Geçtiğimiz gece, University of British Columbia (UBC) Vancouver kampüsünde, Gazze’de süregelen yasadışı savaşa karşı Filistinlilerle dayanışma amacıyla kurulan kampta bir Şabat yemeğine katıldım. Otuz kadar Yahudi ve yüzlerce kamp sakininin bir araya geldiği Kidduş, kampın Cuma gecesi özel bir izlencesine dönüştü.
Şabat için davet edildiğimde, aklıma hemen Axel Burla’nın yazdığı makale geldi. Hayat arkadaşım bebeğimize bakmak üzere evde kalacağından, benim üç yaşındaki kızım Noa’yla gitmem gerekiyordu. Herhangi bir kampı yakından görüp görmediği tartışmalı olan Burla’ya göre, Yahudi olduğumuz ortaya çıkarsa, gözünü kan bürümüş antisemitler bizim için ciddi bir tehdit olabilirlerdi. Kızımı nasıl koruyacağımı, bana bir şey olursa annesine nasıl ulaştıracağımı düşünerek içimi bir sıkıntı kapladı.
Sonunda, şehrin öteki ucundaki UBC’ye varıp otobüsten indiğimizde kızım, üniversite ortamının değişik havası ve şehirde gördüklerinden farklı binaları inceleyedursun, ben Burla’nın çizdiği korkunç tabloyu düşünüyordum. Kampın kurulduğu alana yaklaştığımızı, üzerinde “Özgür Filistin” yazan pankartların çoğalması, polis müdahalesi ve saldırıları önlemek üzere kurulmuş barikatların görünmesiyle anladım. Suratını kefiye ile maskelemiş iki gence kamp alanına nasıl gireceğimi sordum. Bana barikatlardaki küçük açıklığı işaret ettiklerinde, “Haşem bizi buradan sağ salim çıkarsın” diye dua etmeye başlamıştım bile. Kapıda güvenliği sağlamak üzere duran dört öğrenci kızımla oynamaya başlayınca, bunun gardımızı düşürmek için bir numara olduğundan şüphelendim, belki de Yahudi olduğumuzu anlamışlardı. Kapıdan çimlerin üzerine piknik battaniyelerini sermiş başörtülü teyzelerin yanına yayılmış yemek yiyen trans bir kadını görmemle birlikte kafam karışmaya başladı.
Şaka bir yana, kampın atmosferi, antisemitizm endişelerine yer bırakmayacak kadar sıcak ve destekleyiciydi. Benim gibi Türkiyeli bir aktivist için, neredeyse bir eylem alanından çok festival ortamına benziyordu. Alandaki Yahudi grubu kafalarındaki kipalardan tanıyıp yanlarına gitmek kolay oldu. Kampın ön tarafında genişçe bir yuvarlak olmuşlar, çevre piknikçilere yemek değiş tokuş ediyorlardı. Noa, gördüğü tatlıların ateşiyle gruba hemen ısındı. Filistinli aileler de hemen yanı başımızdaydılar, hep birlikte getirdiğimiz yiyecekleri paylaşarak adeta büyük bir aile sofrası kurduk. Kidduş’un okunmasının ardından, Yidiş ve Ladino dillerinde şarkılar söylendi, İbranice dualar edildi. Herkesin dilinde aynı umut vardı: Barış ve özgürlük.
Kampın Yahudi olmayan çoğunluğu, dağıtılan halla parçalarını merakla mideye indirirken, sıkılan kızımı oyalamak üzere kampın içinde gezmeye başladık. Kamp alanı, dayanışma ve topluluk ruhunu yansıtan birçok farklı çadırla donatılmıştı. Çocuklar için kurulmuş oyun çadırı oyuncaklarla doluydu. Burada çocuklar oynarken, gönüllülerin düzenlediği etkinlikler sayesinde hem kaynaşıyor hem de eğleniyorlardı. İlk yardım çadırında sağlık gönüllüleri herhangi bir acil durumda müdahale etmek için hazırdı. Mini kütüphane çadırı ise, Filistin tarihi, aktivizm, barış ve adalet üzerine yazılmış kitaplar vardı. İnsanlar burada oturup kitap okuyor, düşüncelerini paylaşıyor ve derin sohbetlere dalıyordu.
Filistinli aileler, kendi mutfaklarından getirdikleri yemekleri paylaşarak, adeta kültürlerin kaynaşmasına vesile olurlarken, leziz Levant mutfağını Kanadalı aktivistlere tanıtıyorlardı. Kızımın favori piknikçileri, elle çalışan bir örgü makinesiyle yeşil-beyaz-siyah bereler ören teyzenin maharetlerini sergilediği battaniye oldu. Orada on dakika kadar onu seyredip, hazırladıkları mercimek köftelerinin tadına bakarken, savaşın en kısa zamanda sona ereceğine dair umutlarımızı paylaştık: İnşallah…
Diğer kamplardakine benzer bir şekilde bu kampta da gerginlik olmasa garip kaçacağından, alana provoke etmeye yeminli iki kişi çıkageldi. Barikatların ortasındaki dar geçitten girerek ortalıkta koşturmaları kısa süreli bir kaosa yol açtıysa da, üniversiteli gençlerin çevrelerini hızla sarması ve sağduyulu tavırları, bu provokasyonların işe yaramasını engelledi. Kendisinin UBC öğrencisi olarak istediği gibi davranabileceğini iddia eden 40’lı yaşlarındaki “İsrail destekçisi, antropolog” adam, deli dana gibi koşarken arada hafifçe Noa’ya çarpınca ben de kendimi kaosun ortasında buldum. İkilinin kendilerine şiddet gösterilmesi için yaptığı provokasyonlar karşısında, bizler dayanışmamızı daha da pekiştirdik. Sonunda işler istedikleri gibi gitmeyince alanı terk ettiler.
Kızımla otobüste eve dönerken, geceyi düşündüm. Aile içinde olmanın ve birbirine destek olmanın değerini, sabah uyandığında kızımın “Filistin’e özgürlük” diye mırıldanarak evin oturma odasında dolaşması, Şabat’ımızı annesine anlatmasıyla hatırladım.
Ne yazık ki, Burla gibi bazı insanlar, üniversite kamplarında antisemitizm ve şiddet çağrıları olduğunu iddia ediyor. Oysa biz, tam aksine, barış ve kardeşlik için bir araya gelmiş, dünya tatlısı bir kitleyle karşılaştık. Yahudiler, Filistinliler ve diğerleri, hep birlikte aynı sofrada yemek yedik, dua ettik, aynı şarkıları söyledik. Bu etkinlik, önyargıları yıkmak ve birlikte yaşamanın mümkün olduğunu göstermek için önemli bir adımdı. Lakin asıl tehlike farklılıklarımızda değil, ötekine düşmanlık beslemekte yatıyor.
Birlik olduğumuzda, hep birlikte çok daha güçlü olduğumuzu bildiğim için, Filistin’e özgürlük mücadelesinde, barışın ve adaletin yanında Yahudi kimliğimle yer almaktan gurur duydum. Kızımın gözlerinde gördüğüm umut, bana gelecekte bizi daha güzel günlerin beklediğini hatırlatıyor. Filistin kampında gördüğüm bir Şabat yemeği olmanın ötesinde, barış ve dayanışmanın sembolüydü. Yakınlarınızda bir Filistin’le dayanışma kampı varsa, insanlığınızı giyip, kipanızı takıp hiç çekinmeden gidebilirsiniz. Sizi orada sadece dostlarınız karşılayacak. Şabat Şalom!
Geçtiğimiz gece, University of British Columbia (UBC) Vancouver kampüsünde, Gazze’de süregelen yasadışı savaşa karşı Filistinlilerle dayanışma amacıyla kurulan kampta bir Şabat yemeğine katıldım. Otuz kadar Yahudi ve yüzlerce kamp sakininin bir araya geldiği Kidduş, kampın Cuma gecesi özel bir izlencesine dönüştü.
Şabat için davet edildiğimde, aklıma hemen Axel Burla’nın yazdığı makale geldi. Hayat arkadaşım bebeğimize bakmak üzere evde kalacağından, benim üç yaşındaki kızım Noa’yla gitmem gerekiyordu. Herhangi bir kampı yakından görüp görmediği tartışmalı olan Burla’ya göre, Yahudi olduğumuz ortaya çıkarsa, gözünü kan bürümüş antisemitler bizim için ciddi bir tehdit olabilirlerdi. Kızımı nasıl koruyacağımı, bana bir şey olursa annesine nasıl ulaştıracağımı düşünerek içimi bir sıkıntı kapladı.
Sonunda, şehrin öteki ucundaki UBC’ye varıp otobüsten indiğimizde kızım, üniversite ortamının değişik havası ve şehirde gördüklerinden farklı binaları inceleyedursun, ben Burla’nın çizdiği korkunç tabloyu düşünüyordum. Kampın kurulduğu alana yaklaştığımızı, üzerinde “Özgür Filistin” yazan pankartların çoğalması, polis müdahalesi ve saldırıları önlemek üzere kurulmuş barikatların görünmesiyle anladım. Suratını kefiye ile maskelemiş iki gence kamp alanına nasıl gireceğimi sordum. Bana barikatlardaki küçük açıklığı işaret ettiklerinde, “Haşem bizi buradan sağ salim çıkarsın” diye dua etmeye başlamıştım bile. Kapıda güvenliği sağlamak üzere duran dört öğrenci kızımla oynamaya başlayınca, bunun gardımızı düşürmek için bir numara olduğundan şüphelendim, belki de Yahudi olduğumuzu anlamışlardı. Kapıdan çimlerin üzerine piknik battaniyelerini sermiş başörtülü teyzelerin yanına yayılmış yemek yiyen trans bir kadını görmemle birlikte kafam karışmaya başladı.
Şaka bir yana, kampın atmosferi, antisemitizm endişelerine yer bırakmayacak kadar sıcak ve destekleyiciydi. Benim gibi Türkiyeli bir aktivist için, neredeyse bir eylem alanından çok festival ortamına benziyordu. Alandaki Yahudi grubu kafalarındaki kipalardan tanıyıp yanlarına gitmek kolay oldu. Kampın ön tarafında genişçe bir yuvarlak olmuşlar, çevre piknikçilere yemek değiş tokuş ediyorlardı. Noa, gördüğü tatlıların ateşiyle gruba hemen ısındı. Filistinli aileler de hemen yanı başımızdaydılar, hep birlikte getirdiğimiz yiyecekleri paylaşarak adeta büyük bir aile sofrası kurduk. Kidduş’un okunmasının ardından, Yidiş ve Ladino dillerinde şarkılar söylendi, İbranice dualar edildi. Herkesin dilinde aynı umut vardı: Barış ve özgürlük.
Kampın Yahudi olmayan çoğunluğu, dağıtılan halla parçalarını merakla mideye indirirken, sıkılan kızımı oyalamak üzere kampın içinde gezmeye başladık. Kamp alanı, dayanışma ve topluluk ruhunu yansıtan birçok farklı çadırla donatılmıştı. Çocuklar için kurulmuş oyun çadırı oyuncaklarla doluydu. Burada çocuklar oynarken, gönüllülerin düzenlediği etkinlikler sayesinde hem kaynaşıyor hem de eğleniyorlardı. İlk yardım çadırında sağlık gönüllüleri herhangi bir acil durumda müdahale etmek için hazırdı. Mini kütüphane çadırı ise, Filistin tarihi, aktivizm, barış ve adalet üzerine yazılmış kitaplar vardı. İnsanlar burada oturup kitap okuyor, düşüncelerini paylaşıyor ve derin sohbetlere dalıyordu.
Filistinli aileler, kendi mutfaklarından getirdikleri yemekleri paylaşarak, adeta kültürlerin kaynaşmasına vesile olurlarken, leziz Levant mutfağını Kanadalı aktivistlere tanıtıyorlardı. Kızımın favori piknikçileri, elle çalışan bir örgü makinesiyle yeşil-beyaz-siyah bereler ören teyzenin maharetlerini sergilediği battaniye oldu. Orada on dakika kadar onu seyredip, hazırladıkları mercimek köftelerinin tadına bakarken, savaşın en kısa zamanda sona ereceğine dair umutlarımızı paylaştık: İnşallah…
Diğer kamplardakine benzer bir şekilde bu kampta da gerginlik olmasa garip kaçacağından, alana provoke etmeye yeminli iki kişi çıkageldi. Barikatların ortasındaki dar geçitten girerek ortalıkta koşturmaları kısa süreli bir kaosa yol açtıysa da, üniversiteli gençlerin çevrelerini hızla sarması ve sağduyulu tavırları, bu provokasyonların işe yaramasını engelledi. Kendisinin UBC öğrencisi olarak istediği gibi davranabileceğini iddia eden 40’lı yaşlarındaki “İsrail destekçisi, antropolog” adam, deli dana gibi koşarken arada hafifçe Noa’ya çarpınca ben de kendimi kaosun ortasında buldum. İkilinin kendilerine şiddet gösterilmesi için yaptığı provokasyonlar karşısında, bizler dayanışmamızı daha da pekiştirdik. Sonunda işler istedikleri gibi gitmeyince alanı terk ettiler.
Kızımla otobüste eve dönerken, geceyi düşündüm. Aile içinde olmanın ve birbirine destek olmanın değerini, sabah uyandığında kızımın “Filistin’e özgürlük” diye mırıldanarak evin oturma odasında dolaşması, Şabat’ımızı annesine anlatmasıyla hatırladım.
Ne yazık ki, Burla gibi bazı insanlar, üniversite kamplarında antisemitizm ve şiddet çağrıları olduğunu iddia ediyor. Oysa biz, tam aksine, barış ve kardeşlik için bir araya gelmiş, dünya tatlısı bir kitleyle karşılaştık. Yahudiler, Filistinliler ve diğerleri, hep birlikte aynı sofrada yemek yedik, dua ettik, aynı şarkıları söyledik. Bu etkinlik, önyargıları yıkmak ve birlikte yaşamanın mümkün olduğunu göstermek için önemli bir adımdı. Lakin asıl tehlike farklılıklarımızda değil, ötekine düşmanlık beslemekte yatıyor.
Birlik olduğumuzda, hep birlikte çok daha güçlü olduğumuzu bildiğim için, Filistin’e özgürlük mücadelesinde, barışın ve adaletin yanında Yahudi kimliğimle yer almaktan gurur duydum. Kızımın gözlerinde gördüğüm umut, bana gelecekte bizi daha güzel günlerin beklediğini hatırlatıyor. Filistin kampında gördüğüm bir Şabat yemeği olmanın ötesinde, barış ve dayanışmanın sembolüydü. Yakınlarınızda bir Filistin’le dayanışma kampı varsa, insanlığınızı giyip, kipanızı takıp hiç çekinmeden gidebilirsiniz. Sizi orada sadece dostlarınız karşılayacak. Şabat Şalom!
Paylaş: