Arşiv Kültür Sanat Yahudi/Edebiyat

Pişmanlık öyküleri (Öykü)

Bu kitaptaki öykülerin bir bölümü bütünüyle düşsel, bazıları ise yarı gerçek / yarı düşsel olarak tasarlanıp kaleme alınmıştır… Yazarlığın en zevkli yanı, kalem tutanın gerçek olayları belirli bir yerde nasıl gelişmesini istediği veya istemediği şekle sokması değil miydi? Böylece, çoğu kez tekdüze olarak gelişen yaşama, öyküsel de olsa, zevkli/korkunç, ancak her haliyle rengârenk bir çehre vermiş olur yaratıcı yazarlar! 

İşte, masa başında oluşan bu enstantanelerden sunacağımız üç küçük öykü örneği, gene bu şekilde tasarlanmıştır. “Pişmanlık” konusunu kapsayan bu anlatıların ilk yarıları, bu satırları yazanın gerçekten başından geçmiştir – çizgi ile ayrılmış bulunan ikinci yarıları ise olduğu gibi düşseldir. Hiç kuşku yoktur ki, bu ikinci yarılar, tümüyle de farklı olabilirdi. Belki kimi okurlar, “çizgi”nin altını kendilerine göre değişik bir biçimde düşleyebilirler… 

Öykü Bir: Terbiyesiz Denizciler 

Ofisimdeki direkt telefon numarası, adı Plaza olan ve bilmediğim bir otelinkine çok benziyordu. Bunu nereden mi anladım? Sık sık gelen, “Plaza Oteli mi?” sorulu telefonlardan! Ben de her seferinde, kibarca “Hayır, yanlış aradınız,” derdim. Bazı günlerde iki-üç kez gelen bu telefonların beni zaman zaman rahatsız etmediğini söylemek de, yanlış olur… 

Günün birinde ise, nasıl olduysa şeytan beni dürttü ve sabah saatlerinde gelen böyle bir telefona “Evet?” yanıtını verdim. Karşıdaki ses de “Sizde kalan İngiliz denizciler olacaktı, onların odasını bağlar mısınız?” deyince, “Bir dakika, efendim,” karşılığını verdim, kısa bir aradan sonra da, daha kalın bir sesle “Hallo?” dedim. 

Karşımdaki ses, kusursuz bir İngilizce ile “Merhaba, ben geminizin acentesiyim. İstanbul’a hoşgeldiniz” diye konuya girdi ve ondan sonraki görüşme şöyle gelişti: 

“Merhaba, şehrinizi pek sevdik.” 

“Havaalanından dün kolayca gelebildiniz, oteli rahatça buldunuz, değil mi?” 

“Evet, her şey yolunda…” 

“Güzel. Geminin hazırlıkları bitmek üzere, hareket öğleden sonra saat dörtte. Ofisimizin adresini size vermiştik; sizi en geç saat 11:00’de orada bekliyoruz…” 

Şeytanın dürtüsü sürüyordu: “Neden o kadar erken gelelim ki? Şimdi şehri gezmeye çıkıyorduk da…” 

Acente yetkilisinin sesi biraz sertleşti: “Kaptan – erken ne demek oluyor?! Burada kayıt formaliteleriniz yapılacak ve Anadolu kıyısındaki limana gidilecek…” 

“Bakın, beyefendi – siz formaliteleri o denli yavaş yapıyorsanız, bizim suçumuz ne? Biz şehri gezeceğiz, sonra güzel bir öğle yemeği yiyeceğiz ve size ancak saat ikide gelebiliriz!” 

“Bana bakın, kaptan. Burada talimatları biz veriyoruz. Sizi Pire’den gelen bu gemiyi devralmak için boşuna getirtmedik. Burada formaliteler böyle uygulanır…” 

“Beyim, siz bir kaptanla konuşuyorsunuz, talimat da ne demek! Biz, bize uygun bir saatte geleceğiz – yoksa hiç gelmeyiz!” 

“Böyle nasıl konuşabilirsiniz? Bu ne terbiyesizliktir! Sizi derhal Rotterdam’daki armatöre şikâyet edeceğim!” 

“İstediğiniz yere şikâyet edin – beni ırgalamaz. Biz saat ikiden önce gelmeyiz!” diye bağırarak ahizeyi hışımla yerine koydum… 

———————————————————————————————————

…ve sonra düşündüm ki, otelde aranmayı bekleyen zavallı denizcilerin bu küstah yanıtlar sonucu işlerinden kovulmalarına sebep olabilirdim!  Bu da, o anki eşref saatimle onlara ödetebileceğim gerçekten çok ağır bir bedel olacaktı… 

Kısa bir duraksamadan sonra, o günlerde her evde/ofiste bulunan telefon rehberinin “sarı sayfalar”ında Plaza Oteli’nin numarasını buldum ve çevirdim. 

“Plaza Oteli, buyurun…” 

“Sizde kalan İngiliz denizciler olacaktı; onlarla görüşebilir miyim?” diye sordum ve oda bağlandığında, şöyle bir görüşmemiz oldu:  

Ben (İngilizce olarak): “Merhaba, ben geminizin acentesiyim. İstanbul’a hoş geldiniz”  

Karşımdaki ses: “Merhaba, nasılsınız efendim? 

“Teşekkürler, sizler nasılsınız? Havaalanından dün kolayca gelebildiniz, oteli rahatça buldunuz, değil mi?” 

“Evet, sağolun… Emredin, efendim!” 

“Rica ederim… Gemi hazırlıkları bitmek üzere, hareket öğleden sonra saat dörtte. Ofisimizin adresini size vermiştik; sizi en geç saat 12:00’de orada bekliyoruz…” 

“Tabii ki, efendim. Nasıl arzu ederseniz.” 

“Tamam, o halde birazdan görüşmek üzere…” 

———————————————————————————————————

Umarım ki, duyduğum bu derin pişmanlığımı izleyen “düzeltmem” ile tamamen suçsuz olan bu denizcilerin başı derde girmemiştir… 

Öykü İki: Safari’de 

1983 yılında İsviçre Hava Yolları, Zimbabve’ye yeni bir uçuş başlatmıştı. O sıralarda çalıştığım şirketin ait olduğu holding, Swissair’in büyük müşterilerinden biri olduğundan, bize ilk uçuşları için Zürih aktarmalı bir Harare bileti armağan edilecekti. Ne var ki, Zimbabve ile hiçbir holding şirketinin iş ilişkisi yoktu ve haftada bir kez yapılacak bu uçuştan yararlanmak üzere hiç kimse koca bir haftayı orada geçirmek istemiyordu… 

Çok zekiyim ya – birden aklıma geldi! Zimbabve’ye komşu olan Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki Iscor Steel Works’dan sürekli olarak çelik sac ithalatı yapıyorduk ve bu işin başında ben vardım. Dolayısıyla, sadece Zimbabve’nin başkenti Harare ile Johannesburg arasındaki kısa gidiş-dönüş uçuşunu şirket olarak ödeyerek, böylesine kıtalar arası bir seyahati gerçekleştirebilecektim. Bunun tek olumsuz yanı, Zürih-Harare uçuşu sadece haftalık olduğundan, yedi günü Güney Afrika’da geçirme zorunluluğuydu… 

Holding yönetiminden gerekli izni aldım, Iscor’daki arkadaşlar ile yazıştım ve seyahate çıktım. Zürih ve Harare aktarmalı, oldukça uzun bir yolculuktan sonra Johannesburg’a vardığımda, Iscor’daki bir dostum beni havaalanında karşıladı ve ondan sonraki üç gün boyunca çeşitli fabrika gezileri ve toplantılar ile dolu dolu geçti. Dördüncü günden altıncı akşama kadar ne yapabileceğimi oradaki dostlarıma sorduğumda, bana iki ilginç seçenek sundular: Ya turistik “Mavi Tren” ile Capetown’a gidecek ve orada iki-üç gün kalacaktım, veya Kruger Park’a Safari’ye… Tahmin edebileceğiniz gibi, ikincisinde karar kıldım.  

Johannesburg ile Kruger Park arasındaki mesafeyi araba ile katetmek o dönemde oldukça zor olduğu için, uçak ile gitmemi önerdiler. Bunun için Jo’burg’dan kalkan DC-8 “Dakota” uçagı ile Phalabowra’ya gidilecek, oradan da tek motorlu küçük bir Cessna ile Safari için kalınacak “lodge”a uçulacaktı. Ben de öyle yaptım. Yolculuğun en ilginç yanı, Cessna 172’ye bindiğimde, benden başka yolcu olmadığından, ikinci pilotun yerine oturabilmemdi. Böylece uçağı ben kullanıyor gibi oldum! İneceğimiz yere geldiğimizde, aşağıda bir cipin hızla sağa sola hareket ettiğini gördüm. Pilotun bunu açıklaması, “Vahşi hayvanları iniş alanından püskürtmek için” şeklindeydi.  

Günün ikinci yarısı, yakın yöreyi cip ile dolaşmakla geçti. Zürafa, antilop ve fil gördük. Ertesi gün ise parkın oldukça uzak bir bölgesinde çeşitli keşifler yapacaktık… 

Kahvaltıdan sonra, aynı lodge’da kalan orta yaşlı Amerikalı bir çift ve rehberimiz ile birlikte hareket ettik. Ömrümde ilk kez gördüğüm değişik bitki ve ağaçların arasında giderken, “wilderbeest” adı verilen farklı bir antilop türü, maymunlar ve zebralar, keza gene bol miktarda zürafa gördük. Öğle yemeği için büyük bir ağacın altında kamp yaptıktan sonra, aslanların bulunduğu yöreye ulaştık. Ne var ki, tüm aramalarımıza rağmen aslan göremedik… Hava kararmaya başlamadan geri dönmek için yola çıktık. Rehberimiz, bize yörenin özel bir kuşunu göstermek için, olağan yoldan başka bir yerlere saptı. Bana, aküye bağlı olan kuvvetli bir projektör verdi ve onunla bu garip kuşlardan birini havada yakaladıktan sonra, ışığın demetiyle önümüzdeki yola yönlendirmemi rica etti. Böylece kuş da yolun üstüne konacak ve onu daha yakından inceleyebilecektik.  

Gerçekten de çok geçmeden böyle bir kuşu ışık ile yakalayıp yola indirdim. Rehber cipi durdurup bu garip yaratığı yakından görmemizi sağladı. Ondan sonra aracı yeniden hareket ettirmek istedi, ancak marş almadı! Bunu birkaç kez denedikten sonra, “Aküde bir problem var galiba…” dedi. Bizleri hafif bir heyecan aldı. Eşiyle arkada otura Amerikalı arkadaş, “Peki, şimdi ne olacak?” diye sorduğunda, rehber, “Aküye bir bakmam lazım” dedi ve cipin kaputunu açtı. Az sonra kötü haberi verdi: “Akü öldü.” Bunun üzerine heyecan, yerini endişeye bıraktı. “Buradan nasıl çıkacağız?” soruma cevaben, rehber “Çok sapa bir yer burası; telsiz ile yardım istemekten başka çare yok…” dedi, ancak elindeki telsiz de çalışmıyordu! Amerikalı hanım, titrek bir sesle “Hava kararmak üzere – biz ne olacağız?” diye sordu. Rehber ise, soğukkanlı biçimde “Geceyi burada geçirmemiz gerekebilir – ama merak etmeyin, aslanlar insanlara bir şey yapmazlar…” yanıtını verince, kadın birden sinir krizleri geçirmeye başladı. Ağzından köpükler geliyor, kendisini cipin önünde yerlere atıyordu… Kocası da telaşlanmıştı: “Eşim, böyle stresli durumlara gelemez…” diye haykırdı. “Bakın, panik atak geçiriyor. Her an kalbi durabilir. Onu bir şekilde teskin etmemiz lazım…” 

———————————————————————————————————

Bunun üzerine rehber, sakin bir sesle “Heyecanlanmayın, hanımefendi…” dedi. “Şaka yaptım sadece. Bu, ziyaretçilerimize her daim uyguladığımız bir senaryodur. Bakın hele…” – ve arabayı hemen çalıştırdı. 

———————————————————————————————————

Bu pişmanlık gösterisi, neredeyse geç kalmış olacaktı… 

Öykü Üç: Havuz başında 

Essen’e yaptığı iş seyahatlerinde her zaman Sheraton Oteli’nde kalıyordu… Çalıştığı firmanın hemen karşı sokakta olmasının yanı sıra, firmanın sağladığı özel indiriminden de yararlanıyor ve jakuzili odası için sadece 130 Euro ödüyordu. 

O seyahat için de sekreteri Essen Sheraton Oteli’nde yer ayırtmıştı. Otele vardığında, akşam saat onu geçiyordu. Resepsiyondaki görevliye pasaportunu uzattığında, bir duraksama ile karşılaştı… “Sizin gelmeyeceğinizi sanıyorduk, Herr Öztürk,” yanıtını aldı. 

“Nasıl yani?” diye sordu Tayfun Öztürk. “Sekreterim bu kez geç saatte geleceğimi bildirmemiş miydi?” 

“Kayıtlarımıza bakayım, efendim. Bir dakika…” 

Öztürk sabırsızlandı. Uzun iş günü, Frankfurt aktarmalı uçuş, Düsseldorf’dan taksi ile buraya gelmek onu bir hayli yormuştu – şimdi de bekletiyorlardı… 

Görevli geri döndü. “Haklısınız, efendim. Biz bu kaydı atlamışız. Siz de saat dokuza kadar gelmediğinizden, bu ‘no show’ karşısında odanızı başkasına verdik.” 

“Önemli değil, bu kez jakuzili köşe odası olmasın, benim acilen bir duş ile yatağa ihtiyacım var!” 

“Efendim, çok ama çok üzgünüm – hiç boş odamız kalmadı. Biliyorsunuz ya, bu hafta inşaat malzemeleri fuarı var Essen’de.” 

“Biliyorum tabii – onun için geldim ya… Ama anlayamadım – bana verecek hiçbir odanız nasıl olamaz? On yıllık müşterinizim, belki bilmiyorsunuz bunu…” 

“Bilmez olur muyum, efendim. Siz en sadık müşterilerimizdensiniz. Ancak fiziki olarak hiç boş odamız yok!” 

“O zaman bir oda yaratın veya başka bir otelde bir oda bulun. Beni böyle ortada bırakacak değilsiniz her halde…” 

“O halde fuar otel rezervasyon bürosunu arayayım hemen.” 

“Ne yapacaksanız, yapın – bana bir yatak bulun!” 

Görevli, merkez büroyu aradı, ancak aldığı yanıt olumsuzdu. Orayı sürekli olarak arayanlara hep şu bilgiyi veriyorlardı: Bu saatlerde hiçbir otelde yer kalmamıştı… 

“Ben bilmem, şuraya oturuyorum ve siz tek tek çevre otellerini arıyorsunuz, kendi girişiminiz ile bana bir oda buluyorsunuz. Ben de sizi buradan izleyeceğim. Böyle bir sorumsuzluk olmaz ki! Otelinizin başıma ördüğü çorap nedeniyle hiç pişmanlık duymuyor musunuz? Yarın müdürünüze şikâyette bulunacağım…” 

Öztürk’ün bu son söyledikleri, resepsiyon görevlisini kamçıladı, art arda birçok oteli aradı ama boşuna – hiçbir yerde oda yoktu!.. 

Birden aklına geldi: “Size değişik bir öneride bulunmak istiyorum, eğer kabul edecekseniz efendim… Kusurumuzu karşılamak için…” 

“Nedir o? 

“Alt kattaki kapalı havuz salonumuza bir yatak koydurabilirim; böylece geceyi havuzun yanında geçirebilirsiniz. Ve genelde sabah saat yedide açılan salonu sizin için dokuza kadar kapalı tutarız yarın, eğer daha geç uyanmak istiyorsanız… Bu gecelemeden tabii ki hiçbir ücret almayacağız, bir şişe şampanya dahil olmak üzere. Yarından itibaren de boşalan bir süiti size verebiliriz, normal oda fiyatına.” 

Öztürk bir an için düşündü: Başka seçeneği var mıydı ki, lobideki bir koltukta geceyi geçirmekten başka? “Kabul,” dedi. “Ama o salonda üşümek istemiyorum, ona göre tedbir alın lütfen.” 

“Hiç merak etmeyin efendim; havuzun suyu ılıktır, o havayı zaten ılık tutar; ayrıca salonu da hafifçe ısıtırız.” 

“Tamam o zaman, söyleyin aşağısını hazırlasınlar. Sinirlerimi yatıştırmak için de şampanyayı şimdiden içmeye başlayabilirim!..” 

“O halde yandaki bara buyurun, size en kısa sürede haber vereceğiz.”  

Tayfun Öztürk resepsiyonun yanındaki bara geçti ve getirilen buz gibi şampanya şişesini açtı. 15-20 dakika sonra resepsiyon görevlisi geldi: “Salon temizlendi, yatağınız da kuruldu. Arzu ederseniz, havuza geçebilirsiniz, efendim…”  

“Bir-iki bardak şampanya daha içeyim, sonra gideriz.” 

“Tabii ki, size biraz çerez de söyleyeyim.” 

Yarım saat sonra Öztürk, hafif çakırkeyif olarak kalktı ve çantasını yüklenmiş görevli ile alt kata indi. Yatağı havuzun yakınına kurmuşlardı.  

“Oh, ne güzel – havuz manzaralı odam olmuş!” diye mırıldandı. 

“Memnun olduğunuza sevindim, efendim… Duşlar ve WC’ler hemen solunuzdadır. Arzu ederseniz, jakuziyi de çalıştırabilirsiniz. Bu arada, unutmadan söyleyeyim, havuzun giriş kapısı dışarıdan açılamıyor, ancak siz dokuzdan önce çıkmak isterseniz, içeriden açabilirsiniz…” 

“Teşekkürler; ayıbınızı birazcık da olsa gidermiş oldunuz böylece. Size iyi geceler.” 

“İyi geceler, rahat uykular, efendim…” 

Öztürk soyundu, duşunu aldı ve dişlerini fırçaladıktan sonra havuzun yanındaki yatağına uzandı. Gerek günün yorgunluğu gerekse şampanyanın rehavetiyle hemen uykuya daldı. 

———————————————————————————————————

Gecenin bir saatinde uyandı. Acilen tuvalete gitmesi gerekiyordu. Uyku sersemliği ile kalktı ve sağa yöneldi. Havuza düştü ve kısa sürede boğuldu. Yüzme bilmiyordu… 

———————————————————————————————————

Anlaşılan, resepsiyon görevlisinin pişmanlığı meyve vermemişti. 

********  

Robert Schild’in 2022 yılında Edebiyatist Yayınları’nda çıkmış olan “Stefan Zweig’ın Veda Mektubu” Kitabında yayınlanmıştır. Kitabı edinmek için tıklayınız.

Resim: Roger Brown, The Entry of Christ into Chicago in 1976

Dr. Robert Schild, İstanbul ve Linz Üniversitelerinde okumuş, 1975’te Uluslararası Pazarlama konusunda tezini sunmuştur. Avusturya asıllı olup, İstanbul’da dış ticaret konusundaki çalışmalarının ardından 2017’den bu yana dönüşümlü olarak İsrail, Avusturya ve Türkiye’de ikamet etmektedir. Avusturya, ABD ve Türkiye’de yayımlanmış mesleki makalelerinin yanı sıra, Yahudi kültürü ve mizahı hakkında dört çalışması basıldı. Burgazadası’nın çok kültürlülüğünü irdeleyen bir belgesel tasarlayıp, 2021’de aynı konudaki Canlı Bir Etnografik Müze çalışması, 2022’de ise Stefan Zweig’ın Veda Mektubu başlıklı öykü kitabı yayımlandı. Uzun yıllar boyunca Şalom Gazete ve Dergi’siyle Paros Dergisi’ne katkıda bulundu; zaman zaman kitap-lık Dergisi ile Türkiye, Almanya ve Avusturya’nin değişik gazete ve dergilerinde yazıları yayımlanmaktadır. FM 94.9 Açık Radyo’da Klezmer ve Caz müzikleri program yapımcılığında bulundu. 2003’te başlamak üzere, halen yayın kurulu üyesi olduğu Tiyatro Dergisi‘nde eleştirileri yayımlanıyor; 2017’den bu yana da www.turkisrael.org.il portalında köşe yazarıdır.