Yetmişli yılların ortalarında elime geçmiş olan “My Name is Asher Lev” romanını bir solukta bitirmiştim… New York’lu genç bir Yahudi ressamın, gelenekleriyle çatışmasını irdeleyen Chaim Potok’un diğer yapıtlarını araştırdığımda, “The Chosen” ve -devamı sayılan- “The Promise” romanlarını da aynı keyfi alarak okudum. O günden başlamak üzere, bu kitapların dilimize kazandırmasını hep arzulamıştım ve bundan yirmi yıl kadar önce ikisinin de “Seçilmiş” ve “Söz” başlıklarıyla GözlemYayınları tarafınca Türk okurlarına kazandırılmış olmasını içtenlikle alkışlamıştım… Ne var ki, bugün baktığım www.gozlemkitap.com sitesinden gördüğüm kadarıyla, şu anda sadece “Söz” satışta; asıl önemli olan ilk yapıtı olan “Seçilmiş”in baskısı ise tükenmiş görünüyor – sanırım ancak sahaflarda bulunabilir…
İkilem’den bileşim’e
2002 yılında yitirdiğimiz Potok, geride dokuz roman, dört belgesel anlatı ve üç çocuk kitabı bıraktı. Polonya asıllı olarak 1929 yılında New York’da doğmuş olan yazar, öncelikle haham eğitimi gördü; ne var ki din adamlığını ancak askerliği süresince Kore savaşı sırasında ordu hahamı olarak sürdürmüşken, yazarlığının yanı sıra daha çok öğretim görevlisi ve yayıncı olarak çalıştı. Johns Hopkins Üniversitesi Dergisi ile bir söyleşide, çocukluğundan başlamak üzere, özellikle Yahudilik konularında roman yazma isteği nedeniyle, dini ile geleneklerini daha bilimsel yönden araştırmak üzere hahamlık eğitimini seçtiğini belirtmişti. Öte yandan, otuzunu geçtikten sonra, laik dünya düşüncelerini de kapsamlı biçimde öğrenmek amacıyla felsefe dalında doktora yapmayı yeğleyecekti.
Chaim Potok’un tüm romanlarının özünde, ilkesel birer eytişim (= diyalektik) bulunuyor; gelişen olaylarda ve başkişilerin özyapılarında derin ikilemler göze çarpar. Bunların çoğu dini konuları içermekle birlikte, son yapıtlarında siyasi sorgulamalar da yer almaktadır. Ne var ki, yukarıda değindiğim üç romanı da içeren başyapıtlarının tümünün ana fikri, köktendinci ve aydınlanmış Yahudilik arasındaki çatışma düzeyindedir. Yazarın düşüncelerini incelediğimizde, bu konudaki görüşlerini aşağıdaki biçimde özetleyebiliriz:
– Her birey, kendine göre kapalı bir ortamda, ailesi ve yetiştirilme biçimine özgün kurallarla büyümektedir.
– İlk gençliğimizden başlamak üzere, tümümüze – gerek birey gerekse bağlı olduğumuz toplum olarak – belirli bir “yegânelik” aşılanıyor.
– Derken, aile ocağından lise, üniversite veya iş ortamına atıldığımızda, çeşitli dış etkenler sonucu sayısız “yabancı” düşünceler ile karşı karşıya kalmaktayız. Çağdaş dünyada bu düşünceler, Potok’un “Batılı Laik Hümanizma”, benim ise kısaca “Aydınlanma” olarak adlandırabileceğim ussal akımlardır ki, bunların kurucuları Voltaire, Darwin, Marx ve Freud’dan Kafka, Picasso ve Strawinsky’ye uzanmakta…
– İşte, özellikle geleneksel Yahudi eğitimi almış olan gençlerin, bu dış dünya ile tanışmaları sonucu, evlerinde gördükleri ile “dışarıda” öğrendikleri arasında doğal bir eytişim ortamının gelişmesi, kaçınılmazdır – ve böylece, Potok’un “core-core culture confrontation” olarak adlandırdığı, dikine gelişen kültürel çatışmalar oluşuyor!
– Gene Potok’a göre bireyler, “bu dış dünyadaki güzel şeyleri edinmek” zorunluluğunda olup, çatışmadan yarar sağlayacak bileşimler (= sentezler) türetebilirler…
Yazarın bu düşünceleri, aslında herkesçe bilinen gerçeklerin dışında değildir: Amaç, karşılıklı etkileşim sonucu, her iki “cephe”yi bir araya getirmek ve 1986 yılındaki bir konuşmasında altını çizdiği gibi, “… bu kültürlerin kaynaşmasından, altın değerindeki ussal zenginlikler edinmektir”. Bu yoldan gelenekçi/yenilikçiler, sağcılar/solcular, savaş yanlıları/barışseverler ve batılılar ile doğulular bir araya gelemezler mi?
“Gelenekler” nereye kadar?
Potok’un ana ortamı, geçtiğimiz yüzyılın ortalarındaki ABD olmanın yanı sıra, gerek atalarının geldiği Doğu Avrupa, gerekse bulunduğu Uzakdoğu ülkelerinde yapmış olduğu incelemeler, yukarıda değindiğim konular ve sorunlar için birer uygulama alanı olmuştur. Öte yandan, romanlarının önemli bir bölümünde çocukları ve gençleri başkişi olarak seçmekle, büyük çapta özyaşamöyküsel öğeler içeren gençlik sorunlarını da işliyor.
İlk romanı olan “The Chosen”(“Seçilmiş”)te, Hasidik bir ailenin çocuğu olan Danny Saunders’in, erkeklerinin birçok kuşak boyunca haham olan ailesinin yolundan ayrılıp, Freud’un yapıtlarından esinlenerek psikyatri okumak isteği karşısında babası ile arasındaki ikilemi işleniyor. Acaba Danny, onu sarmalayan gelenekler yumağından sıyrılabilecek midir? Bir yandan “sorunlarımızı çözmek için dış dünyaya gereksinim yoktur” savı ile bunun karşısında “dış evrende olan her şey kötü değildir” düşüncesi arasında bocalayan gence, gene dindar olup, ancak daha ılımlı bir yaklaşım sergileyen bir ailenin çocuğu olan Reuven Malther, gittikçe gelişen dostluğu ile yardımcı olacaktır. – 1940’lı yılların Brooklyn semtinde başlayan bu ilk gençlik romanı, New York’un diğer semtlerine de taşan ve her iki gencin olgunlaşma yıllarını içeren “The Promise”(“Söz”) ile sürer. Danny’nin psikiyatr olmasına karşın, Reuven hahamlığı seçmiştir, ancak son sınavlarında, sert ve acımasız bir hoca karşısında bocalıyor. Danny ise, iyileştirmeye çalıştığı bir hastasına, kendi geliştirdiği yöntemleri uygulamak için çabalamaktadır. Potok’un ustalıklı biçimde işlediği yetişkinlik ortamındaki bu iki genç, daha laik bir yaşama yelken açmış durumdadırlar artık…
Daha yukarıda değinmiş olduğum Potok’un gençlik sorunlarına yatkınlığı, “In The Beginning” romanında da geniş yer alır. İkinci Dünya Savaşı öncesi New York Yahudi yaşamından ayrıntılı bir kesit sunan bu yapıtında, küçük David Lurie’nin yetişmesine tanık oluyoruz. Sık sık hastalanan, içine dönük bu çocuk, daha çok büyüklerinden duyduklarını irdelemek durumunda olup, bunların ışığında oluşturduğu tepkileri konu edinir: Avrupa’daki Nazi soykırımı, bazı ABD’li politikacılar veya Henry Ford gibi iş adamlarının Yahudi düşmanlığı, Erez Israel’e göç – ve bütün bunlara bir yanıt olarak oluşan, Tora ve Talmud’a karşı duymaya başladığı yatkınlık…
1967 ve 69 yıllarında yayımlanmış olan bu romanlarının olumlu yankıları üzerine Potok, aynı konuyu başka bir boyuta taşımaya karar verir. Gelenekçi/yenilikçi tartışması, düşünsel düzeyden, sanatsal konulara nasıl aktarılabilirdi? Gençliğinden başlamak üzere resim sanatına da yatkın olan yazarın, oldukça dindar olan babasından aldığı tepkilere artık yeni bir roman ortamında göğüs germesi gerkiyordu! Yahudi dininde görsel betimlemenin yaygın olmamasından hareketle, gene Hasidik bir çevrede yetişmiş olan bir genç, “My Name is Asher Lev” romanında, ailesinin tüm tepkilerine karşın, Brooklyn çevresinden ABD’nin en saygın ressamları arasına yükseliyor! Ailesinden aldığı tüm tepkilere karşın “nefes alır gibi” resim üstüne resim çiziyor – dahası, babasını bile, simgesel biçimde çarmıha gerilmiş olarak resmediyor! Ne var ki –Potok’un ana fikrine uygun olarak– Asher Lev, gene de dinine sımsıkı bağlı bir Yahudi kalmayı sürdürüyor…
Bu romanın da gerek okurlar gerekse eleştirmenler tarafınca büyük beğeni kazanması, Potok’u devamını yazmaya yönlendirir: 1990’da yayımlanan “The Gift of Asher Lev”de Brooklyn’li genç, artık dünya çapında bir ressam olmuş ve yirmi yıldır Fransa’da yaşamaktadır. Ancak çok sevdiği bir amcasının ölümü üzerine, oğlu ile birlikte geçici bir süre için New York’a döner – ve orada gene, istemeyerek, yetişmiş olduğu ortam ile seçmiş olduğu evren arasındaki ikilemin içine düşer! Olaylar gelişirken, bir yandan ailesini, beri yandan kendisini ve en önemlisi, genç oğlunun bundan sonraki yaşamını ilgilendirecek önemli bir karar aşamasına gelecektir… Israel televizyonunu veya Netflix izleyenleriniz, büyük beğeni kazanmış “Shtisel” dizisinin bu romandan (en azından!) “esinlendiğini” fark etmiştir kuşkusuz!
Dünya çapında bir “cemaat”
Bu kitapları ile dini gelenekleri tartışmasının ardından, yazarın daha geniş bir konuya el attığı diğer önemli bir romanı, 1981’de kaleme aldığı “The Book of Lights” olmuştur. Kore ve Japonya’daki yıllarının bir ürünü olan bu yapıtında Potok, nükleer savaş sorununu, Kabala felsefesine yatkın Gershon Loran’ın yorumuyla irdeliyor. Burada apayrı bir ikilem ile karşı karşıyayız: Kendisi gibi Kore’de görevli olan Loran, aydınlanmak için Kabala’nın vereceği ışığın peşindeyken, babası fizik profesörü olan bir arkadaşı aracılığıyla Yahudi bilim adamlarının da geliştirilmesine katkıda bulunduğu atom bombasının saçtığı ışığın bilincine varıyor… Potok’un yorumuyla: “İnsanoğlu olarak, hep yeni bilgilere karşı bir özlem duymaktayız. İşte, maddeden enerji yaratacak, önemli bir buluş … ancak biz, onu ne yapıyoruz? Her şeyi yoketmek için bir bomba… Bundan daha büyük bir ikilem olabilir mi?”
İlerleyen yıllarda, Potok’un değindiği ikilemler, daha çok evrensel konulara taşacaktır. 1990’da kaleme aldığı “Davita’s Harp” romanında, Stalin dönemi ile dine bağlılığı, 1992’da yayımlanan “I am the Clay”de Kore Savaşı’nın etkilediği bir aile sorununu, son olarak yazdığı “Old Men at Midnight” başlıklı öykü-romanında ise Polonya, SSCB ve ABD’de oluşan, üç ayrı başkişinin öyküleri konu edinir.
Kuşku yoktur ki Türk okurlarının bildiği ilk iki romanı yanı sıra, “My Name is Asher Lev”, Chaim Potok’un başyapıtıdır… Umudum, bu romanın da dilimize kazandırılıp, daha geniş bir okur kitlesine ulaşabilmesidir. Haham eğitimini görmüş olmasına karşın bu mesleğe hiç yönelmediğinden, Potok’un bir sinagog cemaati olmamıştır hiç – ne var ki, dünyanın her bir yanında romanlarının tadına varmış olan milyonlarca okur, en azından eşit derecede bir “cemaat” sayılmaz mı?
Not: Şalom Gazetesi’nin 27 Ağustos 2003 tarihinde yayınlanan yazının güncellenmiş halidir.
Dr. Robert Schild, İstanbul ve Linz Üniversitelerinde okumuş, 1975’te Uluslararası Pazarlama konusunda tezini sunmuştur. Avusturya asıllı olup, İstanbul’da dış ticaret konusundaki çalışmalarının ardından 2017’den bu yana dönüşümlü olarak İsrail, Avusturya ve Türkiye’de ikamet etmektedir. Avusturya, ABD ve Türkiye’de yayımlanmış mesleki makalelerinin yanı sıra, Yahudi kültürü ve mizahı hakkında dört çalışması basıldı. Burgazadası’nın çok kültürlülüğünü irdeleyen bir belgesel tasarlayıp, 2021’de aynı konudaki Canlı Bir Etnografik Müze çalışması, 2022’de ise Stefan Zweig’ın Veda Mektubu başlıklı öykü kitabı yayımlandı. Uzun yıllar boyunca Şalom Gazete ve Dergi’siyle Paros Dergisi’ne katkıda bulundu; zaman zaman kitap-lık Dergisi ile Türkiye, Almanya ve Avusturya’nin değişik gazete ve dergilerinde yazıları yayımlanmaktadır. FM 94.9 Açık Radyo’da Klezmer ve Caz müzikleri program yapımcılığında bulundu. 2003’te başlamak üzere, halen yayın kurulu üyesi olduğu Tiyatro Dergisi‘ndeeleştirileri yayımlanıyor; 2017’den bu yana da www.turkisrael.org.il portalında köşe yazarıdır.
Yetmişli yılların ortalarında elime geçmiş olan “My Name is Asher Lev” romanını bir solukta bitirmiştim… New York’lu genç bir Yahudi ressamın, gelenekleriyle çatışmasını irdeleyen Chaim Potok’un diğer yapıtlarını araştırdığımda, “The Chosen” ve -devamı sayılan- “The Promise” romanlarını da aynı keyfi alarak okudum. O günden başlamak üzere, bu kitapların dilimize kazandırmasını hep arzulamıştım ve bundan yirmi yıl kadar önce ikisinin de “Seçilmiş” ve “Söz” başlıklarıyla Gözlem Yayınları tarafınca Türk okurlarına kazandırılmış olmasını içtenlikle alkışlamıştım… Ne var ki, bugün baktığım www.gozlemkitap.com sitesinden gördüğüm kadarıyla, şu anda sadece “Söz” satışta; asıl önemli olan ilk yapıtı olan “Seçilmiş”in baskısı ise tükenmiş görünüyor – sanırım ancak sahaflarda bulunabilir…
İkilem’den bileşim’e
2002 yılında yitirdiğimiz Potok, geride dokuz roman, dört belgesel anlatı ve üç çocuk kitabı bıraktı. Polonya asıllı olarak 1929 yılında New York’da doğmuş olan yazar, öncelikle haham eğitimi gördü; ne var ki din adamlığını ancak askerliği süresince Kore savaşı sırasında ordu hahamı olarak sürdürmüşken, yazarlığının yanı sıra daha çok öğretim görevlisi ve yayıncı olarak çalıştı. Johns Hopkins Üniversitesi Dergisi ile bir söyleşide, çocukluğundan başlamak üzere, özellikle Yahudilik konularında roman yazma isteği nedeniyle, dini ile geleneklerini daha bilimsel yönden araştırmak üzere hahamlık eğitimini seçtiğini belirtmişti. Öte yandan, otuzunu geçtikten sonra, laik dünya düşüncelerini de kapsamlı biçimde öğrenmek amacıyla felsefe dalında doktora yapmayı yeğleyecekti.
Chaim Potok’un tüm romanlarının özünde, ilkesel birer eytişim (= diyalektik) bulunuyor; gelişen olaylarda ve başkişilerin özyapılarında derin ikilemler göze çarpar. Bunların çoğu dini konuları içermekle birlikte, son yapıtlarında siyasi sorgulamalar da yer almaktadır. Ne var ki, yukarıda değindiğim üç romanı da içeren başyapıtlarının tümünün ana fikri, köktendinci ve aydınlanmış Yahudilik arasındaki çatışma düzeyindedir. Yazarın düşüncelerini incelediğimizde, bu konudaki görüşlerini aşağıdaki biçimde özetleyebiliriz:
– Her birey, kendine göre kapalı bir ortamda, ailesi ve yetiştirilme biçimine özgün kurallarla büyümektedir.
– İlk gençliğimizden başlamak üzere, tümümüze – gerek birey gerekse bağlı olduğumuz toplum olarak – belirli bir “yegânelik” aşılanıyor.
– Derken, aile ocağından lise, üniversite veya iş ortamına atıldığımızda, çeşitli dış etkenler sonucu sayısız “yabancı” düşünceler ile karşı karşıya kalmaktayız. Çağdaş dünyada bu düşünceler, Potok’un “Batılı Laik Hümanizma”, benim ise kısaca “Aydınlanma” olarak adlandırabileceğim ussal akımlardır ki, bunların kurucuları Voltaire, Darwin, Marx ve Freud’dan Kafka, Picasso ve Strawinsky’ye uzanmakta…
– İşte, özellikle geleneksel Yahudi eğitimi almış olan gençlerin, bu dış dünya ile tanışmaları sonucu, evlerinde gördükleri ile “dışarıda” öğrendikleri arasında doğal bir eytişim ortamının gelişmesi, kaçınılmazdır – ve böylece, Potok’un “core-core culture confrontation” olarak adlandırdığı, dikine gelişen kültürel çatışmalar oluşuyor!
– Gene Potok’a göre bireyler, “bu dış dünyadaki güzel şeyleri edinmek” zorunluluğunda olup, çatışmadan yarar sağlayacak bileşimler (= sentezler) türetebilirler…
Yazarın bu düşünceleri, aslında herkesçe bilinen gerçeklerin dışında değildir: Amaç, karşılıklı etkileşim sonucu, her iki “cephe”yi bir araya getirmek ve 1986 yılındaki bir konuşmasında altını çizdiği gibi, “… bu kültürlerin kaynaşmasından, altın değerindeki ussal zenginlikler edinmektir”. Bu yoldan gelenekçi/yenilikçiler, sağcılar/solcular, savaş yanlıları/barışseverler ve batılılar ile doğulular bir araya gelemezler mi?
“Gelenekler” nereye kadar?
Potok’un ana ortamı, geçtiğimiz yüzyılın ortalarındaki ABD olmanın yanı sıra, gerek atalarının geldiği Doğu Avrupa, gerekse bulunduğu Uzakdoğu ülkelerinde yapmış olduğu incelemeler, yukarıda değindiğim konular ve sorunlar için birer uygulama alanı olmuştur. Öte yandan, romanlarının önemli bir bölümünde çocukları ve gençleri başkişi olarak seçmekle, büyük çapta özyaşamöyküsel öğeler içeren gençlik sorunlarını da işliyor.
İlk romanı olan “The Chosen” (“Seçilmiş”)te, Hasidik bir ailenin çocuğu olan Danny Saunders’in, erkeklerinin birçok kuşak boyunca haham olan ailesinin yolundan ayrılıp, Freud’un yapıtlarından esinlenerek psikyatri okumak isteği karşısında babası ile arasındaki ikilemi işleniyor. Acaba Danny, onu sarmalayan gelenekler yumağından sıyrılabilecek midir? Bir yandan “sorunlarımızı çözmek için dış dünyaya gereksinim yoktur” savı ile bunun karşısında “dış evrende olan her şey kötü değildir” düşüncesi arasında bocalayan gence, gene dindar olup, ancak daha ılımlı bir yaklaşım sergileyen bir ailenin çocuğu olan Reuven Malther, gittikçe gelişen dostluğu ile yardımcı olacaktır. – 1940’lı yılların Brooklyn semtinde başlayan bu ilk gençlik romanı, New York’un diğer semtlerine de taşan ve her iki gencin olgunlaşma yıllarını içeren “The Promise” (“Söz”) ile sürer. Danny’nin psikiyatr olmasına karşın, Reuven hahamlığı seçmiştir, ancak son sınavlarında, sert ve acımasız bir hoca karşısında bocalıyor. Danny ise, iyileştirmeye çalıştığı bir hastasına, kendi geliştirdiği yöntemleri uygulamak için çabalamaktadır. Potok’un ustalıklı biçimde işlediği yetişkinlik ortamındaki bu iki genç, daha laik bir yaşama yelken açmış durumdadırlar artık…
Daha yukarıda değinmiş olduğum Potok’un gençlik sorunlarına yatkınlığı, “In The Beginning” romanında da geniş yer alır. İkinci Dünya Savaşı öncesi New York Yahudi yaşamından ayrıntılı bir kesit sunan bu yapıtında, küçük David Lurie’nin yetişmesine tanık oluyoruz. Sık sık hastalanan, içine dönük bu çocuk, daha çok büyüklerinden duyduklarını irdelemek durumunda olup, bunların ışığında oluşturduğu tepkileri konu edinir: Avrupa’daki Nazi soykırımı, bazı ABD’li politikacılar veya Henry Ford gibi iş adamlarının Yahudi düşmanlığı, Erez Israel’e göç – ve bütün bunlara bir yanıt olarak oluşan, Tora ve Talmud’a karşı duymaya başladığı yatkınlık…
1967 ve 69 yıllarında yayımlanmış olan bu romanlarının olumlu yankıları üzerine Potok, aynı konuyu başka bir boyuta taşımaya karar verir. Gelenekçi/yenilikçi tartışması, düşünsel düzeyden, sanatsal konulara nasıl aktarılabilirdi? Gençliğinden başlamak üzere resim sanatına da yatkın olan yazarın, oldukça dindar olan babasından aldığı tepkilere artık yeni bir roman ortamında göğüs germesi gerkiyordu! Yahudi dininde görsel betimlemenin yaygın olmamasından hareketle, gene Hasidik bir çevrede yetişmiş olan bir genç, “My Name is Asher Lev” romanında, ailesinin tüm tepkilerine karşın, Brooklyn çevresinden ABD’nin en saygın ressamları arasına yükseliyor! Ailesinden aldığı tüm tepkilere karşın “nefes alır gibi” resim üstüne resim çiziyor – dahası, babasını bile, simgesel biçimde çarmıha gerilmiş olarak resmediyor! Ne var ki –Potok’un ana fikrine uygun olarak– Asher Lev, gene de dinine sımsıkı bağlı bir Yahudi kalmayı sürdürüyor…
Bu romanın da gerek okurlar gerekse eleştirmenler tarafınca büyük beğeni kazanması, Potok’u devamını yazmaya yönlendirir: 1990’da yayımlanan “The Gift of Asher Lev”de Brooklyn’li genç, artık dünya çapında bir ressam olmuş ve yirmi yıldır Fransa’da yaşamaktadır. Ancak çok sevdiği bir amcasının ölümü üzerine, oğlu ile birlikte geçici bir süre için New York’a döner – ve orada gene, istemeyerek, yetişmiş olduğu ortam ile seçmiş olduğu evren arasındaki ikilemin içine düşer! Olaylar gelişirken, bir yandan ailesini, beri yandan kendisini ve en önemlisi, genç oğlunun bundan sonraki yaşamını ilgilendirecek önemli bir karar aşamasına gelecektir… Israel televizyonunu veya Netflix izleyenleriniz, büyük beğeni kazanmış “Shtisel” dizisinin bu romandan (en azından!) “esinlendiğini” fark etmiştir kuşkusuz!
Dünya çapında bir “cemaat”
Bu kitapları ile dini gelenekleri tartışmasının ardından, yazarın daha geniş bir konuya el attığı diğer önemli bir romanı, 1981’de kaleme aldığı “The Book of Lights” olmuştur. Kore ve Japonya’daki yıllarının bir ürünü olan bu yapıtında Potok, nükleer savaş sorununu, Kabala felsefesine yatkın Gershon Loran’ın yorumuyla irdeliyor. Burada apayrı bir ikilem ile karşı karşıyayız: Kendisi gibi Kore’de görevli olan Loran, aydınlanmak için Kabala’nın vereceği ışığın peşindeyken, babası fizik profesörü olan bir arkadaşı aracılığıyla Yahudi bilim adamlarının da geliştirilmesine katkıda bulunduğu atom bombasının saçtığı ışığın bilincine varıyor… Potok’un yorumuyla: “İnsanoğlu olarak, hep yeni bilgilere karşı bir özlem duymaktayız. İşte, maddeden enerji yaratacak, önemli bir buluş … ancak biz, onu ne yapıyoruz? Her şeyi yoketmek için bir bomba… Bundan daha büyük bir ikilem olabilir mi?”
İlerleyen yıllarda, Potok’un değindiği ikilemler, daha çok evrensel konulara taşacaktır. 1990’da kaleme aldığı “Davita’s Harp” romanında, Stalin dönemi ile dine bağlılığı, 1992’da yayımlanan “I am the Clay”de Kore Savaşı’nın etkilediği bir aile sorununu, son olarak yazdığı “Old Men at Midnight” başlıklı öykü-romanında ise Polonya, SSCB ve ABD’de oluşan, üç ayrı başkişinin öyküleri konu edinir.
Kuşku yoktur ki Türk okurlarının bildiği ilk iki romanı yanı sıra, “My Name is Asher Lev”, Chaim Potok’un başyapıtıdır… Umudum, bu romanın da dilimize kazandırılıp, daha geniş bir okur kitlesine ulaşabilmesidir. Haham eğitimini görmüş olmasına karşın bu mesleğe hiç yönelmediğinden, Potok’un bir sinagog cemaati olmamıştır hiç – ne var ki, dünyanın her bir yanında romanlarının tadına varmış olan milyonlarca okur, en azından eşit derecede bir “cemaat” sayılmaz mı?
Not: Şalom Gazetesi’nin 27 Ağustos 2003 tarihinde yayınlanan yazının güncellenmiş halidir.
Dr. Robert Schild, İstanbul ve Linz Üniversitelerinde okumuş, 1975’te Uluslararası Pazarlama konusunda tezini sunmuştur. Avusturya asıllı olup, İstanbul’da dış ticaret konusundaki çalışmalarının ardından 2017’den bu yana dönüşümlü olarak İsrail, Avusturya ve Türkiye’de ikamet etmektedir. Avusturya, ABD ve Türkiye’de yayımlanmış mesleki makalelerinin yanı sıra, Yahudi kültürü ve mizahı hakkında dört çalışması basıldı. Burgazadası’nın çok kültürlülüğünü irdeleyen bir belgesel tasarlayıp, 2021’de aynı konudaki Canlı Bir Etnografik Müze çalışması, 2022’de ise Stefan Zweig’ın Veda Mektubu başlıklı öykü kitabı yayımlandı. Uzun yıllar boyunca Şalom Gazete ve Dergi’siyle Paros Dergisi’ne katkıda bulundu; zaman zaman kitap-lık Dergisi ile Türkiye, Almanya ve Avusturya’nin değişik gazete ve dergilerinde yazıları yayımlanmaktadır. FM 94.9 Açık Radyo’da Klezmer ve Caz müzikleri program yapımcılığında bulundu. 2003’te başlamak üzere, halen yayın kurulu üyesi olduğu Tiyatro Dergisi‘nde eleştirileri yayımlanıyor; 2017’den bu yana da www.turkisrael.org.il portalında köşe yazarıdır.
Paylaş: