Mevsimlerden yazdı, kıştı, ilkbahardı, bir de sonbahar. Saatlerden meçhul!
Metal para havada yükseliyordu; yazı tura, yazı tura, yazı tura, yazı tura!
Issız ve tekinsiz sokaklarda lambalardan yayılan sarı, ölgün ışıkların yaydığı huzmelerin geçirgen sütunlarında sinekler, güveler uçuşuyor. Az tepelerinde yönlerini eksiksiz bilen yarasalar pelerinlerini açmış havada süzüledururken, yansımaları evlerin duvarlarında gölge oyunu sahneliyor. Sokak kedileri o gölgeleri av sanarak üstlerine atlayıp duvara tosladıklarında afallıyor. Yamulan bıyıklarına mı yoksa ellerinin boş kalmasına mı yansınlar, karar veremeden küsüyorlar kısmetlerine. Sokağa dizili evler düzensiz dişler gibi irili ufaklı sıralanmış. Görgüsüz irilikte olanlar mütehakkim konumda. Parlak yüzünü göstermeden önce son sahne hazırlıklarını yapan güneşten habersiz evler karanlıkta. Yatak odalarında ise gümüşi bir sis hâkim.
Uyuyanların, gündüz vakitlerinde kilitli tuttuğu odalarının kapıları rüyalarında tek tek açılıyor ve artık dizginlenemeyen ruhları, karanlık evlerin duvarlarından sokaklara, oradan caddelere süzülüyor. Kimileri boşlukta kendini arıyor, kimileri birbirini buluyor, önceden tanışmalarının ve tekrarlanan ortak bir tarihin özneleri olmalarının bilinci ve dostluğuyla el ele tutuşup denize açılan ara sokaklardan maviyle buluşmaya gidiyorlar. Tabana döşeli midyeler dışında deniz de uykuda. Midyelere uyku haram. Kesintisiz temizlik yapmalılar; deniz sürekli kirleniyor, işleri çok. Birazdan deniz de uyanacak. Çünkü gövdesine renk renk konteynerler istifenmiş bir İtalyan şilebi körfezin sakin sularını köpürterek yırtıyor. Çaldığı düdükle terk ettiği kenti selamlıyor. Yüklerinin yanı sıra, ambara sızmış farelerle birlikte gideceği yere kim bilir hangi hatıraları da götürecek. Geceyi nerede öldürdüğü belli olmayan bir sarhoş, denizin kenarında yalpalayarak yürürken içinden okuduğu manifestosunun son cümlesini sokağın boşluğunda patlatıyor. “Kahrolsun Amerikan emperyaaaalizmiiii!” Uykularının en tatlı deminde olanlar bu sesle sıcak yataklarında kımıldıyorlar. Ama uyanmıyorlar. Sabah ezanı kadar dakik bu naraya şerbetliler. Gökkubbenin ışıldak yıldızları az sonra sönecek. Asfalt hâlâ kara bir delik, her an üstünde dizili olan yapıları yutmaya hazırlanıyor gibi. Dipsiz.
Sokak lambaları biraz daha soluyor. Derinlerden doğan bir uğultu duyuluyor. Giderek güçleniyor. Güne pencere ve kapılarını açmaya hazırlanan şehrin homurtusu bu.
Havaya yapışık tozlarda bir dalgalanma oluyor. Belli belirsiz bir esinti çıkıyor. Bir nefes kadar yumuşacık, okşarcasına ılık. O anda hızla geçen bir aracın lastiklerinin çıkardığı ciyaklama, zamanı büküp farklı dünyaları aynı düzleme oturtuyor. Zaman, o andan itibaren hem öne doğru ilerleyen hem de geriye dönen bir akışkanlık kazanıyor.
Bu nedenle olsa gerek aynı anda, yerçekimi olmayan iki gölge beliriyor ortalıkta; yollarını çok iyi bilenlerin kararlılığı ve kadife narinliğiyle ilerliyorlar. Sadece semtin değil, İzmir’in en büyük sinagogunun önüne ulaşıyorlar. Binanın önüne kondurulmuş güvenlik amaçlı kulübede uyuklayan görevlileri süzdükten sonra köşeli, kunt duvarları aşıp bu görkemli sinagogunun içine süzülüyorlar. Geride bıraktıkları rüzgâr, yapıları esnetip gökyüzünü genişletiyor. Sokak lambalarının gövdeleri selam verir gibi haffçe bükülüyor. Arnavut taşları ise seksek bir oyun tutturuyor. Sokak, katılığını kaybeden geçirgen bir balona dönüşüyor. Sesler yutuluyor. Havadaki oksijen sanki sıvılaşmış, bir plasentayı doldurmuş, her tür canlıya uygun yaşam koşulu sunuyor, balıklar bile yanar söner pullarının ışıltısıyla artık karada salınabilir, birinin rüyası bir kitabın konusuna dönüşebilir. Zaman, kâinatın bütün eksik halkalarını kopmaz bir zincir olarak birleştiriyor. Ve günün bir anı gelip diğer anların içine oturuyor, zaman uzayda sürekliliği olmayan bir boyuta kavuşuyor.
Sinagoga sızan gölgeler, cümle kapısının ardında başlayan uzun avludan geniş basamaklı merdivenin açıldığı giriş bölümüne ve ardından büyük koridora geçiyorlar. Sağ tarafta, havranın açılış tarihi olan “5668” (1907) rakamını kayıtsızlıkla süzüyorlar. Artık sinagogun ihtişamlı salonunun içindeler. Zaman denilen dipsizlikte hem genç hem yaşlı sayılabilen bu binaya karşı kayıtsız hissediyorlar kendilerini. Önceden biliyorlar sanki. Son duadan havada kalakalmış bölük pörçük hece ve kelimeleri binanın kubbesine doğru itip sol tarafta bulunan merdivenlerden kadınlar mahfline tırmanıyorlar. İnce ayaklı bir masaya yaklaşıyorlar; üstten açılan kristal camlı kapağı itinayla kaldırıyorlar. Menteşelerin edepli gıcırtısı, Madam Amati’nin ölünceye dek her düğünde kemanıyla çaldığı ve mahfle bir koku gibi sinmiş Felix Mendelssohn’un Düğün Marşı’nın notalarıyla buluşarak sessizliğin akordunu yapıyor. Gölgelerin, kubbenin camlarından süzülen cılız ışımaların altında Arapça yazılı, varak süslü kâğıdı almalarına engel kalmamıştır artık. Sinagogun vitray camlarına savaşan martıların gölgeleri yansıyor aynı anda. Kanatlarının sert hareketleri gökyüzünde V harfne benzeyen yırtıklar oluşturuyor. Kimi martıların o yırtıkların arasında kaybolduğu, sinagoga düşen hayalet karaltılarının bir an için azalmasından anlaşılıyor. Çıkardıkları sesler acıkmış bir bebeğin çığlıkları gibi. Onlar cenk ededururken gölgeler, gece bekçilerinin rahatsız uykularının içinden ganimetleriyle birlikte geçip sokakların hoş derinliklerinde kayarak gözden kayboluyorlar. Mutluluklarının pırıltılı zerreleri onları bir süre takip etse da gün yüzünü gösteren güneşin mahmur sırmaları tarafından kısa sürede yutuluyorlar.
Yutuluyorlaryutuluyorlaryutuluyorlar.
Aynı gün, yanar sönerli kırmızı bant içinde yazan “son dakika” ikazıyla bir haber, bütün televizyon ve internet sitelerinde şu şekillerde yerini alıyor:
“Yüzyılın soygunu!”
“Akıl almaz hırsızlık!”
“Padişah soyuldu!”
“Şeytani plan!”
“Dün gece şok edici bir hırsızlık yaşandı; sabaha doğru İzmir’in ünlü tarihi sinagogu Beth İsrael giren hırsızlar, Sultan ll. Abdülhamit’in fermanını çaldılar. Bir süredir sinagogda sergilenmekte olan ferman, 1905 yılında Sultan ll. Abdülhamit tarafından dönemin İzmir Valisi eski Sadrazam Kâmil Paşa’ya hitaben yazılmıştı. Fermandaki fetvada, Sultan’ın Karataş semtinde yaşayan Musevilerin ibadet etmelerine izin verdiği ve buna bağlı olarak inşa edilecek sinagogun yapımı için ayrılacak kaynağın miktarı belirtiliyordu…”
Raşel Meseri, İzmir’de doğdu. Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon bölümünü bitirdi. Yazmış olduğu birçok çocuk kitabı, roman ve tiyatro oyununun yanı sıra, resim yaptı, çeşitli belgesel ve kısa filmlere imza attı. Kitapları: Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar 1: Enerji İmparatorluğu (Bu Yayınevi, 2013), Can’lı ve Işıltılı Maceralar 2: Yumurtanın Sırrı (Bu Yayınevi, 2013), Pen Parkta (Türkçe, Kürtçe, Ermenice) (Habitus, 2015) Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Kağıtların Çığlığı (Habitus, 2015), Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Dikkat! Hayalleriniz Çalınabilir (Habitus, 2015), Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Kayıp Kukla (Habitus, 2016), Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Yeryüzü Okulu (Habitus, 2017), Köpekbalıklarının Şarkıları (Delidolu, 2017) Türkiye’de Yahudi Olmak (Aylin Kuryel ile birlikte editör) (İletişim Yayınları, 2017), Kırık Şehir (Alfa Yayınları, 2020), Küt Oynayan Kadınlar (Alfa Yayınları, 2021), Şekillerin Oyunu (Hippo, 2021), Haydi Rapunzel, Bir Taş Daha! (Biçim, 2021), Pen Ormanda (Biçim, 2022), Meskûn Zaman (Alfa Yayınları, 2022)
Mevsimlerden yazdı, kıştı, ilkbahardı, bir de sonbahar. Saatlerden meçhul!
Metal para havada yükseliyordu; yazı tura, yazı tura, yazı tura, yazı tura!
Issız ve tekinsiz sokaklarda lambalardan yayılan sarı, ölgün ışıkların yaydığı huzmelerin geçirgen sütunlarında sinekler, güveler uçuşuyor. Az tepelerinde yönlerini eksiksiz bilen yarasalar pelerinlerini açmış havada süzüledururken, yansımaları evlerin duvarlarında gölge oyunu sahneliyor. Sokak kedileri o gölgeleri av sanarak üstlerine atlayıp duvara tosladıklarında afallıyor. Yamulan bıyıklarına mı yoksa ellerinin boş kalmasına mı yansınlar, karar veremeden küsüyorlar kısmetlerine. Sokağa dizili evler düzensiz dişler gibi irili ufaklı sıralanmış. Görgüsüz irilikte olanlar mütehakkim konumda. Parlak yüzünü göstermeden önce son sahne hazırlıklarını yapan güneşten habersiz evler karanlıkta. Yatak odalarında ise gümüşi bir sis hâkim.
Uyuyanların, gündüz vakitlerinde kilitli tuttuğu odalarının kapıları rüyalarında tek tek açılıyor ve artık dizginlenemeyen ruhları, karanlık evlerin duvarlarından sokaklara, oradan caddelere süzülüyor. Kimileri boşlukta kendini arıyor, kimileri birbirini buluyor, önceden tanışmalarının ve tekrarlanan ortak bir tarihin özneleri olmalarının bilinci ve dostluğuyla el ele tutuşup denize açılan ara sokaklardan maviyle buluşmaya gidiyorlar. Tabana döşeli midyeler dışında deniz de uykuda. Midyelere uyku haram. Kesintisiz temizlik yapmalılar; deniz sürekli kirleniyor, işleri çok. Birazdan deniz de uyanacak. Çünkü gövdesine renk renk konteynerler istifenmiş bir İtalyan şilebi körfezin sakin sularını köpürterek yırtıyor. Çaldığı düdükle terk ettiği kenti selamlıyor. Yüklerinin yanı sıra, ambara sızmış farelerle birlikte gideceği yere kim bilir hangi hatıraları da götürecek. Geceyi nerede öldürdüğü belli olmayan bir sarhoş, denizin kenarında yalpalayarak yürürken içinden okuduğu manifestosunun son cümlesini sokağın boşluğunda patlatıyor. “Kahrolsun Amerikan emperyaaaalizmiiii!” Uykularının en tatlı deminde olanlar bu sesle sıcak yataklarında kımıldıyorlar. Ama uyanmıyorlar. Sabah ezanı kadar dakik bu naraya şerbetliler. Gökkubbenin ışıldak yıldızları az sonra sönecek. Asfalt hâlâ kara bir delik, her an üstünde dizili olan yapıları yutmaya hazırlanıyor gibi. Dipsiz.
Sokak lambaları biraz daha soluyor. Derinlerden doğan bir uğultu duyuluyor. Giderek güçleniyor. Güne pencere ve kapılarını açmaya hazırlanan şehrin homurtusu bu.
Havaya yapışık tozlarda bir dalgalanma oluyor. Belli belirsiz bir esinti çıkıyor. Bir nefes kadar yumuşacık, okşarcasına ılık. O anda hızla geçen bir aracın lastiklerinin çıkardığı ciyaklama, zamanı büküp farklı dünyaları aynı düzleme oturtuyor. Zaman, o andan itibaren hem öne doğru ilerleyen hem de geriye dönen bir akışkanlık kazanıyor.
Bu nedenle olsa gerek aynı anda, yerçekimi olmayan iki gölge beliriyor ortalıkta; yollarını çok iyi bilenlerin kararlılığı ve kadife narinliğiyle ilerliyorlar. Sadece semtin değil, İzmir’in en büyük sinagogunun önüne ulaşıyorlar. Binanın önüne kondurulmuş güvenlik amaçlı kulübede uyuklayan görevlileri süzdükten sonra köşeli, kunt duvarları aşıp bu görkemli sinagogunun içine süzülüyorlar. Geride bıraktıkları rüzgâr, yapıları esnetip gökyüzünü genişletiyor. Sokak lambalarının gövdeleri selam verir gibi haffçe bükülüyor. Arnavut taşları ise seksek bir oyun tutturuyor. Sokak, katılığını kaybeden geçirgen bir balona dönüşüyor. Sesler yutuluyor. Havadaki oksijen sanki sıvılaşmış, bir plasentayı doldurmuş, her tür canlıya uygun yaşam koşulu sunuyor, balıklar bile yanar söner pullarının ışıltısıyla artık karada salınabilir, birinin rüyası bir kitabın konusuna dönüşebilir. Zaman, kâinatın bütün eksik halkalarını kopmaz bir zincir olarak birleştiriyor. Ve günün bir anı gelip diğer anların içine oturuyor, zaman uzayda sürekliliği olmayan bir boyuta kavuşuyor.
Sinagoga sızan gölgeler, cümle kapısının ardında başlayan uzun avludan geniş basamaklı merdivenin açıldığı giriş bölümüne ve ardından büyük koridora geçiyorlar. Sağ tarafta, havranın açılış tarihi olan “5668” (1907) rakamını kayıtsızlıkla süzüyorlar. Artık sinagogun ihtişamlı salonunun içindeler. Zaman denilen dipsizlikte hem genç hem yaşlı sayılabilen bu binaya karşı kayıtsız hissediyorlar kendilerini. Önceden biliyorlar sanki. Son duadan havada kalakalmış bölük pörçük hece ve kelimeleri binanın kubbesine doğru itip sol tarafta bulunan merdivenlerden kadınlar mahfline tırmanıyorlar. İnce ayaklı bir masaya yaklaşıyorlar; üstten açılan kristal camlı kapağı itinayla kaldırıyorlar. Menteşelerin edepli gıcırtısı, Madam Amati’nin ölünceye dek her düğünde kemanıyla çaldığı ve mahfle bir koku gibi sinmiş Felix Mendelssohn’un Düğün Marşı’nın notalarıyla buluşarak sessizliğin akordunu yapıyor. Gölgelerin, kubbenin camlarından süzülen cılız ışımaların altında Arapça yazılı, varak süslü kâğıdı almalarına engel kalmamıştır artık. Sinagogun vitray camlarına savaşan martıların gölgeleri yansıyor aynı anda. Kanatlarının sert hareketleri gökyüzünde V harfne benzeyen yırtıklar oluşturuyor. Kimi martıların o yırtıkların arasında kaybolduğu, sinagoga düşen hayalet karaltılarının bir an için azalmasından anlaşılıyor. Çıkardıkları sesler acıkmış bir bebeğin çığlıkları gibi. Onlar cenk ededururken gölgeler, gece bekçilerinin rahatsız uykularının içinden ganimetleriyle birlikte geçip sokakların hoş derinliklerinde kayarak gözden kayboluyorlar. Mutluluklarının pırıltılı zerreleri onları bir süre takip etse da gün yüzünü gösteren güneşin mahmur sırmaları tarafından kısa sürede yutuluyorlar.
Yutuluyorlaryutuluyorlaryutuluyorlar.
Aynı gün, yanar sönerli kırmızı bant içinde yazan “son dakika” ikazıyla bir haber, bütün televizyon ve internet sitelerinde şu şekillerde yerini alıyor:
“Yüzyılın soygunu!”
“Akıl almaz hırsızlık!”
“Padişah soyuldu!”
“Şeytani plan!”
“Dün gece şok edici bir hırsızlık yaşandı; sabaha doğru İzmir’in ünlü tarihi sinagogu Beth İsrael giren hırsızlar, Sultan ll. Abdülhamit’in fermanını çaldılar. Bir süredir sinagogda sergilenmekte olan ferman, 1905 yılında Sultan ll. Abdülhamit tarafından dönemin İzmir Valisi eski Sadrazam Kâmil Paşa’ya hitaben yazılmıştı. Fermandaki fetvada, Sultan’ın Karataş semtinde yaşayan Musevilerin ibadet etmelerine izin verdiği ve buna bağlı olarak inşa edilecek sinagogun yapımı için ayrılacak kaynağın miktarı belirtiliyordu…”
Raşel Meseri, İzmir’de doğdu. Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon bölümünü bitirdi. Yazmış olduğu birçok çocuk kitabı, roman ve tiyatro oyununun yanı sıra, resim yaptı, çeşitli belgesel ve kısa filmlere imza attı. Kitapları: Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar 1: Enerji İmparatorluğu (Bu Yayınevi, 2013), Can’lı ve Işıltılı Maceralar 2: Yumurtanın Sırrı (Bu Yayınevi, 2013), Pen Parkta (Türkçe, Kürtçe, Ermenice) (Habitus, 2015) Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Kağıtların Çığlığı (Habitus, 2015), Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Dikkat! Hayalleriniz Çalınabilir (Habitus, 2015), Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Kayıp Kukla (Habitus, 2016), Can’lı ve Işıl’tılı Maceralar: Yeryüzü Okulu (Habitus, 2017), Köpekbalıklarının Şarkıları (Delidolu, 2017) Türkiye’de Yahudi Olmak (Aylin Kuryel ile birlikte editör) (İletişim Yayınları, 2017), Kırık Şehir (Alfa Yayınları, 2020), Küt Oynayan Kadınlar (Alfa Yayınları, 2021), Şekillerin Oyunu (Hippo, 2021), Haydi Rapunzel, Bir Taş Daha! (Biçim, 2021), Pen Ormanda (Biçim, 2022), Meskûn Zaman (Alfa Yayınları, 2022)
Paylaş: