Kültür Sanat Makaleler

Hepimiz güzel bahçeleri, güzel parkları olan kentler hayal ederiz

Otobüsteyim, işte şoför.  İşte iki adam; üç kadın;  pencere kıyısında; ben.  Geçiyoruz durakları, vitrinleri,  caddeleri.  Otobüste kenti geçiyoruz.  Vitrinlerden, sokaklardan, insanlardan geçiyoruz.  İzmir kayıyor pencereden sürekli değişerek. Durmadan gelip geçiyor birileri.  Otobüsün penceresinden geçiyorlar aralıksız.  Otomobiller, yük arabaları, yolcu arabaları; sonra yine yolcu arabaları, yük arabaları, otomobiller, pencereden geçiyorlar.   

Otobüs duruyor. Kapı açılıyor. Birileri iniyor, birileri biniyor. Yaşlı bir bey, onun yanında torunu.  İşte göz göze geldiğim bir genç kız. Kapı kapanıyor. Dışarıda geçip duruyor birileri, simitçi geçip duruyor. İnsanlar bir aşağı, bir yukarı inip çıkıyor, otobüsün kapısı her durakta açılıp kapanıyor. Yaşam otobüsten içeri, dışarı, dört bir yandan dönerek anaforlar yapan vals temposu gibi etrafımda dönüyor.  

Çağımız insanı tarihin tanık olduğu en farklı dönemlerden birinin içinde yaşıyor kuşkusuz. İçinde yaşadığımız çağı tarif etmek istersek teknolojik gelişmelerin baş döndürücü hızı içinde dünyanın yeniden biçimlendiğini, toplumların yeniden yapılandığını, bireylerin algılarının ve zihniyetlerinin giderek değişip dönüştüğü bir döneme karşılık geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüz sanatçıları, düşünürler, sosyal bilimciler eserlerinde bugünün karmaşık dünyasını birçok farklı açıdan ele alırlar. Özellikle toplumda ortaya çıkan olumsuz durumlara karşı olan duyarlılıklarını dile getirdikleri eserleriyle toplumsal sorunlara, insanlığın değişimine tanıklık ederler. 

Kentin bu devinimi ilk hisseden ve tuvallerine yansıtan ressamlar arasında izlenimci ressam Camille Pissarro’yu görüyoruz. Sabah Güneşli Bir Günde İtalyan Bulvarı (1897) eserinde bir bulvardan geçip giden insanları gündelik telaşları içinde resmeder. Ressam kent insanın gündelik telaşını verebilmek için insan figürlerini bulanıklaştırarak verir. İnsanlar silikleşmiş, anonimleşmiş, bir lekeye dönüşmüşlerdir. Yaşamın böylesine hızlandığı bir ortamda kentli bu devingenliğe uyum sağlamaya çalışmaktadır. Artık bireyden söz etmek mümkün değildir. Birey kitleye dâhil olma, kentleşmeye uyum sağlamaya çalışmaktadır. 

20. yüzyılın tarihçisi Eric Hobsbawm,  içinde bulunduğumuz çağda insanlığın nasıl savrulduğunu anlatır. Ona göre kent sanayi devriminin bir simgesidir. 19. yüzyılda başlayan sanayileşme insanları tarımsal üretimden koparıp kenti cazip hale getirmiştir. Fabrikaların sunduğu iş imkânlarından yararlanmak isteyen köylü için kente göç başlamıştır. Böylece kent kültür, ticaret, sanat ve sosyalleşme merkezi haline gelir. 

Kent yaşamı yoğun bir yaşama temposunu da getirir. Trafik, iş yaşamının yoğunluğu, koşuşturmaca, her yere ve herkese son sürat yetişebilme telaşı, sorumluluklar derken hızla geçen bir yaşam söz konusudur. Sanayi devrimi ile gelişen teknoloji dünyasında hız ve zaman önem kazanır. Modern insan zamanı sürekli değişen olaylar bütünü olarak yaşar. Ulaşım araçlarının, medya ve telekomünikasyonun, bilgisayar işlemlerinin gelişimi ile beraber sermaye hareketlerinde, üretim ve tüketim faaliyetlerinde kayda değer bir artış kaçınılmazdır.

20. yüzyıl sonuna doğru ve 21. yüzyıl başlarında dünya tahmin edilemez bir hızla değişti. Mobil uygulamaları devreye girdi. Anımsayalım, sadece konuşma işlevi bulanan cep telefonu ilk piyasaya sürüldüğünde yabancılık çektik. Kimimiz direndi. Bu direniş de uzun ömürlü olmadı. Şimdi geldiğimiz noktada cep telefonsuz evden ayrılmıyoruz. Öyle ki, cep telefonlarımız bir uzvumuza dönüştü dersem abartmış olmam sanırım. 

Teknoloji geliştikçe bilgisayarlara daha sonraki zamanlarda eklenen birçok özellik alışkanlıklarımızın değişmesine neden oldu. Bayramlarda ya da özel günlerde yakınlarımıza telefon etmek yerine, basit, kısa, kalıp mesajlar atar olduk. Hatta mesajlaşmayı o kadar yaygınlaştırdık ve ileri boyutlara taşıdık ki derdimizi en kısa yoldan karşı tarafa iletmek için, mesajlarda konuşma dili yerine, çoğu zaman sesli harflerin kullanılmadığı, kısaltmalarla dolu yeni bir dil kullanmaya başladık.

E-Ticaret nispeten yeni bir olay. Yeni derken, 20 senedir hayatımızda. Eskiden fiyatları kıyaslamak için dükkân dükkân geziyordunuz. Bugün ise fiyatları kıyaslamak her zamankinden daha kolay. Eskiden sezon sonunda indirimleri yakalamak için uzun kuyruklarda beklerdiniz. Bugün internette, her gün iyi bir indirim yakalama fırsatına sahipsiniz. Eskiden beğendiğiniz bir ürünü üç – beş arkadaşınıza anlatırken, taş çatlasa ofisteki insanlarla paylaşabilirken, bugün paylaşmak kadar kolay bir şey yok. İster yorumla, ister sadece görsel olarak (Instagram, Pinterest, Facebook ve nice başkaları).    

Eski alışkanlıklar eskilerde kaldı. Alışverişin kolaylığını ve çabukluğunu yaşamak kime cazip gelmez ki!  Alışveriş alışkanlığının değişmesiyle lojistik alan da gelişti. 2015 yılındaki, “Kara Cuma” gününde (Black Friday) Alibaba web sitelerine verilen siparişler 467 milyon paket ürünün sevk edildiği kayda geçmiş.

Değişimin önünde durulması imkânsız. Bu değişen yaşam tarzı ilişkilerde de kendini gösterir. Bir tezgâhtar veya bir banka memuruyla olan ilişkilerimizi düşünün. Bu kişilere bir işimiz düşmüştür, onlardan bir şeyler almak için konuşuruz. Bu kişilerle aramızda duygu ve yakınlığa yer yoktur. Yer aldığımız modern sanayi toplumunda ekonomik ilerleme kaydetmek ve daha yüksek bir hayat statüsü kazanmak için rekabetçi bir hayat tarzını da benimsemiş oluruz. Böyle bir hayat tarzında daha hızlı, daha dinamik, daha rekabetçi olmaktan başka seçeneğimiz kalmamıştır.

Arabasına bindiğimiz taksi şoförünü, bankada işlemimizi gören memuru, sağlık sorunu ile boğuştuğumuzda muayenehanesine gittiğimiz doktoru, gazete satın aldığımız gazete bayiini, günlük ekmeğimizi bize tedarik eden bakkalımızı ne kadar tanırız? Bu tür ilişkilerin insanları birbirinden uzaklaştırdığını, onları huzursuz ettiğini, diğer insanlara karşı bir yabancılaşma hissi duymamıza sebep olmadığını söyleyebilir miyiz? Modern insanın yaşadığı bu yabancılaşma ve huzursuzluk duygusunu Edward Munch ünlü eseri Çığlık (1893) adlı tablosunda ele alır. Modern insanın varoluşsal dramını heykeltraş Alberto Giacometti de Yürüyen Adam heykeli ile sanat dünyasına taşır. Heykel modern insanın belirsiz bir geleceğe doğru ilerleyişinin anlatısıdır.  Çubukumsu, bir seksen boyundaki, iskeleti çıkmış, bir deri bir kemik figür, sonsuza kadar bir tuzağa hapis kalan, kapana kısılmış modern dünyanın umut açlığı içinde üzerine sadece kendi yalnızlığını örtünmüş modern insandan başkası değildir. 

Dolayısıyla gündelik yaşam tecrübesini karakterize eden şu cümleyi hepimiz kullanırız: “Yetişemiyorum” Artık her şey o kadar gelip geçicidir ki, bu hıza yetişememek kişide kaygıya, belirsizliğe yol açar. Ne yaşayacağımıza dair öngörülemeyeceğimiz bir geleceğe doğru hızla yol almakta olduğumuzu biliriz.  Zaman bizim kontrolümüz dışında gelişir, yönümüzü tayin edemez oluruz. Geçmiş çok uzakta, gelecek belirsizliğe doğru yol almaktadır, şimdi ise daralmış sınırlı bir zaman dilimidir.  Modern insan çok sayıda bireyle aynı anda hareket içinde ama birbiri ile ilişkisiz yığınların içinde sıkışıp kalmıştır.

Kent sosyolojisinin kurucu babası olarak bilinen Ferdinand Tönnies, (1855-1936)  modern kent ilişkilerini Gesellschaft olarak adlandırır. Gesellschaft terimi genellikle “toplum” veya “birlik” olarak çevrilir. Ona göre modern kent hayatı yapay ve geçici ilişkilerden oluşur. Sanayi devrimi ile kente akan insanlar sözleşmeler ve anlaşmalar yaparak iş sahibi olurlar. Dolayısıyla ticari işlerimizin esas amacı da söz yapmış olduğumuz kişiden bir şeyler almanın aracı olur. Bu yüzden bu kişilerle ilişkilerimiz sınırlıdır. Ona göre bu ilişkiler yüz yüze olmayan, bürokratik süreçlerle işleyen, insanların birbirini tanımadığı, kent dediğimiz sınırları çizilmiş bir toprak parçası üzerine yaşayan insanlar arasında gelişen ilişkilerdir. 

Güzel, çok güzel bir kent deyince güzel güzel evleri olan, güzel güzel bahçeleri, güzel güzel yolları, dükkânları, mağazaları, çarşıları, güzel güzel pastaneleri olan bir kent düşleriz. Çocukların gülüp oynadığı parkları olan bir kent. Güzel bir kent, çok güzel bir kent!  Evlerin birbirine hayli aralıklı konumlandığı, evlerin önünde doğru dürüst kaldırımların, kaldırım kenarlarının düzenli aralarla yüksek ağaçların dikili olduğu bir kent!

Bu kentleri düşlerken büyük bir duvarın çevrelediği beton konutta üst üste yığılmış kutular içinde yaşamlarımızı kendimize yabancılaşmış olarak sürdürmeye de karşıyızdır. Ne yazık ki bu yabancılaşmanın sorumlusu yine insandır. Çünkü insan doğaya aykırı düşen bir anlayış geliştirmiş, mimari yapılarda yaşamı tekdüzeleştiren bir yapıyı yaşamına katmıştır. Oysa insan bitkiler ve diğer tüm canlılarla birlikte doğayı oluşturur.

Hepimiz güzel kentler hayal ederiz. Güzel bahçeleri, parkları olan… 

Resim: Sabah Güneşli Bir Günde İtalyan Bulvarı, Camille Pissarro