Bir Orta Çağ kasabasını yok edecek veba salgınından hemen önce, deli kadını, anlaşılmayan bir dilin gizemli bir ezgisini takıntılı bir biçimde tekrarlarken izliyoruz. Ekranın siyah beyazdan renkliye dönüşmesi, anlatıda bir tür sapmaya işaret ediyor. Bir sonraki karede deli kadından ve kasabadan çok daha büyük kozmik olayların, felaketlerin, savaşların, ırkçı saldırıların sahnelendiği bir montaj var. Film boyunca beliren anakronik detaylar bu sahne ile tamamlanmış oluyor: aktarılmak istenen felaket sadece Orta Çağ kasabasına mahsus değil, tarih boyunca başka formlarda tekerrür ediyor.
Meredith Monk’un Book of Days isimli filmini ilk izlediğimde, bir başka felaketin, Covid salgınının ilk dönemleriydi. Hepimizin düzeni şaşmıştı, nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorduk. Aynı dönemde bir başka salgının, HIV/AIDS krizinin 40.yıl dönümü anılıyordu, bu iki salgın arasında paralellikler beni önce Sarah Schulman’ın Gentrification of the Mind isimli kitabıyla tanıştırdı. Kitapta, Meredith Monk’un hayatını AIDS’den kaybeden birinin cenazesinde şarkı söylediğine dair çok ufak bir anekdot vardı, böylelikle Monk’la da tanışmış oldum. Paylaşılan bu anekdotu değerli buluyorum çünkü Meredith Monk’u vakitsiz bir sürü kaybın yaşandığı, “öteki” bir grubun yardım çağrılarına kulak verilmediği bir dönemde ağıt yakarken hayal edebiliyorum.
Aşina olmayanlar için Meredith Monk, New York’un daha deneysel sahnelerinde bir çok oyun, dans, opera sergilemiş bir besteci, müzisyen, yönetmen, ve sanatçı. 1988 yılında Amerika’nın devlet kanalı PBS’de yayımlanan Book of Days isimli filmi ise belki doğrudan olmasa da şahidi olduğu AIDS krizine gönderme yapıyor. Monk bu dönem süresince her sanatçı gibi parçası olduğu grubun çöküşüne tanık olmuş. Belki bu yüzden pasif bir şahit rolü atamaktansa, onu sağ kalmayı becermiş bir gözlemci olarak tanıtmak daha doğru olur. Monk’un hem yönettiği, hem müziğini bestelediği, hem de deli kadın rolünde oynadığı Book of Days, ton olarak David Wojnarowicz’in öfkeli, bir o kadar da cüretkâr işlerine nazaran daha az göze çarpıyor. Bu açıdan filmi AIDS krizi döneminde üretilmiş işler açısından Felix Gonzalez-Torres’in enstalasyonlarına daha yakın görüyorum.
Book of Days, çağdaş New York’ta bir şantiye görüntüsüyle açılıyor. İnşaat sırasında tuğla bir duvarın imha edilmesiyle, zamanın lineer akışı bozuma uğruyor ve kendimizi bir Orta Çağ Avrupa kasabasında buluyoruz. Kasabada Hristiyan bir çoğunluk, ve bu çoğunluktan ayrı yaşayan Yahudi bir “öteki” azınlık var. Bu iki grup farklı kıyafetlerle ayrıştırılabiliyor, Yahudiler Judenstern’i andıran halka şeklinde bir rozet takıyor. Dinler arasındaki bu ayrım, dönem Avrupasını yansıtsa da tam olarak geçmişte olduğumuz söylenemez, çünkü bu tekinsiz zaman diliminde günümüze ait objeler var. Ayrıca kasaba halkı kimliği belirsiz ancak günümüzden geldiği belli dış seslerin sorularını cevaplıyor. Monk’a göre bu röportajların amacı, geçmiş ve günümüz arasındaki benzerlikler kadar ayrılıkları da vurgulamak, bu iki zaman dilimi arasında tür diyalog oluşturmak.
Hristiyan ve Yahudilerin ayrı yaşadığı ve eşit olmadığı bu kasaba, filmin sonunda bir veba salgını ile yok oluyor. Salgın başlamadan hemen önce giriş paragrafında bahsettiğim deli kadının düşünü görüyoruz. Düş felaketlerin tarih boyunca döngüselliğine işaret ederken, salgın sırasında yaşananlar öteki olanın akıbetini aktarıyor. Hristiyan köy halkı, yaşanan felaketin sebebini Yahudilere bağlıyor. Veba süresince her kesimden insan ölse de, Yahudilerin ayrıca pogroma kurban gittiği ima ediliyor. Dış sese olanları aktarmaya çalışan Yahudi bir adam üstüne yürüyen Hristiyan halka “eve gidin” diye yalvarıyor. Yahudiler bu salgının günah keçisi, röportaj veren Yahudi adamın dediği gibi öfkeli halk “nefreti takip ediyor.” Pogroma rağmen, salgın o kadar ölümcül ki kasaba haritasında sadece Yahudi muhitinin değil çoğu hanenin çarpı ile işaretlendiğine tanık oluyoruz.
AIDS krizi, filmin çıkış noktası. Monk, Adam Shatz ile yaptığı bir ropörtajda filmi kurgularken Susan Sontag’ın Illness as Metaphor metninden ilham aldığını söylüyor. Ancak filmdeki veba salgınını ve “günah keçisi olma” durumunu AIDS bağlamında incelediğimizde, zihnimde tam da oturmayan bazı dinamikler var. Salgın sırasında her iki grubun yok oluşunu izliyoruz, pogrom Yahudi toplumuna karşı olsa da, veba her iki toplumu da eşit derecede etkiliyor. Oysa AIDS krizinde, ölümle yüzleşmek durumunda olan, isyan eden, ancak sesini onları temsil etmekle sorumlu siyasetçilere duyuramayan tek bir grup var. Belki bir pogrom kadar doğrudan bir şiddet yok, ancak geniş toplumun ve kurumların kayıtsızlığı binlerce eşcinsel ve trans bireylerin ölümüne sebep oluyor. Peki filmdeki salgın bütün kasabayı yıkıma uğratıyorken, aynısını AIDS krizinde geniş toplum için söyleyebilir miyiz?
Bu soru üstünde düşünürken aklıma Judith Butler’ın bu sene yayımlanan Who is Afraid of Gender? kitabı geldi. Butler’ın kitap boyunca tekrarladığı temel argümanlardan biri queer insanların toplumda ve ekonomide genel çürümüşlüğün üstünü örtmek amacıyla din ve faşist kurumlar tarafından hedef gösterildiği gerçeği. Butler patriyarkal gücün, aile değerlerinin ve beyaz üstüncülüğün yok olduğu bir toplum fantazisinin, topluma gerçekten tehdit oluşturacak ekonomik ve ekolojik bir yıkımın yerine geçtiğini savunuyor. Bu açıdan baktığımızda, hem AIDS krizinde hem de günümüz siyaset ortamında geniş toplum, filmdeki Hristiyan halk gibi yıkımın gerçek kaynağını göremiyor ve bu sebeple de kendilerine bir günah keçisi arıyor. Trans sanatçı Anohni’nin Scapegoat isimli parçasında transfobik birinin ağzından yazdığı sözler gibi:
Kim olduğunun önemi yok
Ya da nereden geldiğinin
Ne verebileceğinin önemi yok
Veya neden yaşamak istediğinin
Sen benim günah keçimsin
Kişisel bir şey değil
Yazı için filmi tekrar izlediğimde salgın sahnesinde gördüğüm kefenlerden dolayı, kapanışı günümüzde hepimizin tanık olduğu insani kriz ile yapmam lazım, çünkü bahsi geçen okumalar sadece Yahudi ve queer toplumlar özelinde değil, tarih boyunca ötekileştirilmiş bütün toplumlar üzerinden yapılmalı. 7 Ekim saldırısı ile tetiklenen şiddet sarmalına baktığımızda, şu an Filistin’de binlerce sivil ölüm olduğunu biliyoruz. Tabii ki bu tabloda, 7 Ekim saldırısının kurbanları ve Hamas tarafından kaçırılan rehineler de var. Kısacası devletlerin, orduların, terör örgütlerinin körüklediği bir savaş, halkların acı çekmesine neden oluyor. Eğer geçmiş felaketlerden bir ders çıkaracaksak, en başta vicdanımızı dinleyerek öteki olanın acısına kayıtsız kalmamalıyız. Daha da önemlisi öteki olanı insan dışı görerek onu bir tür günah keçisi yapmaktan kaçınmalıyız. Bu gerekçeyle de daha büyük bir yıkım olmaması adına ateşkes çağrısının önemini vurgulamak istiyorum.
Kaynakça
Butler, Judith. Who’s Afraid of Gender?, Penguin Press, 2024.
Monk, Meredith (Yönetmen). Book of Days, 1988.
Monk, Meredith ve Adam Shatz. Meredith Monk and Adam Shatz discuss “Book of Days,” May 21, 2020. https://www.facebook.com/meredithmonk/videos/607788643169768/.
Schulman, Sarah. The Gentrification of the Mind: Witness to a Lost Imagination, University of California Press, 2013.
Bir Orta Çağ kasabasını yok edecek veba salgınından hemen önce, deli kadını, anlaşılmayan bir dilin gizemli bir ezgisini takıntılı bir biçimde tekrarlarken izliyoruz. Ekranın siyah beyazdan renkliye dönüşmesi, anlatıda bir tür sapmaya işaret ediyor. Bir sonraki karede deli kadından ve kasabadan çok daha büyük kozmik olayların, felaketlerin, savaşların, ırkçı saldırıların sahnelendiği bir montaj var. Film boyunca beliren anakronik detaylar bu sahne ile tamamlanmış oluyor: aktarılmak istenen felaket sadece Orta Çağ kasabasına mahsus değil, tarih boyunca başka formlarda tekerrür ediyor.
Meredith Monk’un Book of Days isimli filmini ilk izlediğimde, bir başka felaketin, Covid salgınının ilk dönemleriydi. Hepimizin düzeni şaşmıştı, nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorduk. Aynı dönemde bir başka salgının, HIV/AIDS krizinin 40.yıl dönümü anılıyordu, bu iki salgın arasında paralellikler beni önce Sarah Schulman’ın Gentrification of the Mind isimli kitabıyla tanıştırdı. Kitapta, Meredith Monk’un hayatını AIDS’den kaybeden birinin cenazesinde şarkı söylediğine dair çok ufak bir anekdot vardı, böylelikle Monk’la da tanışmış oldum. Paylaşılan bu anekdotu değerli buluyorum çünkü Meredith Monk’u vakitsiz bir sürü kaybın yaşandığı, “öteki” bir grubun yardım çağrılarına kulak verilmediği bir dönemde ağıt yakarken hayal edebiliyorum.
Aşina olmayanlar için Meredith Monk, New York’un daha deneysel sahnelerinde bir çok oyun, dans, opera sergilemiş bir besteci, müzisyen, yönetmen, ve sanatçı. 1988 yılında Amerika’nın devlet kanalı PBS’de yayımlanan Book of Days isimli filmi ise belki doğrudan olmasa da şahidi olduğu AIDS krizine gönderme yapıyor. Monk bu dönem süresince her sanatçı gibi parçası olduğu grubun çöküşüne tanık olmuş. Belki bu yüzden pasif bir şahit rolü atamaktansa, onu sağ kalmayı becermiş bir gözlemci olarak tanıtmak daha doğru olur. Monk’un hem yönettiği, hem müziğini bestelediği, hem de deli kadın rolünde oynadığı Book of Days, ton olarak David Wojnarowicz’in öfkeli, bir o kadar da cüretkâr işlerine nazaran daha az göze çarpıyor. Bu açıdan filmi AIDS krizi döneminde üretilmiş işler açısından Felix Gonzalez-Torres’in enstalasyonlarına daha yakın görüyorum.
Book of Days, çağdaş New York’ta bir şantiye görüntüsüyle açılıyor. İnşaat sırasında tuğla bir duvarın imha edilmesiyle, zamanın lineer akışı bozuma uğruyor ve kendimizi bir Orta Çağ Avrupa kasabasında buluyoruz. Kasabada Hristiyan bir çoğunluk, ve bu çoğunluktan ayrı yaşayan Yahudi bir “öteki” azınlık var. Bu iki grup farklı kıyafetlerle ayrıştırılabiliyor, Yahudiler Judenstern’i andıran halka şeklinde bir rozet takıyor. Dinler arasındaki bu ayrım, dönem Avrupasını yansıtsa da tam olarak geçmişte olduğumuz söylenemez, çünkü bu tekinsiz zaman diliminde günümüze ait objeler var. Ayrıca kasaba halkı kimliği belirsiz ancak günümüzden geldiği belli dış seslerin sorularını cevaplıyor. Monk’a göre bu röportajların amacı, geçmiş ve günümüz arasındaki benzerlikler kadar ayrılıkları da vurgulamak, bu iki zaman dilimi arasında tür diyalog oluşturmak.
Hristiyan ve Yahudilerin ayrı yaşadığı ve eşit olmadığı bu kasaba, filmin sonunda bir veba salgını ile yok oluyor. Salgın başlamadan hemen önce giriş paragrafında bahsettiğim deli kadının düşünü görüyoruz. Düş felaketlerin tarih boyunca döngüselliğine işaret ederken, salgın sırasında yaşananlar öteki olanın akıbetini aktarıyor. Hristiyan köy halkı, yaşanan felaketin sebebini Yahudilere bağlıyor. Veba süresince her kesimden insan ölse de, Yahudilerin ayrıca pogroma kurban gittiği ima ediliyor. Dış sese olanları aktarmaya çalışan Yahudi bir adam üstüne yürüyen Hristiyan halka “eve gidin” diye yalvarıyor. Yahudiler bu salgının günah keçisi, röportaj veren Yahudi adamın dediği gibi öfkeli halk “nefreti takip ediyor.” Pogroma rağmen, salgın o kadar ölümcül ki kasaba haritasında sadece Yahudi muhitinin değil çoğu hanenin çarpı ile işaretlendiğine tanık oluyoruz.
AIDS krizi, filmin çıkış noktası. Monk, Adam Shatz ile yaptığı bir ropörtajda filmi kurgularken Susan Sontag’ın Illness as Metaphor metninden ilham aldığını söylüyor. Ancak filmdeki veba salgınını ve “günah keçisi olma” durumunu AIDS bağlamında incelediğimizde, zihnimde tam da oturmayan bazı dinamikler var. Salgın sırasında her iki grubun yok oluşunu izliyoruz, pogrom Yahudi toplumuna karşı olsa da, veba her iki toplumu da eşit derecede etkiliyor. Oysa AIDS krizinde, ölümle yüzleşmek durumunda olan, isyan eden, ancak sesini onları temsil etmekle sorumlu siyasetçilere duyuramayan tek bir grup var. Belki bir pogrom kadar doğrudan bir şiddet yok, ancak geniş toplumun ve kurumların kayıtsızlığı binlerce eşcinsel ve trans bireylerin ölümüne sebep oluyor. Peki filmdeki salgın bütün kasabayı yıkıma uğratıyorken, aynısını AIDS krizinde geniş toplum için söyleyebilir miyiz?
Bu soru üstünde düşünürken aklıma Judith Butler’ın bu sene yayımlanan Who is Afraid of Gender? kitabı geldi. Butler’ın kitap boyunca tekrarladığı temel argümanlardan biri queer insanların toplumda ve ekonomide genel çürümüşlüğün üstünü örtmek amacıyla din ve faşist kurumlar tarafından hedef gösterildiği gerçeği. Butler patriyarkal gücün, aile değerlerinin ve beyaz üstüncülüğün yok olduğu bir toplum fantazisinin, topluma gerçekten tehdit oluşturacak ekonomik ve ekolojik bir yıkımın yerine geçtiğini savunuyor. Bu açıdan baktığımızda, hem AIDS krizinde hem de günümüz siyaset ortamında geniş toplum, filmdeki Hristiyan halk gibi yıkımın gerçek kaynağını göremiyor ve bu sebeple de kendilerine bir günah keçisi arıyor. Trans sanatçı Anohni’nin Scapegoat isimli parçasında transfobik birinin ağzından yazdığı sözler gibi:
Kim olduğunun önemi yok
Ya da nereden geldiğinin
Ne verebileceğinin önemi yok
Veya neden yaşamak istediğinin
Sen benim günah keçimsin
Kişisel bir şey değil
Yazı için filmi tekrar izlediğimde salgın sahnesinde gördüğüm kefenlerden dolayı, kapanışı günümüzde hepimizin tanık olduğu insani kriz ile yapmam lazım, çünkü bahsi geçen okumalar sadece Yahudi ve queer toplumlar özelinde değil, tarih boyunca ötekileştirilmiş bütün toplumlar üzerinden yapılmalı. 7 Ekim saldırısı ile tetiklenen şiddet sarmalına baktığımızda, şu an Filistin’de binlerce sivil ölüm olduğunu biliyoruz. Tabii ki bu tabloda, 7 Ekim saldırısının kurbanları ve Hamas tarafından kaçırılan rehineler de var. Kısacası devletlerin, orduların, terör örgütlerinin körüklediği bir savaş, halkların acı çekmesine neden oluyor. Eğer geçmiş felaketlerden bir ders çıkaracaksak, en başta vicdanımızı dinleyerek öteki olanın acısına kayıtsız kalmamalıyız. Daha da önemlisi öteki olanı insan dışı görerek onu bir tür günah keçisi yapmaktan kaçınmalıyız. Bu gerekçeyle de daha büyük bir yıkım olmaması adına ateşkes çağrısının önemini vurgulamak istiyorum.
Kaynakça
Butler, Judith. Who’s Afraid of Gender?, Penguin Press, 2024.
Monk, Meredith (Yönetmen). Book of Days, 1988.
Monk, Meredith ve Adam Shatz. Meredith Monk and Adam Shatz discuss “Book of Days,” May 21, 2020. https://www.facebook.com/meredithmonk/videos/607788643169768/.
Schulman, Sarah. The Gentrification of the Mind: Witness to a Lost Imagination, University of California Press, 2013.
Paylaş: