Makaleler

Gazze: Tarihsel Bir Perspektiften 7 Ekim – Gilbert Achcar

Yazının İngilizce orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.

Çeviri: Avi Haligua

Hamas’ın Gazze Şeridi’ni çevreleyen bariyerleri yıkarak gerçekleştirdiği El-Aksa Seli baskınından yedi ay sonra ortada korkunç bir bilanço var.

Gayri-resmî Bilanço

Mevcut verilere göre, 7 Ekim’de çoğunluğu İsrail vatandaşı 1.143 kişi öldürüldü. Ölenlerin 36’sı çocuk, 767’si sivil, 71’i yabancı ve 376’sı da asker ya da güvenlik görevlisiydi. Bu sırada yaklaşık 250 kişi de İsrail’den kaçırıldı. Aynı gün, İsrailli kaynaklara göre, saldırganlar arasında bulunan 1.600’den fazla savaşçı öldürüldü, yaklaşık 200 kişi de gözaltına alındı. Gazze kaynaklarına göre, 7 Ekim’den bu yana yaklaşık 35 bin Filistinli öldürüldü, Öldürülenler arasında tahmini olarak %40’ı çocuk olmak üzere 14 bin kişinin yanı sıra enkaz altında olduğu tahmin edilen yaklaşık 20 bin kişi var. Öte yandan, çoğu ağır yaralı olmak üzere 78 bin kişi de yaralandı. Bunlar olurken Gazze’de yaşayan 2.4 milyon insanın büyük çoğunluğu yerlerinden edildi. Bölge halkı, yardım miktarını ciddi şekilde sınırlayan İsrail’in neden olduğu bir kıtlıkla karşı karşıya. Gazze’de altyapı ve evlerin çoğu, yüzyılın en yıkıcı saldırısı olduğu herkesçe kabul edilen bir bombardımanla yerle bir olurken, Gazze muhtemelen yoğunluk (kapsam ve hızın birleşimi) bakımından tarihin en yıkıcı bombardımanına hedef oldu. Hiroşima’ya atılan 15 kiloton TNT’ye eşit atom bombasının beş katı ağırlığında mühimmat İsrail silahlı kuvvetleri tarafından 365 kilometrekarelik Gazze’ye atıldı. Elbette, tüm bu rakamlar değişken ve ben yazarken de artmaya devam ediyorlar.

7 Ekim Neyin Devamıydı?

İsrail’in 7 Ekim saldırısına karşı gösterdiği tepki, gerçekliği su götürmeyecek bir argüman olan “bir günde en fazla İsrailli’nin ölümüne neden olan saldırı” olmasından çok “Holokost’tan bu yana Yahudilere karşı girilen en büyük katliama” karşı oldu. Bu tartışılması gereken tanımlama, örtük bir siyasi anlam içeriyor. Gerçekliği epey tartışmalı bu açıklama, Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’nun 7 Şubat 2024’te, Gazze sınırına yakın bölgede öldürülen 42 Fransız vatandaşının onuruna düzenlenen bir törende 7 Ekim’i “yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı” olarak adlandırmasında da gördüğümüz gibi, Batı ülkelerinde popüler bir tanımlama haline geldi.

Yukarıda bahsettiğim korkunç bilanço göz önünde bulundurulduğunda, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudi katliamı arasındaki örtük analoji pek uygun görünmüyor. Çünkü iki durum arasındaki ciddi farklar arasında güç dengesine dair eşitsizlikler, ve baskı altına alan ile ezilenin kimliği gibi tamamen göz ardı eden bir yaklaşım yatıyor. Antisemitizm ve Holokost üzerine birçok uzmanın, kolektif olarak yayınladıkları “Holokost Anısının Kötüye Kullanılmasına Karşı Açık Mektup’ta” çok doğru bir şekilde ifade ettikleri üzere:

Yahudi cemaatlerine mensup pek çok kişinin 7 Ekim’de ne olduğunu anlamaya çalışırken Holokost’u ve önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir – katliamlar ve sonrasındaki görüntüler, çok yakın bir tarihte gerçekleşen soykırımsal antisemitizmin derin kolektif hafızasını tetikleyecek benzerliklere sahip.

Ancak, Holokost anılarıyla paralellik kurmak, bugün Yahudilerin karşılaştığı antisemitizmi anlamamızı engellediği gibi, İsrail-Filistin’de yaşanan şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış değerlendirmeye sebep oluyor. Nazi soykırımı, bir devleti ve onun buna meyilli bir sivil toplumunun küçük bir azınlığı yok etme isteğinin tüm kıtayı saran bir soykırıma dönüşmesidir. Gerçekte, İsrail-Filistin’deki krizi Nazizm ve Holokost ile karşılaştırmak – özellikle kamuoyunu etkileyebilecek siyasi liderler ve diğer etkili insanlardan geldiğinde – entelektüel ve ahlaki bir zafiyettir.

Hamas ve Naziler arasında ne kadar benzerlik bulursanız bulun, Nazilerle asıl benzeşen faşist soy ağacının bir dalı olarak kabul edilen Likud tarafından yönlendirilen İsrail’in aşırı sağcı Siyonist hükümetidir. Bu benzerlik İsrailli Holokost tarihçisi, Kudüs’teki Hebrew Üniversitesi, Modern Yahudilik profesörü Daniel Blatman tarafından Haaretz’de “neo-nazi” olarak tanımlanan bakanlarıyla da ortadadır.

7 Ekim Bağlamında

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres 24 Ekim tarihinde, 7 Ekim’in “bir boşlukta gerçekleşmediği” gibi oldukça basit ve sıradan bir gerçeği ifade ettiği için, İsrail tarafından “terörü haklı çıkarmakla” suçlandı, İsrail’in BM Büyükelçisi bu sebeple istifasını istedi. 1967’den sonra gerçekleşen işgale işaret eden, Guterres, “Filistin halkı 56 yıldır süren boğucu bir işgal altında. Toprakları, düzenli olarak yerleşimler tarafından tüketilirken, şiddet içeren saldırılar günlük hayatlarının bir parçası haline geldi. Ekonomik olarak baskı altında insanlar yerinden edildiler. Evleri yıkılırken, sıkıntılarının bir siyasi bir çözümle sonuçlanacağına dair umutları kayboluyor” dedi.

Guterres ayrıca, “Filistin halkının yaşadığı sorunlar Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı çıkaramayacağı gibi, bu korkunç saldırılar da Filistin halkının toplu cezalandırılmasını haklı çıkaramaz” yorumunda bulundu. Bu açıklamalara rağmen, İsrailli temsilcinin istifa talebini ima yoluyla onaylamak Benjamin Netanyahu’nun “ılımlı” olduğu iddia edilen siyasi rakibi, 7 Ekim sonrası savaş kabinesi üyesi Benny Gantz’a düştü. Gantz, BM Genel Sekreterinin “terörü hoş gördüğünü” belirterek “terör yandaşları dünya adına konuşamaz” dedi.

İsrailli yetkililerinin bu tepkileri, modern zamanlarda işgale giren tüm güçlerin yaygın olarak kullandıkları bir inkar yönteminden başka bir şey değil. Lakin, modern ahlak ve uluslararası hukuk, başka bir halkın topraklarının işgalini kabul edilemez sayıyor. Aslında, 7 Ekim saldırıları “boşlukta gerçekleşmediği gibi”, Gazze Şeridi’nde şiddetle dayalı bir tepkinin oluşacağı kolayca öngörülebilecek bir durumdu. İsrail’in 2005’te askerlerini Gazze’den çekmesinden ve 2007’de Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesinden sonra Gazze’de uyguladığı iki yıllık ablukanın ve İsrail’in ilk büyük bombalama kampanyasının (2008-9) ardından Aralık 2009’da, Larry Derfner Jerusalm Post’ta İsrailli ülkedaşlarına gerçekçi bir soru yöneltti:

Sormamız gereken soru şu: Eğer bize, bizim Gazze’deki insanlara muamele ettiğimiz gibi muamele edilse, biz ne yapardık?…

Gazze’de yaşamayı hayal edemiyor değiliz, sadece hayal etmemek için bilinçli bir çaba gösteriyoruz. Lakin hayal etmeye başlarsak, orada duramayabiliriz. Belki de hayal etsek bir sonraki düşüncemiz, ülkemiz Gazze’yi terk ettiğimiz durumda olsa nasıl yaşardık diye düşünmek olurdu. Ve er ya da geç, şu an bulunduğumuz yerde onların orada yaşadığı gibi yaşasak nasıl olurdu diye hayal etmeye çalışabilirdik.

Ne yapacağımızı değil, sadece neler düşüneceğimizi hayal edelim—bize bunu yapan, savaş bittikten sonra bile iyileşmemize izin vermeyen ülke ve insanlar hakkında ne düşüneceğimizi. Sınır kapılarımızı kapatıp içeriye sadece açlık ve kitlesel salgınları önleyecek kadar malzemenin girmesine izin veren ülke hakkında ne düşüneceğimizi.

Gerçek şu ki, Hamas’ı birincil amacı antisemitizm olan ve Nazilere benzeyen bir yapı olarak tasvir etmek, Arap-İsrail anlatı savaşlarının yoğunlaştırılmış yeni bir bölümünden ve 1945 sonrası anlatıda Emin el-Hüseyni figürüne dayalı eski bir anlatı stratejisinin devam ettirmekten başka bir şey değil. Bu etkisi kanıtlanmış anlatı, Siyonistlerin 1948’de Filistin topraklarını fethetmesini İkinci Dünya Savaşı’nın nihai savaşı olarak sunar.

Böylece, modern zamanların son kolonyel fethi, Nazizme karşı savaşın son cephesi olarak sunulabilir. Bu stratejik söylem, ataları doğrudan suçlu, suç ortağı veya seyirci olan ülkelerin vatandaşları ve Yahudi mültecilere ülkelerinin kapılarını kapatarak Avrupa Yahudileri’nin Nazi soykırımına uğramasının suçunu taşıyan ülkelerde çok iyi işliyor. Ancak bu strateji, dünyanın çoğunluğunu oluşturan Küresel Güney’de aynı etkiyi göstermiyor. Onlar Filistinlileri Nazi emperyalizminin devamı olarak değil, uzun ve kanlı bir kolonyel tarihin kurbanlarından biri olarak algılıyorlar.

Tarihsel Canlanış: Angola 1961

7 Ekim’in ardından Portekizce konuşulan Afrika ülkelerinin tarihi üzerine uzman Fransız arkadaşım Michel Cahen, 1961 yılında Angola’da yaşanan olaylarla Orta Doğu’da yaşananlar arasında çarpıcı bir benzerlik taşıyan bir olaya dikkatimi çekti. İlgimi çektiği için konuyu araştırdım ve paralelliğin 7 Ekim anından çok öteye geçtiğini gördüm.

İşte kayıtlar: 1961’de, Afrika kıtasında sömürgecilerden kurtuluş yolunda büyük ilerleme devam ederken, Angola’da, özellikle komşu Kongo Cumhuriyeti’nin (daha sonra Demokratik Kongo Cumhuriyeti olacak) bağımsızlığını kazanmasından sonra, fanatik Portekiz sömürgeciliğine karşı öfke büyük ölçüde artmıştı. Bu durum Portekizli sömürge otoritesinin Angolalı bağımsızlık yanlılarına karşı baskılarını artırdı. Afrika’nın diğer sömürge bölgelerinde sömürgecilik karşıtı silahlı mücadele gelişiyordu ve Angola’daki mücadele de bir istisna değildi. Sömürgecilik karşıtı hareketlerden biri, sonradan Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNA) adını alan Angola Halkları Birliği (UPA) idi. Örgütün lideri Holden Roberto’nun Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi ve CIA ile bağlantıları vardı.

15 Mart 1961’de UPA savaşçıları, yerel halkın da katılımıyla Kongo sınırından Kuzey Angola’ya geçti. Küçük bir kısmı tüfekli, çoğu ellerinde palalar taşıyan dört ila beş bin kişilik örgütsüz bir kitle Angola’da bir saldırı başlattılar. Diğer etnik kökenlerden veya karma ırklardan (mestiços) pek çok Angolalı’nın yanı sıra erkek, kadın, çocuk ve bebek demeden birkaç yüz ila binlerce (kesin rakamlar yok) beyaz sömürgeciyi tarif edilemeyecek kadar korkunç şekillerde öldürdüler. Maria da Conceição Neto’nun altmış yıl sonra yazdığı gibi, “katledilen beyaz, mestiço ve siyahların resimleri, saldırganları siyasi bir amacı olmayan ‘teröristler’ ve ‘barbarlar’ olarak gösteren Portekiz propagandasının merkezi ögesi haline gelecekti. Bu görüntüler bugün dahi 15 Mart’la ilgili en yaygın bilinen görüntüler olarak, olup bitenin anlaşılmasına engel teşkil etmeye devam ediyor…” (görsellerin rolü hakkında ayrıca bkz. Giselda Brito Silva).

Bu sebeple savunma bakanlığını şahsen üstlenen aşırı sağcı diktatör António de Oliveira Salazar’ın Portekiz hükümeti, yoğun hava bombardımanı da dahil olmak üzere büyük bir misilleme kampanyası başlattı. Birkaç ay içinde siyah nüfustan on binlerce kişi (Nkwelle Ekaney’e göre yıl sonuna kadar 50 bin’in üzerinde) öldürüldü, geniş bir alanda birçok köy yakıldı ve yerle bir edildi. Portekiz hava kuvvetlerinin bu soykırım niteliğindeki katliamı gerçekleştirmek için kullandığı başlıca silahlardan biri, John F. Kennedy’nin ABD yönetimi tarafından sağlanan napalm’dı (bkz. David Birmingham, s. 72).

Tarihsel kayıtlara göre iki unsur daha benzerlikler taşıyor. Birincisi, UPA/FLNA olaylar sonrası, Sovyet destekli Angola’nın Kurtuluşu İçin Halk Hareketi’nin (MPLA) CIA tarafından desteklenen rakibi olarak yoluna devam etti. Ancak, aşırı sağcı Portekiz NATO’nun kurucu üyelerinden biriydi. Bu nedenle, Roberto’nun daha sonra İsveçli bir araştırmacıya açıkladığı gibi:

NATO ve Portekiz arasındaki ilişkiler nedeniyle Batılı ülkelerden yardım alamadık. Hiçbir desteğimiz yoktu. Güvenebileceğimiz az sayıda destek, Tunus gibi Afrika ve Arap ülkelerinden geldi. Ve bizim için çok önemli olan İsrail. O dönemde İsrail hükümeti de bize yardım etti.

Tor Sellström: Silahlarla mı?

Holden Roberto: Silahlarla. Golda Meir’in yardımıyla oldu.

İkinci benzerlik ise, Roberto’yu silahlı mücadele başlatmaya teşvik eden Frantz Fanon (bkz. David Macey’nin yazdığı Frantz Fanon biyografileri, s. 386-7 ve Adam Shatz, s. 249-9), Angola olaylarını yorumlayan 1961 tarihli ünlü kitabı Dünyanın Lanetlileri‘nde (s. 85) “Kendiliğindenliğin ihtişamı ve zayıflığı” başlıklı bölümde olayları şu ifadelerle anlatılır:

15 Mart 1961’de Angola köylülerinden iki ya da üç bin kişinin gruplar halinde Portekiz mevzilerine saldırdığını hatırlıyoruz. Silahlı ve silahsız erkek, kadın ve çocuklar, cesur bir şekilde ve coşkuyla, dalgalar halinde kendilerini sömürgecilerin, ordunun ve Portekiz bayrağının hakim olduğu bölgelere doğru kitleler halinde fırlattılar. Köyler ve havaalanları kuşatıldı ve çok sayıda saldırı gerçekleştirildi. Ancak bu sırada binlerce Angola’daki sömürgecilerin makineli tüfek ateşiyle yok edildi. Angola ayaklanmasının liderleri, eğer ülkelerini gerçekten özgürleştirmek istiyorlarsa, farklı taktikler benimsemeleri gerektiğini çok geçmeden fark ettiler. Angolalı lider Roberto Holden bu nedenle yakın zamanda diğer kurtuluş savaşları ve gerilla savaşı tekniklerini kullanarak Angola Ulusal Ordusunu yeniden organize etti.

Sonuçta;

Nazi soykırımı ve 15 Mart 1961’de Angola’da gerçekleşen iki tarihsel olaydan hangisi Hamas liderliğinde gerçekleşen İsrail karşıtı 7 Ekim’e ve ardından İsrail’in aşırı sağ hükümetinin önderlik ettiği saldırılara daha çok benziyor? Nazilerin önderliğinde başlayan Yahudi karşıtı saldırılar ve ardından aynı grup tarafından Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi mi, yoksa UPA’nın önderlik ettiği Portekiz karşıtı saldırının ardından, ABD’nin suç ortaklığıyla Portekiz aşırı sağ hükümetinin önderlik ettiği saldırı mı?

15 Mart’taki UPA önderliğindeki Angolalılar beyaz karşıtı ırkçı nefretten mi yoksa Portekiz’in sömürgeci baskısına karşı nefretten mi ilham alıyorlardı? Benzer şekilde, 7 Ekim’deki Hamas önderliğindeki Filistinliler antisemit saldırılar düzenlemeyi mi amaçlıyorlardı yoksa İsrail’in sömürgeci baskısına duyulan nefretten mi güç alıyorlardı? Bu soruların cevabı gözleri Filistin karşıtlığı, Arap-Müslüman karşıtlı ırkçılık ve beyazlatılmış İsrailliler’e karşı “narsisist şefkat” nedeniyle kör olmamış herkes için açık olmalıdır.

Gilber Achcar, Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu, Kalkınma Çalışmaları ve Uluslararası İlişkiler Profesörüdür.