1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesi, Türkiye’de yaşayan çeşitli kimlikler için önemli bir odak değişimini temsil eden büyük bir politik ve toplumsal olaydır. Yaşadığımız coğrafyada edebiyat ve siyasetin birbirini karşılıklı belirlemesine ilişkin verebileceğimiz sayısız örnek, ülkedeki politik gelişmelerin izdüşümlerinin –çoğu kez söyleme dönüşmüş olarak– edebiyat metinlerine nasıl yansıdığını izah etmemize yardımcı olabilir. Nitekim Millî Edebiyat adı verilen dönemi dikkate alacak olursak bu dönemde Mehmed Emin Yurdakul, Ziya Gökalp gibi isimlerin kaleme aldığı şiirlerde ses bulan milliyetçi görüşlerin, yakın tarihimizin siyasi sahnesine kaynaklık ettiği görülecektir. Buna karşılık dönemlere göre değişen egemen politik söylemler de edebiyat eserlerinde yankı bulmuştur. İşte tam da bu noktada gayrimüslim kimliklerinin Türk edebiyatındaki izini sürmek, karşımıza şaşırtıcı derecede sistematik bir söylem inşası pratiğinin varlığını koyar.
Bu yazıda Yahudi kimliğini merkeze alarak Türk romanında söz konusu kimliğe ilişkin geliştirilen söylem türlerini ve bunların egemen söylemle bağlantılarını en azından ana hatlarıyla izah etmeye çalışacağım.
Yahudi kimliğine rast geldiğimiz romanlarda, ötekileştirici söylemler genellikle birbirine benzer niteliktedir. Basın-yayın sahasında ve toplumsal belleği şekillendirme gücü olan politik söylemde Yahudiler genellikle “kazanma hırsı içinde”, “haksız zenginleşmiş” ve “fırsatçı” nitelemeleriyle anılırlar. Üstelik bu nitelikler, sanki gerçekten yalnızca bir topluluğa ait olabilirmiş gibi inanılması zor bir doğallık ve soğukkanlılıkla tekrarlanır. Yahudilerin ticaret sahasındaki etkinlikleri, sermayenin “millîleştirilmesi” adı altındaki bir iktidardan diğerine devrolan uzun bir süreçte egemenlerin dikkatini çekmiştir ve bu tutum sanki dünya üzerindeki tüm Yahudiler zengin, hırslı ve fırsatçı imiş gibi bir algıyı toplumun geri kalanına âdeta benimsetmeye çalışmıştır.
Lozan Antlaşması’yla birlikte Yahudilerin yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda azınlık olarak tanımlanması, aslında 1923’ten sonrasının bu kimliğin sürdürülmesi açısından netameli bir süreç başlatacağının habercisi olmuştur.
Öte yandan bu sürecin bir anda ortaya çıktığını söylemek güçtür. 1492’de İspanya’dan Osmanlı topraklarına sığınan Yahudi topluluğuna yönelik “misafir” bakış açısı varlığını daima sürdürmüştür. İmparatorluğun yıkılış sürecinde denenen çarelerden biri olarak öne çıkarılan Osmanlılık üst kimliğine yönelik vurgu içinde de Osmanlı kimliği, İmparatorluğun çeşitli unsurlarını eşitleyen bütünleştirici bir unsur olmaktan ziyade Osmanlılığı diğer kimliklerden kutsal tutan bir kapsama sahiptir.
İttihat ve Terakki’nin Müslüman-Türk kimliğini egemen kılma politikası güttüğü süreçte, Genç Kalemler dergisindeki yazılar yoluyla Yahudilerin dili “pis İspanyol jargonu” gibi olumsuzlayıcı ifadelere maruz kalır, en fazla bininin Osmanlı Türkçesi yazabildiği Yahudi topluluğu Türkçe öğrenmeye çağrılır (Dündar, 369).
Bu ve benzeri tüm ötekileştirici söylemlerin genellikle tehlikeli bir “hoşgörü” kavramıyla kuşatılması ayrıca dikkat çekicidir. Bu kavramın “tehlikeli” boyutu, içerdiği duygusal ağırlıkta gizlidir. Hoşgörü genellikle birinin kusurlarını, hatasını ya da gücenilecek davranışını sineye çekerken gündeme gelir. Buna benzer şekilde politik söylem içinde de hoşgörü kavramı, farklılıklardan mutlu olmak ve bunu bir zenginliğe dönüştürmek olarak değil de farklılığı sineye çekmek şeklinde ortaya çıktığını sezdirir. Ayrıca bir kimsenin diğerini hoş görmesi, kusur işleyen ve kendisine karşı kusur işlenen taraflar söz konusu olduğu için eşitlik ilkesini daima bozar. Nitekim romanlarda da karşımıza hoşgörüden ziyade hoşnutsuzluklar çıkar.
Söz gelimi 1920 tarihli Müftüoğlu Ahmet Hikmet’e ait Gönül Hanım romanı, Yahudilikle ilgili yoğun ithamlar içeren bir metindir. Aslında Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarını görmek üzere Orta Asya’ya yolculuk yapan bir grubun macerasını anlatır, ancak metnin bir noktasında Ahmet Hikmet Yahudilikle ilgili yaygın inanışlardan birini gündeme getirerek Yahudiliğin başlangıçta belirtilen esaslardan uzaklaşmış olduğunu belirtir (53). Bu tür söylemleri kamusal alanda ya da yayınlarda Hıristiyanlıkla ilgili değerlendirmeler yapılırken de görmek mümkündür. Bu eleştirileri getirenler için sanki bu dinler –elbette kendi bakış açılarına göre– herhangi bir bozulmaya uğramamış olsa çok memnun olacaklardır; fakat heyhat, bozulma gerçekleşmiş ve inanışlar yozlaşmıştır.
Ahmet Hikmet bu tespitle yetinmeyerek şu ifadeleri de ekler:
“Bilindiği gibi, din ve milliyetde aşırılıktan şimdiye kadar pek çok zarar gören Yahûdiler, ilim ve felsefe, bir de farmasonluk yardımıyla bu iki kuvvete yâni din ve milliyete karşı mücadelede bulunmak isterler, Halbuki kendileri en temiz ırk, en saf ve karışmamış nesil olarak Yahûdiliği gösterirler […] (70).“
Burada, başka romanlarda da görülmesi mümkün olan farklı dinlere ve milliyetlere karşı organize bir tutum geliştiren Yahudi kimliği tasavvur edilmektedir.
Benzer bir “uyarı”yı Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1924 tarihli Efsuncu Baba romanında yapar. İki Ermeni kazzazın mistik olaylara inanma zafiyeti bulunan bir adamdan maddi olarak yararlanmasını anlatan romanın sonlarına doğru, romanın esas konusundan kopuk bir şekilde Yahudilikle ilgili değerlendirmelere rastlarız.
Albert Einstein’ın “Yahudi kalarak” filozof olmasından (124), bu sebeple de objektif olmadığından söz eden yazar (bu noktada anlatıcı değil de yazar kelimesini kullanmak daha uygun düşüyor), “İsrailoğulları bugün yeryüzünde millet-i hâkime”dir (143) dedikten sonra Yahudilerle ilgili olarak şunları söyler: “Eski ve yeni dünyada en nâfiz ve kuvvetli sözlerin hangi dudaklardan çıktığını ve en ustalıklı entrikaların hangi fabrikaların ma’mûlatı olduğunu fark edenler hakikatı sezmiş olurlar.” (143). Böylece andığımız iki romanda da Yahudilikle ilgili endişe verici seviyede genelleyici ve ötekileştirici tutumlar bulunduğunu görürüz.
Bu tutumlar kuşkusuz roman karakterlerinde de karşılık bulur. Cumhuriyet öncesinde de sonrasında da Yahudi karakterlerin romanlarda genellikle benzer nitelemelerle anılması söz konusudur. Örneğin 19. yüzyıl sonuna rast gelen Safvet Nezihi’nin Zavallı Necdet romanında, çarşıda İngiliz gezgine değerinin çok üstünde halı satılması meselesinde bir Rum ve bir Yahudi tercüman fırsatçılıklarıyla ve sahtekârlıklarıyla ön plana çıkarlar:
“Rumca şivesiyle İngilizce konuşan, Yahudi telaffuzuyla Almanca söyleyen tercümanların çene muavenetiyle sürülmüş olan bu seccadenin iki üç gün evvel bir sâhib-i ihiyaç elinden yüz altmış beş kuruşa alınmış olduğunu söylemek mûcib-i istiğrab olmamalıdır (104).”
Peyami Safa’nın Mahşer (1924) romanında, başkarakter Nihad’ın arkadaşı Faik, yoksulluktan elindeki eşyaları satmak zorunda kaldığında Yahudi bir eskici bu eşyalara talip olur. Bu karakter metinde Faik’in ağzından şöyle anlatılır:
“Eskiden kapıdan geçen Yahudiyi gizlice içeriye alır, komşulardan utanırdık, şimdi herif, yemek odasının penceresine damlıyor, bar bar bağırıyor: “Fayığ Bey! Fayığ Bey! Musa Baba geldi… Yok mu bir ceket, yelek, pantalon?” diyor. […] Zaten benim sandıkların dibine darı eken o Yahudidir (15–16).”
Anlaşılacağı üzere söylemsel olarak Yahudi kimliği öne çıkarılan eskici, fırsatçı ve arsız/utanmaz bir karakter olarak öne çıkarılır. Etnik kimliğin olumsuz özelliklerle birlikte öne çıkarılması, gayrimüslim karakterleri içeren romanlarda çokça rastladığımız bir durumdur.
1920’li yıllar Türkiye’de gayrimüslimlerle ilgili endişe uyandırıcı siyasi ve toplumsal gelişmelerin yaşandığı yıllardır. 1924 Baro Kanunu ve onu takip eden 6 Ocak 1926 tarihli kanun ile avukatların mesleklerini sürdürebilmeleri için getirilen koşullardan gayrimüslim karakterler olumsuz etkilenir ve mesleklerini yapamaz noktaya gelirler. 1927 yılında gerçekleşen ve İstanbul’da belli bir ölçüde infiale sebep olan Elza Niyego Cinayeti, öldürülen Yahudi kızı Elza’nın cenazesinde Yahudi vatandaşlara yönelik ortaya çıkan saldırgan tutum nedeniyle bir başka travmatik olguyu beraberinde getirir. Aynı süreçte romanlarda, yukarıda sözünü ettiğimiz türden ötekileştirme örneklerine rastlanmaya devam edecektir. Refik Halid’in İstanbul’un Bir Yüzü (1927) romanında savaş zengini Kâni’nin “ayakları[n]a bir Yahudi dolaş[ır]” (32). İsmet’in eski zaman bohçacılarını andığı bölümde Yahudi bir kadın olan Aldiyado’nun “yarı dalkavuk” ve “sahte vatanperver” (128) göründüğü vurgulanır. Turhan Tan’ın Bursa’da Osmanlı hâkimiyetini anlattığı Gönülden Gönüle (1931) adlı tarihî romanında Yahudiler “Türk’ün âdil idaresinde para kazan[maktadır]” (3-4).
1930’lu yıllar Avrupa’da Nazizm’in yükseldiği ve bu bakımdan Türkiye’yi de etkilediği yıllardır. Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde Yahudilerle ilgili olarak “[ç]amur ne kadar fırına verilse, demir olmıyacağı gibi, Yahudi de ne kadar yırtınsa Türk olamaz” (alıntılayan Levi, 110) ifadelerini kullandığı ve Yahudi kimliğine yönelik ötekileştirmenin en üst düzeye ulaştığı bir dönemden geçilmektedir. 1934 Trakya Yahudi Olayları olarak anılan ve Trakya’daki Yahudi varlığına yönelik fiziksel boyuta ulaşan saldırıların gerçekleşmesi bu bakımdan tesadüf değildir. Aynı evrede Yahudilerin hâlihazırda bölgede ticarette etkin olduklarını ve bu durumun bir Yahudi karşıtlığını körüklediğini belirtmek gerekir.
Bu evrede Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul (1938) romanı, Tanzimat’tan günümüze doğru uzanan bir çerçevede dönemsel tartışmaları da içerdiği için dikkate değer bir roman olarak öne çıkar. Üç İstanbul’un en önemli karakterlerinden Moiz, başlangıçta olumlu bir figür olarak çizilse de zaman içinde durum değişecektir.
Kalabalık bir sohbette Müstantik Behçet, dünyada İngilizler ve Masonlar olmak üzere iki büyük kuvvet olduğunu söyleyen Moiz’e üçüncü ve en korkunç kuvvetin Yahudiler olduğunu ima eder. Osmanlı savaşlarla güç kaybettikçe bir savaş zengini hâline gelen Moiz’le ilgili Şair Raif şunları söyler: “Beş cephede yüz binlerce Türk çocuğu bu adamlar zengin olsun diye mi on dokuz yaşında ölüyorlar?” (440). Bu tutum diğer gayrimüslim kimliklere de yansır. Örneğin Senih Efendi’nin karısı Macide ile Süleyman, “yasak aşk”larını Sürpuhi adlı bir Ermeni’nin evinde yaşarlar. Sürpuhi’nin eşi eczacı Karnik ise gayrimeşru olarak nitelendirilen çocukların düşürülmesi için ilaçlar hazırlayan ve “ahlaksızlıkların” üstünü örtmekte aracı olan bir karakterdir (301). Dolayısıyla söylem olarak Türklerin ülke için canlarını feda ederken gayrimüslimlerin fırsatta istifade ederek zenginleştiği yönündeki bakış açısı öne çıkarılmış olur.
1942 sonlarında gündeme gelen Varlık Vergisi, ticari sahada edebiyat metinlerinde de sıklıkla karşımıza çıkan “haksız zenginleşmiş gayrimüslim” imajını onaylar nitelikte bir uygulama olmuştur. Takip eden süreçte 1947 yılında İsrail devletinin kurulması Türkiye’deki Yahudileri harekete geçiren bir başka önemli hadisedir. Rıfat Bali’nin süreci oldukça detaylı biçimde anlattığı Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Aliya: Bir Toplu Göçün Öyküsü (1946–1949) adlı çalışması, İsrail’in kuruluşu sürecinde giderek artan sayıda Türkiye Yahudisinin İsrail’e göç ettiğini göstermektedir.
Edebiyat metinlerinde söylenmemiş sözlerin de metnin söylemine dâhil olduğuna ilişkin kayda değer bir örnek tam da bu evrede karşımıza çıkar. Attilâ İlhan’ın 1953 tarihli Sokaktaki Adam romanında, diğer romanlara benzer olarak gayrimüslim karakterlerin farklı anlatıcılar tarafından çeşitli olumsuzlamalara maruz bırakıldığı görülür; bunun yanı sıra İsrail devletinin kurulmasına ve Türkiye Yahudilerinin İsrail’e göç etme eğilimi gösterdiğine değinilir. Romandaki Leon karakterinin Meryem’e İsrail’e gitme isteğini açtığı bölümde bunun nedenini soran Meryem şu yanıtı alır: “[…] Ama düşün bir kere, şimdiye kadar yeryüzünde bir Musevi devleti yoktu; herkes her yerdeydi, ben buradaydım, lâkin şimdi var, ben yine buradayım. Olur mu?” (121).
Leon’un bu yanıtı tatmin edici görünmemektedir. Zira 1930’lu yıllardan itibaren özellikle Yahudi vatandaşlara yönelik baskıların toplumda ulaştığı boyutlar hesaba katılırsa, yeni kurulan ve kendilerine ait hissettikleri bir ülkeye gitmek istemeleri anlaşılır hâle gelir. Nitekim 1940’lı yılların kimliklerinden dolayı gayrimüslimler açısından ne kadar zorlu geçtiği dikkate alınacak olursa, Yahudi vatandaşların yeterli gerekçelerinin bulunduğu anlaşılır. Ancak Attilâ İlhan tüm bu siyasi ve toplumsal dinamikleri göz ardı eder ve okuyucunun yalnızca Leon’un açıklamalarıyla yetinmesini bekler.
Erken Cumhuriyet döneminde gayrimüslimler ekseninde ortaya çıkan toplumsal, siyasi ve ekonomik gelişmelere bakıldığında bunların dolaylı ve dolaysız yansımalarının edebiyatta kendini gösterdiği ve siyaset ile edebiyatın bu alanda birbiriyle yoğun bir etkileşime girdiği söylenebilir. Ötekileştirme kavramıyla açıkladığımız genel çerçeve içinde fiziksel, ahlaki ve etnik kimliğin yersiz şekilde vurgulanması ya da gizlenmesi doğrultusunda söylemsel düzeyde ortaya çıkan olumsuzlamalar romanlardaki Yahudi karakterler özelinde de varlığını korumuştur. Bunun yanı sıra, özellikle ekonomik sahadaki Yahudi varlığından dolayı Yahudi kimliğine yönelik toplumda olgunlaştırılan ötekileştirici söylemlerin edebiyat metinlerinde yer bulduğu görülebilmektedir. Türkiye bu olgunlaşma sürecinin sonucunu, fazla beklemesine gerek kalmadan 6-7 Eylül Olayları’yla birlikte acı biçimde tecrübe etmiştir.
Edebiyatın tüm bu süreçlerin yakın tanığı olması, toplumsal barış özlemimizin hâlâ dinmediği bugünkü noktada edebiyatın üstlenmesi gereken sorumluluk ve diğer yandan doğurabileceği umut anlamında bize önemli bir işaret niteliğindedir.
Kaynakça
Dündar, Fuat. Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913–1918). 5. basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.
Hüseyin Rahmi [Gürpınar]. Efsuncu Baba. İstanbul: Kitabhâne-i Hilmi, 1340 (1924).
İlhan, Attilâ. Sokaktaki Adam. 5. Basım. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1994.
Karay, Refik Halid. İstanbul’un Bir Yüzü. 2. Basım. İstanbul: Semih Lûtfi Kitabevi, 1939.
Kuntay, Mithat Cemal. Üç İstanbul. 4. Basım. İstanbul: Oğlak Yayınları, 2004.
Levi, Avner. Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler. İstanbul: İletişim Yayınları, 1996.
Müftüoğlu, Ahmed Hikmet. Gönül Hanım. Haz. Fethi Tevetoğlu. 3. Basım. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990.
Peyami Safa. Mahşer. İstanbul: Orhaniye Matbaası, 1340 (1924).
Safvet Nezihi. Zavallı Necdet. İstanbul: İkdam Matbaası, 1316 (1900).
Tan, M. Turhan. Gönülden Gönüle. İstanbul: Agâh Sırrı Kitaphanesi, 1931.
Not: Makalede yer alan Ermeni isimleri yanlışlıkla Yahudi olarak yazılmış ve bu hata düzeltilmiştir.
Naim Atabağsoy, 1986 Bursa-İnegöl doğumlu akademisyen. Bilkent Üniversitesinden Felsefe alanında lisans, Türk Edebiyatı alanında doktora diploması aldı. Türk Romanında Gayrimüslime Bakış (1900-1960) başlıklı bir kitabı yayımlandı. Edebî eserlerde millî kimlik, milliyetçilik, gayrimüslim temsilleri, modernleşme sürecinin kadın kimliğine yaklaşımla ilişkileri ve en geniş çerçevede edebiyat-siyaset ilişkisi, temel çalışma alanlarını oluşturuyor. Akademik çalışmaları dışında enstrümanlarıyla uğraşıyor ve kendi müziklerini yapıyor. Makale, kitap eleştirisi ve çevirilerinin yanı sıra yayımlanmış şiirleri de bulunuyor.
1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesi, Türkiye’de yaşayan çeşitli kimlikler için önemli bir odak değişimini temsil eden büyük bir politik ve toplumsal olaydır. Yaşadığımız coğrafyada edebiyat ve siyasetin birbirini karşılıklı belirlemesine ilişkin verebileceğimiz sayısız örnek, ülkedeki politik gelişmelerin izdüşümlerinin –çoğu kez söyleme dönüşmüş olarak– edebiyat metinlerine nasıl yansıdığını izah etmemize yardımcı olabilir. Nitekim Millî Edebiyat adı verilen dönemi dikkate alacak olursak bu dönemde Mehmed Emin Yurdakul, Ziya Gökalp gibi isimlerin kaleme aldığı şiirlerde ses bulan milliyetçi görüşlerin, yakın tarihimizin siyasi sahnesine kaynaklık ettiği görülecektir. Buna karşılık dönemlere göre değişen egemen politik söylemler de edebiyat eserlerinde yankı bulmuştur. İşte tam da bu noktada gayrimüslim kimliklerinin Türk edebiyatındaki izini sürmek, karşımıza şaşırtıcı derecede sistematik bir söylem inşası pratiğinin varlığını koyar.
Bu yazıda Yahudi kimliğini merkeze alarak Türk romanında söz konusu kimliğe ilişkin geliştirilen söylem türlerini ve bunların egemen söylemle bağlantılarını en azından ana hatlarıyla izah etmeye çalışacağım.
Yahudi kimliğine rast geldiğimiz romanlarda, ötekileştirici söylemler genellikle birbirine benzer niteliktedir. Basın-yayın sahasında ve toplumsal belleği şekillendirme gücü olan politik söylemde Yahudiler genellikle “kazanma hırsı içinde”, “haksız zenginleşmiş” ve “fırsatçı” nitelemeleriyle anılırlar. Üstelik bu nitelikler, sanki gerçekten yalnızca bir topluluğa ait olabilirmiş gibi inanılması zor bir doğallık ve soğukkanlılıkla tekrarlanır. Yahudilerin ticaret sahasındaki etkinlikleri, sermayenin “millîleştirilmesi” adı altındaki bir iktidardan diğerine devrolan uzun bir süreçte egemenlerin dikkatini çekmiştir ve bu tutum sanki dünya üzerindeki tüm Yahudiler zengin, hırslı ve fırsatçı imiş gibi bir algıyı toplumun geri kalanına âdeta benimsetmeye çalışmıştır.
Lozan Antlaşması’yla birlikte Yahudilerin yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda azınlık olarak tanımlanması, aslında 1923’ten sonrasının bu kimliğin sürdürülmesi açısından netameli bir süreç başlatacağının habercisi olmuştur.
Öte yandan bu sürecin bir anda ortaya çıktığını söylemek güçtür. 1492’de İspanya’dan Osmanlı topraklarına sığınan Yahudi topluluğuna yönelik “misafir” bakış açısı varlığını daima sürdürmüştür. İmparatorluğun yıkılış sürecinde denenen çarelerden biri olarak öne çıkarılan Osmanlılık üst kimliğine yönelik vurgu içinde de Osmanlı kimliği, İmparatorluğun çeşitli unsurlarını eşitleyen bütünleştirici bir unsur olmaktan ziyade Osmanlılığı diğer kimliklerden kutsal tutan bir kapsama sahiptir.
İttihat ve Terakki’nin Müslüman-Türk kimliğini egemen kılma politikası güttüğü süreçte, Genç Kalemler dergisindeki yazılar yoluyla Yahudilerin dili “pis İspanyol jargonu” gibi olumsuzlayıcı ifadelere maruz kalır, en fazla bininin Osmanlı Türkçesi yazabildiği Yahudi topluluğu Türkçe öğrenmeye çağrılır (Dündar, 369).
Bu ve benzeri tüm ötekileştirici söylemlerin genellikle tehlikeli bir “hoşgörü” kavramıyla kuşatılması ayrıca dikkat çekicidir. Bu kavramın “tehlikeli” boyutu, içerdiği duygusal ağırlıkta gizlidir. Hoşgörü genellikle birinin kusurlarını, hatasını ya da gücenilecek davranışını sineye çekerken gündeme gelir. Buna benzer şekilde politik söylem içinde de hoşgörü kavramı, farklılıklardan mutlu olmak ve bunu bir zenginliğe dönüştürmek olarak değil de farklılığı sineye çekmek şeklinde ortaya çıktığını sezdirir. Ayrıca bir kimsenin diğerini hoş görmesi, kusur işleyen ve kendisine karşı kusur işlenen taraflar söz konusu olduğu için eşitlik ilkesini daima bozar. Nitekim romanlarda da karşımıza hoşgörüden ziyade hoşnutsuzluklar çıkar.
Söz gelimi 1920 tarihli Müftüoğlu Ahmet Hikmet’e ait Gönül Hanım romanı, Yahudilikle ilgili yoğun ithamlar içeren bir metindir. Aslında Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarını görmek üzere Orta Asya’ya yolculuk yapan bir grubun macerasını anlatır, ancak metnin bir noktasında Ahmet Hikmet Yahudilikle ilgili yaygın inanışlardan birini gündeme getirerek Yahudiliğin başlangıçta belirtilen esaslardan uzaklaşmış olduğunu belirtir (53). Bu tür söylemleri kamusal alanda ya da yayınlarda Hıristiyanlıkla ilgili değerlendirmeler yapılırken de görmek mümkündür. Bu eleştirileri getirenler için sanki bu dinler –elbette kendi bakış açılarına göre– herhangi bir bozulmaya uğramamış olsa çok memnun olacaklardır; fakat heyhat, bozulma gerçekleşmiş ve inanışlar yozlaşmıştır.
Ahmet Hikmet bu tespitle yetinmeyerek şu ifadeleri de ekler:
“Bilindiği gibi, din ve milliyetde aşırılıktan şimdiye kadar pek çok zarar gören Yahûdiler, ilim ve felsefe, bir de farmasonluk yardımıyla bu iki kuvvete yâni din ve milliyete karşı mücadelede bulunmak isterler, Halbuki kendileri en temiz ırk, en saf ve karışmamış nesil olarak Yahûdiliği gösterirler […] (70).“
Burada, başka romanlarda da görülmesi mümkün olan farklı dinlere ve milliyetlere karşı organize bir tutum geliştiren Yahudi kimliği tasavvur edilmektedir.
Benzer bir “uyarı”yı Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1924 tarihli Efsuncu Baba romanında yapar. İki Ermeni kazzazın mistik olaylara inanma zafiyeti bulunan bir adamdan maddi olarak yararlanmasını anlatan romanın sonlarına doğru, romanın esas konusundan kopuk bir şekilde Yahudilikle ilgili değerlendirmelere rastlarız.
Albert Einstein’ın “Yahudi kalarak” filozof olmasından (124), bu sebeple de objektif olmadığından söz eden yazar (bu noktada anlatıcı değil de yazar kelimesini kullanmak daha uygun düşüyor), “İsrailoğulları bugün yeryüzünde millet-i hâkime”dir (143) dedikten sonra Yahudilerle ilgili olarak şunları söyler: “Eski ve yeni dünyada en nâfiz ve kuvvetli sözlerin hangi dudaklardan çıktığını ve en ustalıklı entrikaların hangi fabrikaların ma’mûlatı olduğunu fark edenler hakikatı sezmiş olurlar.” (143). Böylece andığımız iki romanda da Yahudilikle ilgili endişe verici seviyede genelleyici ve ötekileştirici tutumlar bulunduğunu görürüz.
Bu tutumlar kuşkusuz roman karakterlerinde de karşılık bulur. Cumhuriyet öncesinde de sonrasında da Yahudi karakterlerin romanlarda genellikle benzer nitelemelerle anılması söz konusudur. Örneğin 19. yüzyıl sonuna rast gelen Safvet Nezihi’nin Zavallı Necdet romanında, çarşıda İngiliz gezgine değerinin çok üstünde halı satılması meselesinde bir Rum ve bir Yahudi tercüman fırsatçılıklarıyla ve sahtekârlıklarıyla ön plana çıkarlar:
“Rumca şivesiyle İngilizce konuşan, Yahudi telaffuzuyla Almanca söyleyen tercümanların çene muavenetiyle sürülmüş olan bu seccadenin iki üç gün evvel bir sâhib-i ihiyaç elinden yüz altmış beş kuruşa alınmış olduğunu söylemek mûcib-i istiğrab olmamalıdır (104).”
Peyami Safa’nın Mahşer (1924) romanında, başkarakter Nihad’ın arkadaşı Faik, yoksulluktan elindeki eşyaları satmak zorunda kaldığında Yahudi bir eskici bu eşyalara talip olur. Bu karakter metinde Faik’in ağzından şöyle anlatılır:
“Eskiden kapıdan geçen Yahudiyi gizlice içeriye alır, komşulardan utanırdık, şimdi herif, yemek odasının penceresine damlıyor, bar bar bağırıyor: “Fayığ Bey! Fayığ Bey! Musa Baba geldi… Yok mu bir ceket, yelek, pantalon?” diyor. […] Zaten benim sandıkların dibine darı eken o Yahudidir (15–16).”
Anlaşılacağı üzere söylemsel olarak Yahudi kimliği öne çıkarılan eskici, fırsatçı ve arsız/utanmaz bir karakter olarak öne çıkarılır. Etnik kimliğin olumsuz özelliklerle birlikte öne çıkarılması, gayrimüslim karakterleri içeren romanlarda çokça rastladığımız bir durumdur.
1920’li yıllar Türkiye’de gayrimüslimlerle ilgili endişe uyandırıcı siyasi ve toplumsal gelişmelerin yaşandığı yıllardır. 1924 Baro Kanunu ve onu takip eden 6 Ocak 1926 tarihli kanun ile avukatların mesleklerini sürdürebilmeleri için getirilen koşullardan gayrimüslim karakterler olumsuz etkilenir ve mesleklerini yapamaz noktaya gelirler. 1927 yılında gerçekleşen ve İstanbul’da belli bir ölçüde infiale sebep olan Elza Niyego Cinayeti, öldürülen Yahudi kızı Elza’nın cenazesinde Yahudi vatandaşlara yönelik ortaya çıkan saldırgan tutum nedeniyle bir başka travmatik olguyu beraberinde getirir. Aynı süreçte romanlarda, yukarıda sözünü ettiğimiz türden ötekileştirme örneklerine rastlanmaya devam edecektir. Refik Halid’in İstanbul’un Bir Yüzü (1927) romanında savaş zengini Kâni’nin “ayakları[n]a bir Yahudi dolaş[ır]” (32). İsmet’in eski zaman bohçacılarını andığı bölümde Yahudi bir kadın olan Aldiyado’nun “yarı dalkavuk” ve “sahte vatanperver” (128) göründüğü vurgulanır. Turhan Tan’ın Bursa’da Osmanlı hâkimiyetini anlattığı Gönülden Gönüle (1931) adlı tarihî romanında Yahudiler “Türk’ün âdil idaresinde para kazan[maktadır]” (3-4).
1930’lu yıllar Avrupa’da Nazizm’in yükseldiği ve bu bakımdan Türkiye’yi de etkilediği yıllardır. Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde Yahudilerle ilgili olarak “[ç]amur ne kadar fırına verilse, demir olmıyacağı gibi, Yahudi de ne kadar yırtınsa Türk olamaz” (alıntılayan Levi, 110) ifadelerini kullandığı ve Yahudi kimliğine yönelik ötekileştirmenin en üst düzeye ulaştığı bir dönemden geçilmektedir. 1934 Trakya Yahudi Olayları olarak anılan ve Trakya’daki Yahudi varlığına yönelik fiziksel boyuta ulaşan saldırıların gerçekleşmesi bu bakımdan tesadüf değildir. Aynı evrede Yahudilerin hâlihazırda bölgede ticarette etkin olduklarını ve bu durumun bir Yahudi karşıtlığını körüklediğini belirtmek gerekir.
Bu evrede Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul (1938) romanı, Tanzimat’tan günümüze doğru uzanan bir çerçevede dönemsel tartışmaları da içerdiği için dikkate değer bir roman olarak öne çıkar. Üç İstanbul’un en önemli karakterlerinden Moiz, başlangıçta olumlu bir figür olarak çizilse de zaman içinde durum değişecektir.
Kalabalık bir sohbette Müstantik Behçet, dünyada İngilizler ve Masonlar olmak üzere iki büyük kuvvet olduğunu söyleyen Moiz’e üçüncü ve en korkunç kuvvetin Yahudiler olduğunu ima eder. Osmanlı savaşlarla güç kaybettikçe bir savaş zengini hâline gelen Moiz’le ilgili Şair Raif şunları söyler: “Beş cephede yüz binlerce Türk çocuğu bu adamlar zengin olsun diye mi on dokuz yaşında ölüyorlar?” (440). Bu tutum diğer gayrimüslim kimliklere de yansır. Örneğin Senih Efendi’nin karısı Macide ile Süleyman, “yasak aşk”larını Sürpuhi adlı bir Ermeni’nin evinde yaşarlar. Sürpuhi’nin eşi eczacı Karnik ise gayrimeşru olarak nitelendirilen çocukların düşürülmesi için ilaçlar hazırlayan ve “ahlaksızlıkların” üstünü örtmekte aracı olan bir karakterdir (301). Dolayısıyla söylem olarak Türklerin ülke için canlarını feda ederken gayrimüslimlerin fırsatta istifade ederek zenginleştiği yönündeki bakış açısı öne çıkarılmış olur.
1942 sonlarında gündeme gelen Varlık Vergisi, ticari sahada edebiyat metinlerinde de sıklıkla karşımıza çıkan “haksız zenginleşmiş gayrimüslim” imajını onaylar nitelikte bir uygulama olmuştur. Takip eden süreçte 1947 yılında İsrail devletinin kurulması Türkiye’deki Yahudileri harekete geçiren bir başka önemli hadisedir. Rıfat Bali’nin süreci oldukça detaylı biçimde anlattığı Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Aliya: Bir Toplu Göçün Öyküsü (1946–1949) adlı çalışması, İsrail’in kuruluşu sürecinde giderek artan sayıda Türkiye Yahudisinin İsrail’e göç ettiğini göstermektedir.
Edebiyat metinlerinde söylenmemiş sözlerin de metnin söylemine dâhil olduğuna ilişkin kayda değer bir örnek tam da bu evrede karşımıza çıkar. Attilâ İlhan’ın 1953 tarihli Sokaktaki Adam romanında, diğer romanlara benzer olarak gayrimüslim karakterlerin farklı anlatıcılar tarafından çeşitli olumsuzlamalara maruz bırakıldığı görülür; bunun yanı sıra İsrail devletinin kurulmasına ve Türkiye Yahudilerinin İsrail’e göç etme eğilimi gösterdiğine değinilir. Romandaki Leon karakterinin Meryem’e İsrail’e gitme isteğini açtığı bölümde bunun nedenini soran Meryem şu yanıtı alır: “[…] Ama düşün bir kere, şimdiye kadar yeryüzünde bir Musevi devleti yoktu; herkes her yerdeydi, ben buradaydım, lâkin şimdi var, ben yine buradayım. Olur mu?” (121).
Leon’un bu yanıtı tatmin edici görünmemektedir. Zira 1930’lu yıllardan itibaren özellikle Yahudi vatandaşlara yönelik baskıların toplumda ulaştığı boyutlar hesaba katılırsa, yeni kurulan ve kendilerine ait hissettikleri bir ülkeye gitmek istemeleri anlaşılır hâle gelir. Nitekim 1940’lı yılların kimliklerinden dolayı gayrimüslimler açısından ne kadar zorlu geçtiği dikkate alınacak olursa, Yahudi vatandaşların yeterli gerekçelerinin bulunduğu anlaşılır. Ancak Attilâ İlhan tüm bu siyasi ve toplumsal dinamikleri göz ardı eder ve okuyucunun yalnızca Leon’un açıklamalarıyla yetinmesini bekler.
Erken Cumhuriyet döneminde gayrimüslimler ekseninde ortaya çıkan toplumsal, siyasi ve ekonomik gelişmelere bakıldığında bunların dolaylı ve dolaysız yansımalarının edebiyatta kendini gösterdiği ve siyaset ile edebiyatın bu alanda birbiriyle yoğun bir etkileşime girdiği söylenebilir. Ötekileştirme kavramıyla açıkladığımız genel çerçeve içinde fiziksel, ahlaki ve etnik kimliğin yersiz şekilde vurgulanması ya da gizlenmesi doğrultusunda söylemsel düzeyde ortaya çıkan olumsuzlamalar romanlardaki Yahudi karakterler özelinde de varlığını korumuştur. Bunun yanı sıra, özellikle ekonomik sahadaki Yahudi varlığından dolayı Yahudi kimliğine yönelik toplumda olgunlaştırılan ötekileştirici söylemlerin edebiyat metinlerinde yer bulduğu görülebilmektedir. Türkiye bu olgunlaşma sürecinin sonucunu, fazla beklemesine gerek kalmadan 6-7 Eylül Olayları’yla birlikte acı biçimde tecrübe etmiştir.
Edebiyatın tüm bu süreçlerin yakın tanığı olması, toplumsal barış özlemimizin hâlâ dinmediği bugünkü noktada edebiyatın üstlenmesi gereken sorumluluk ve diğer yandan doğurabileceği umut anlamında bize önemli bir işaret niteliğindedir.
Kaynakça
Dündar, Fuat. Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913–1918). 5. basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.
Hüseyin Rahmi [Gürpınar]. Efsuncu Baba. İstanbul: Kitabhâne-i Hilmi, 1340 (1924).
İlhan, Attilâ. Sokaktaki Adam. 5. Basım. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1994.
Karay, Refik Halid. İstanbul’un Bir Yüzü. 2. Basım. İstanbul: Semih Lûtfi Kitabevi, 1939.
Kuntay, Mithat Cemal. Üç İstanbul. 4. Basım. İstanbul: Oğlak Yayınları, 2004.
Levi, Avner. Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler. İstanbul: İletişim Yayınları, 1996.
Müftüoğlu, Ahmed Hikmet. Gönül Hanım. Haz. Fethi Tevetoğlu. 3. Basım. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990.
Peyami Safa. Mahşer. İstanbul: Orhaniye Matbaası, 1340 (1924).
Safvet Nezihi. Zavallı Necdet. İstanbul: İkdam Matbaası, 1316 (1900).
Tan, M. Turhan. Gönülden Gönüle. İstanbul: Agâh Sırrı Kitaphanesi, 1931.
Not: Makalede yer alan Ermeni isimleri yanlışlıkla Yahudi olarak yazılmış ve bu hata düzeltilmiştir.
Naim Atabağsoy, 1986 Bursa-İnegöl doğumlu akademisyen. Bilkent Üniversitesinden Felsefe alanında lisans, Türk Edebiyatı alanında doktora diploması aldı. Türk Romanında Gayrimüslime Bakış (1900-1960) başlıklı bir kitabı yayımlandı. Edebî eserlerde millî kimlik, milliyetçilik, gayrimüslim temsilleri, modernleşme sürecinin kadın kimliğine yaklaşımla ilişkileri ve en geniş çerçevede edebiyat-siyaset ilişkisi, temel çalışma alanlarını oluşturuyor. Akademik çalışmaları dışında enstrümanlarıyla uğraşıyor ve kendi müziklerini yapıyor. Makale, kitap eleştirisi ve çevirilerinin yanı sıra yayımlanmış şiirleri de bulunuyor.
Paylaş: