bir şekilde karşılaştırması da onları korkutmadı. Trump kazanırsa, Arap ve Müslüman seçmenlerle birlikte, Bibi’yi silahlandıran bir başkana oy vermeyi mideleri kaldırmadığı için onlar da suçlanacaklar. Ancak ateşkes için seferber ettikleri destek ve Filistin hakkındaki söylemi değiştirmeye sağladıkları katki için övgüyü hak ediyorlar.
Daha önceki kuşaklar için Vietnam Savaşı, Güney Afrika’daki apartheid ve Irak Savaşı’na karşı verilen mücadeleler ne kadar biçimlendirici oldularsa, Gazze’nin yok edilmesi de yeni kuşak için benzer bir etkiye sahip olacak. Onlar için soykırımcı bir devlet tarafından öldürülen çocugun imajı Anne Frank değil, etrafı öldürülen akrabalarının cesetleriyle çevrili bir arabada yardım dileyerek otururken İsrail’in tank ateşiyle öldürülen altı yaşındaki Hind Rajab olacak. “Hepimiz Filistinliyiz” diye slogan attıklarında, 1968’de öğrencilerin Alman-Yahudi öğrenci lideri Daniel Cohn-Bendit’in Fransa’dan sınır dışı edilmesinin ardından “Nous sommes tous des juifs allemands – Hepimiz Alman Yahudisiyiz” sloganı atmasına yol açan dayanışma duygusuyla hareket ediyorlar. Hiçbir kurban grubu, hatta ölüm kamplarında ölen Avrupalı Yahudiler’in torunları bile, bu hislerden sonsuza kadar beyhude kalamazlar.
Tarihçi Enzo Traverso, Yahudilerin çektiği acılara ve İsrail’in “mucizevi” kuruluşuna odaklanan Holokost anma törenlerinin 1970’lerden bu yana Batı’da “sivil bir din” haline geldigini iddia eder. Küresel Güney’deki insanların hiçbir zaman bu dinin cemaati olmamış olması, bu dinin Almanya’da İsrail devletinin refleksif savunmasıyla bağlantısı Staatsräson olarak tanımlanan yönüyle de ilgilidir. Siyonizm tarihine yedirilmiş Yahudiler’in uğradığı haksızlıklar ve İsrail’in kuruluşu anlatısı ile 1939’un hemen köşede bekliyor olabileceğine dair düşünceye hakim pek çok Yahudi için, çoğunluğun İsrailliler’i değil de Filistinliler’i vatansız mülteciler ve baskı-zulmün kurbanları olarak görmesi şüphesiz bir şok etkisi yaratıyor. Buna karşılık olarak doğal tepkileri konuyu Holokost’a ya da 7 Ekim olaylarına kaydırmak oluyor. Bu kaygılar göz ardı edilmemelidir. Ancak James Baldwin’in 1960’ların sonlarında yazdığı gibi: “Hiç kimse Amerikalı bir Yahudi’nin çektiği acıların Amerikalı siyahların çektiği acılar kadar büyük olduğunu söylediğini duymak istemez. Lakin durum oyle olmadığı gibi, insan durumun öyle olmadığını, konuşanın size öyle olduğuna dair güvence veren ses tonundan da tanır.”
Bu noktada soru, bu hareketlerin Gazze’deki savaşın sona ermesine, isgalin sonlandırılmasına ve İsrail’in nüfusunun beşte birini oluşturan Filistinliler de dahil tüm Filistinliler’i etkileyen baskıcı kontrol matrisinin sona erdirilmesine nasıl katkı sağlayabileceğidir. Filistin için adalet daha önce olmadığı kadar geniş ve evrensel bir kabul görür, İsrail’in savunucuları tarafından ‘antisemit’ ve ‘terörist’ olarak karalanan BDS hareketi büyük bir ivme kazanırken Filistin ulusal hareketinin kendisi neredeyse tam bir kargaşa içinde. Filistin Otoritesi yalnızca ismen bir otorite olmanın yanı sıra, İsrail’in sanal jandarması olarak yönettiği insanların aşağılaması ve alayına maruz kalıyor. Filistin Yönetimi, son sekiz ayda yerleşimciler ve İsrail ordusu 500 Filistinliyi öldür ve 37 bin dönümden fazla araziyi çalarak Batı Şeria’yi Gazzeleştirirken Filistinliler’i bu şiddet dalgasından koruyamadı. İsrail’deki Filistinliler yoğun bir gözetim altında, her an vatana ihanetle suçlanma riskiyle karşı karşıya kalırken, Arap kasabaları artan oranlarda suç çetelerinin insafına terk ediliyorlar.
Gazze’nin geleceği, uzun vadeli bir ateşkes durumunda bile kasvetli görünüyor. Netanyahu’nun ofisi tarafından dağıtılan ‘Gazze 2035’ önerisi, burayı Körfez tarzı bir serbest ticaret bölgesi olarak öngörüyor. Jared Kushner’ın gözü sahildeki insaatlarda ve İsrail sağı yerleşimleri yeniden kurmaya kararlı gorunuyor. İsrail’in saldırısından sağ kurtulanlara gelince, siyaset bilimci Nathan Brown onların bir “süper kampta” yaşayacaklarını tahmin ediyor. Mevcut savaş üzerine makalelerden oluşan bir derleme olan Tufan kitabında yazdığı gibi, “kanun ve düzen” sağlanabilirse kamp komiteleri ve kendinden menkul çeteler tarafından sağlanacak. Brown şöyle diyor: “Bu durum bir çatışmanın ertesi gününden daha çok, dağılma ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü uzun bir alacakaranlığa benziyor.”
Parçalanma ve umutsuzluk elbette İsrail’in savaştığını iddia ettiği ‘terörizmi’ teşvik eden koşullardır. Gazze’de hayatta kalanlar için bu reflekse yenik düşmek, özellikle de kendilerine daha iyi bir yaşam, hele bir devlet için hiçbir umut verilmediği, yalnızca tüneller yerine bir sonraki inşaa sürecinde Dubai’ye dönüştürmeleri gerektiğine dair dersler verildiği için kolay olabilir.
Liberaller icin Ukrayna nasıl saldırganlığa karşı saf bir mücadelenin sembolü haline geldiyse, geçtiğimiz sekiz ayda Amerikalı ve İngiliz öğrenciler için Filistin öyle bir simge haline geldi. Ancak Zelensky’nin hayranlarının ulusal hareketteki liberal olmayan unsurları görmezden gelmesi gibi, Filistin destekçileri de Hamas’ın sadece İsrailli Yahudiler’e değil, aynı zamanda Filistinli muhaliflere karşı uyguladığı gaddarlığı da görmezden gelme eğiliminde. Isaac Deutscher’in yazdığı gibi, ‘sömürülenlerin ve ezilenlerin milliyetçiliği’, ‘fatihlerin ve ezenlerin milliyetçiliği’ ile aynı ahlaki-politik düzeye konulamaz, ‘ama eleştiriden de muaf tutulmamalidir.’
Filistin’de Yüz Yıl Savaşları (2020) kitabında Rashid Khalidi, Pakistanlı aktivist İkbal Ahmad’in FKÖ’nün güney Lübnan’daki üslerini ziyaret ettiğinde “kendisinden tavsiye isteyenlere rahatsız eden bir eleştiriyle geri döndüğünü” yazıyor. Ahmad, prensip olarak Cezayir’deki gibi sömürge rejimlerine karşı silahlı mücadeleyi desteklese de FKÖ’nün özelinde düşmanı İsrail’e karşı silahlı mücadelenin doğru hareket tarzı olup olmadığını sorguluyor. Ahmad’ın görüşüne göre, ‘güç kullanımı İsrailliler arasında geçmisten gelen yaygın mağduriyet duygusunu güçlendirirken, İsrail toplumunu birleştiririp, Siyonizm’in en militan eğilimlerini güçlendiriyor ve dış aktörlerin desteğini artırıyor.’ Ahmad, Filistinliler’in silahlı direnişe katılma hakkını inkar etmemekle birlikte, bunun akıllıca uygulanması gerektiğine ve bir arada yaşama, karşılıklı tanınma ve adalete dayanan özgürleştirici yeni bir dusuncenin İsrailli Yahudiler arasında bölünmeler yaratmaya hizmet etmesi gerektiğine inanıyordu.
Bugün Filistinliler ile ilerici İsrailli Yahudiler arasında Birinci İntifada sırasında parıldayan türden bir ittifak hayal etmek zor. Filistinliler ve İsrailliler arasında ortak eylem icin çalışan gruplar hâlâ mevcut olsa da, her zamankinden daha az sayıdalar ve derin bir çatışma içindeler. Judah Magnes ve Edward Said, Tony Judt ve Azmi Bishara gibi çeşitli figürlerin ortaya koyduğu iki ulusluluğun savunucuları neredeyse yok oldu. Yine de insan, Hamas’ın 7 Ekim’deki cüretkar baskını sırasında, İsrail üslerine yapılan saldırılar, festival ve kibbutzlarda korkunç katliamlara dönüşen saldırılarla ilgili Ahmad’in ne düşüneceğini merak ediyor. Bu saldırıların kısa vadeli etkisi yadsınamaz. Mescid-i Aksa Tufanı Operasyonu, İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesini sabote etmesinin yani sira, bedeli olmayan bir işgalin mumkun olduguna dair mitle birlikte, İsrail’in yenilmezligi mitini de yerle bir ederek Filistin sorununu yeniden uluslararası gündeme taşıdı. Ancak saldirinin mimarları Yahya Sinwar ve Mohammed Deif’in Gazze halkını gelecekte olacaklardan korumak gibi bir planı yok gibi görünüyor. Yakın zamanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin arananlar listesinde birlikte yer aldıkları Netanyahu gibi onlar da acımasız taktik ustaları olarak gaddarlik ve felaket boyutlarında şiddet uygulayabilmek hususunda çok yetenekliler. Ancak bu yeteneklerinin yanında cüce kalacak kadar da düşük bir stratejik vizyona sahipler. Deif, 7 Ekim tarihli bildirisinde ‘Yarın farklı olacak’ sözünü verirken haklıydı. Ancak ne yazik ki bu farklılık, hapishane firarının yarattığı ilk coşkunun hızla dinmesinin ardından ortaya çıkan Gazze’nin yıkıntılarında görülebiliyor.
7 Ekim’den sekiz ay sonra Filistin öfkeli, intikamcı bir Yahudi devletinin elinde ve onların insafına kalmış durumda. İsrail, kolonyel projesine her zamankinden daha fazla bağlı, uluslararası eleştiriyi küçümsüyor ve kendi toprakları üstünde yabancı, çaresiz kurbanlara dönüşmüş bir halde sonraki erzak dağıtımını bekleyen bir halkı yönetiyor. Kendine özgü ‘taze’ ulus soylemiyle gözetleme sistemleri ve silahlarını Arap diktatörlüklerine pazarlayarak kazançlı anlaşmalar yapmak için kullanır, ziyarete gelen polis ekiplerine isyan bastırma eğitimi sunarken, içgüdüsel hale gelmiş militarizmi yeni girişimlerin konuşulması için yer bırakmıyor. İsrail, komşularıyla veya kendi Filistinli vatandaşlarıyla artık kaba güce dayanmayan bir gelecek hayal edemiyor.
‘Demir Duvar’ yalnızca bir savunma stratejisi değil ayni zamanda İsrail’in konfor alanı. Netanyahu’nun İran ve Hizbullah’la çatışması, iktidarda kalma çabasından daha fazlası olarak Moşe Dayan’ın ‘aktif savunma’ politikasının klasik bir uzantısı. ABD silah dağıtımını kesip İsrail’in elini zorlamadıkça şiddet bitmeyecek. Bunun yakın zamanda gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Lakin Netanyahu, ‘demokrasiyi savunma, terörle mücadele ve bölgede adil, kalıcı bir barış kurma vizyonunu’ paylaşmak için iki partili sistemden yağlı bir davet aldıktan sonra 24 Temmuz’da Kongre’de konuşma yapacak. Ateşkes çağrısı başka bir utanç verici red cevabı ile karşılık bulan Biden yönetiminin askeri yardımı askıya almayacağını veya kendi ‘kırmızı çizgilerini’ gözetmeyeceğini bilen Netanyahu rahat. Ancak kamp hareketi ve Rashida Tlaib’den Bernie Sanders’a kadar ilerici Demokrat liderler arasında büyüyen muhalefet, Washington’un artık İsrail’in suçlarına silah ve diplomatik kılıf sağlayamayacağı bir geleceğin habercisi. Filistinliler’in İsrail devletini ele geçiren yerleşimci bağnazlar ve etnik temizlikçiler karşısında o güne kadar topraklarına tutunup tutunamayacaklarını ancak zaman gösterecek.
THE STATE OF ISRAEL V. THE JEWS
by Sylvain Cypel, translated by William Rodarmor.
Other Press, 352 pp., £24, October 2022, 978 1 63542 097 5
DEUX PEUPLES POUR UN ÉTAT?: RELIRE L’HISTOIRE DU SIONISME
by Shlomo Sand.
Seuil, 256 pp., £20, January, 978 2 02 154166 3
OUR PALESTINE QUESTION: ISRAEL AND AMERICAN JEWISH DISSENT, 1948-78
by Geoffrey Levin.
Yale, 304 pp., £25, February, 978 0 300 26785 3
* Adam Shatz, The London Review of Books’un ABD editörüdür. The New York Times Magazine, The New York Review of Books, The New Yorker ve diğer yayınlara katkıda bulunmaktadır. Aynı zamanda Bard College’da misafir profesördür ve piyanist Richard Sears’ın yapımcılığını üstlendiği “Myself with Others” adlı podcast’in sunucusudur. 1990’dan beri New York City’de yaşıyor. Üç kitabın yazarıdır: Prophets Outcast: A Century of Dissident Jewish Writing about Siyonism and Israel (Nation Books); Yazarlar ve Misyonerler: Radikal Hayal Gücü Üzerine Denemeler (Verso); ve Asi Kliniği: Frantz Fanon’un Devrimci Yaşamları (FSG).
Paylaş: