Kaynak: Perspektif – Menekşe Tokyay
Auschwitz’te bundan birkaç yıl önce saçlarını savurup gülerek fotoğraf çektiren bir kadının görüntüsü düştü ekranıma geçtiğimiz günlerde… Kadın, hiçbir şeyi umursamıyordu. Tek umursadığı, sosyal medya hesaplarına bu fotoğrafı yüklediğinde alacağı beğeni sayısıydı…
Ardından, biraz daha araştırma yaptım ve aynı toplama kampında, bu kez tren rayları üzerinde son moda bir bavulla fotoğraf çektiren, Ruben Dominguez isimli bir başka blogger erkek çıktı karşıma…
Masumane raylar değildi onlar: Yahudilerin “imha” edilmek üzere kamplara götürüldüğü, bu esnada insanların ağızlarına bir lokma yemek ve bir damla su koymalarına izin verilmediği sevkiyat trenlerinin üzerinden geçtiği raylardı.
Halen soykırım, kan ve gözyaşı kokan raylardı.
Auschwitz’e gelen bu turistin de acının üzerine basıp geçtiği raylardı.
Ruben’in elindeki valiz de masumane değildi: Soykırım kurbanlarına ait en çarpıcı görsellerden biri, geride bıraktıkları ve her birinin üzerinde isim ve beyaz boyalı seri numarasının olduğu valizlerdi. O valizler ki, bir soykırımın ardında kalan en dokunaklı ve insani izlerden biriydi; lüks bir valizle rayların üzerinde durarak bu acının karikatürize edilmesi ise, hümanizmayla yakından uzaktan alakalı değildi.
Influencer’lar ve Etik Sınırlar
Durun daha bitmedi. Acının karşısında estetik poz vermek için çırpınan, narsisizmleriyle birbirlerini gölgede bırakan, acının üzerine basıp geçmekte beis görmeyen daha niceleri de vardı… Tek bir dokunuşla herkesin yurttaş gazeteci, fotoğrafçı, “influencer” olduğu bir dönemde artık etik sınırlar da giderek flulaşıyor, insanların “insafına” kalıyor.
Sosyal medyanın hayatımızın her bir hücresine nüfuz etmesiyle birlikte tetiklenen “her yerde fotoğrafım olmalı, herkes beni izlemeli, herkes beni beğenmeli” şeklindeki narsistik merakın, insanlığın ortak acılarına dair büyük bir apati ve anlam yitimine yol açtığının, insanın muhakeme süzgecini tamamen yitirdiğinin en çarpıcı örneklerinden biriydi bu…
İnsanın acı dolu sahnelere bakmaktan zevk alan bir tarafı olduğunu söyleyenleri doğrularcasına, acıya dair sembolik mekânlara yüklediğimiz anlamlar da kişisel hikâyelerimizin modern bir yansıması oluyor.
Black Friday ve “Soykırım Anıları”
Ancak geçmiş de hiçbir zaman geçmişte kalmıyor; mutlaka bugüne, bugünkü benliğimize ve bugünü algılama biçimimize etki ediyor. John Berger, Görme Biçimleri’nde, “Geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez” der. “Tarih, her zaman belli bir şimdiyle onun geçmişi arasında ilişki kurar.” Bellek mekânlarına gösterilen saygı, işte bu ilişkinin bir ifadesidir.
Birkaç sene önce Amazon’da Black Friday indirim döneminde Auschwitz toplama kampına ait görsellerin bulunduğu yılbaşı süslemeleri, şişe açacakları ve bilumum hediyelik eşya satışa çıkarılmış ve bu saygısızlık karşısında yağan tepki mesajları sonucu satışlar durdurulmuştu.
Oysa Polonya’daki Auschwitz neydi? Özellikle 1943-44 yılları arasında Alman işgali altındaki Polonya’da Avrupalı Yahudileri ve etnik azınlıkları öldürmeye dönük beş ölüm merkezinden biriydi. 1 milyon Yahudi’nin yok edildiği Nazi rejiminin utanç tablosuydu. İnsanlığın “sıfır” noktasıydı. Vagonlar dolusu insanın gönderildiği, bu insanların ya yolda ya da gaz odalarında, fırınlarda sistematik şekilde yakılarak yok edildiği bir soykırım kampıydı. Eşi benzeri olmayan acıların yaşandığı bir utanç mekânıydı.
Susan Sontag, savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı Başkalarının Acısına Bakmak isimli o muhteşem eserinde, okura şunu sorar: “Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?”
Dur durak bilmeksizin etik ve etik dışı bir görüntü bombardımanına maruz kaldığımız çağımızda, tüm hayatımız acıya dair kişisel yorumlarla ve fotoğraflarla çevriliyken, başkalarının acılarını doğru bağlamda anlamlandırmanın giderek daha büyük bir öneme sahip olduğunu görüyoruz.
“Hatırlamak etik bir edimdir, kendi başına ve kendisi olarak etik değeri vardır. Hafıza ise, acı verici olsa da, ölülerle kurabileceğimiz tek bağdır” der Sontag. Geçmişi günümüzde kurmak ve geleceği şekillendirmek için, geçmişi doğru anlamalıyız.
Nasıl ki Aylan Bebek’in sahile vurmuş cesedinin önünde selfie çekilemezse, nasıl ki depremde dev bir enkaza dönmüş Antakya sokaklarında çıplak ayaklı insanların arasında lüks montla çekilmiş fotoğraflar yüklenemezse, aynı şekilde bir ırkı yok etmeye yönelik sembol mekânlardan birinde de acıya saygılı ve duyarlı olmak şarttır.
“Seyirlik Manzara”
Acının görselleştirilmesinin yegâne amacı, insanlarda bu konuda duyarlılık oluşturmak, empati yapmalarını sağlamak ve onları acı konusunda bilgilendirmek olmalıdır. Sontag’a göre, “Hepimiz -kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun- birer röntgenciyiz.” Ve fotoğraf çekmek de, bizim dışımızdaki olgu ve olaylara dışarıdan bakarken çizdiğimiz çerçevedir.
Bir diğer ifadeyle gerçeklik, birçoğumuz için artık seyirlik bir manzaraya dönüşmüş durumda. Bu, karşı şeritte yaşanan ölümlü kazayı veya sel sularına kapılan adamı izlemek ve videoya çekmek şeklinde de çıkıyor karşımıza; insanlık tarihini etkileyen ve etkilemeye devam eden olaylar karşısında duyarsız davranmayı geçer akçe gibi sunan tavırlarla da… Sapkınca bir seyir alışkanlığı, giderek evrenselleşiyor. Şiddetin, kötülüğün, seyirlik acıların tüketicisi oluyoruz.
Dünyada yaşanan onca acıya, adaletsizliğe, geçmişe dair unutuşlara ve bilinçli amneziye rağmen, olguları doğru hatırlamamak, ırkçılığın yol açtığı kötülükleri modern metalar eşliğinde allayıp pullamak ve hatalı yansıtmak da birçok kesime yeni bir acı yaşatır.
Savaşlar, soykırımlar, mücadeleler, kutuplaştırmalar, siyasi hizipler çoğu zaman sözcükleri zayıflatırken, hisleri öldürürken, savunuları anlamsızlaştırırken, geriye kalan tek çığlık, çoğu zaman görseller üzerinden oluyor. Aylan Kurdi’nin görseli üzerinden uluslararası toplumun, göç yolunda yok olan hayatlara dikkat çevirmesi, bunun en çarpıcı örneğiydi.
Ancak kâh toplama kampının önünde, kâh deprem bölgesinde yıkıntıların arasında, yüzünde kocaman bir gülümseme ile fona acılı müzik koyarak poz verenler; bu tür bellek mekânlarına sırf “afet turizmi” adı altında gidenler, anlam ve söz dünyasının yaşadığı bu yıkımı bir kat daha derinleştirir. “Kalpsizlik ve hafıza kaybı, nedense hep el ele yürümüştür” der Sontag.
İnsanlık tarihinde yaşanan soykırımların, afetlerin, yıkımların hiçbirinin telafisi yok. Elimizde kalan yegâne araç ise, geçmişi doğru anlayış ve ahlaki bir idrakle anmak olmalı. Fotoğraf, bu çabaların ortaya konmasında, “başkalarının acısına bakabilmede”, hem çok etkili hem de tehlikeli bir araç olmaya devam ediyor.
Empati Yoksunluğu Çağı
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nebi Sümer, sosyal medya çağında daha da ayyuka çıkan ve kendini ön plana çıkarmaya odaklı narsisizmin genel tanımı içinde böbürlenme ve büyüklenmeye koşut olarak empati yoksunluğunun bulunduğuna dikkat çekiyor.
Bu konuda görüştüğüm Prof. Sümer, “Toplumların genel iyilik halini düzeltmeden tek tek bireyleri düzeltemezsiniz. Olumsuz, yani kızgınlık, empati yoksunluğu gibi duygular ön plana çıktıkça, kişi benmerkezci oluyor; başkalarını unutup, etrafındaki her şeyi üzerine çıkıp ezecek bir gösteri objesine dönüştürüyor” diyor.
Bu, birçok açıdan, totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan Alman filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlaştığına dair tespitleriyle de örtüşen bir durum.
Arendt’e göre; Yahudi soykırımı dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri olarak üst düzey Nazi subayı Adolf Eichmann’ın acımasız birinden ziyade, oldukça sıradan bir insan olduğuna dikkat çeker ve bu kişinin düşünme ve muhakeme yetilerinin yitimiyle birlikte kötülüğün de sıradanlaştığını söyler. Hatta Eichmann, yargılandığı sırada mahkeme heyetine, “Her şeyi, nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yapıyordum. Ben sadece emirleri uyguluyordum” der.
Ancak günümüzde, özellikle de bir tıkla tüm dünyaya erişilebilen bir çağda, kişi, internetteki sanal varlığından, paylaşımlarından ve duruşundan da bireysel olarak sorumlu. Yaptığı hatalardan “Ben sadece sosyal medyanın ‘akışına’ kapılmıştım” diyerek sıyrılması mümkün değil.
Acıların üzerine oturup poz vermek ve bunun bir sosyal medya akımına dönüşmesi ise, bir süre sonra o kötülüğe doğrudan katılmayanları, onu normalleştirenleri, “aman ne olacak ki, altı üstü bir fotoğraf”çıları da içine alır.
Prof. Sümer bu açıdan toplumlarda politik bilincin geliştirilmesinin önemine değinerek, aksi takdirde toplumun da kötülüğe açık olduğunu vurguluyor.
Nefret suçlarında karşısındaki grubu insan-dışılaştıran (dehumanization) tavırlar, empati yapmak yerine ahlaki olarak geri çekilme (moral disengagement) tercihi, haksızlığa, acılara, tarihteki “kara deliklere” karşı duyarsızlaşmayı, körleşmeyi, duygusal uyuşmayı da beraberinde getiriyor.
Zimbardo’nun Lucifer Etkisi isimli kitabında söylediği gibi birçok iç, dış ve bağlamsal etmen, içimizdeki kötüyü besliyor.
Acıyı İnsan-dışılaştırmak
Toplama kampının girişinde poz veren genç kız da, enkazın üzerindeki balonların arkasına şarkı koyarak bir afeti romantize eden de, kendine odaklanmaktan “öteki”ni göremiyor; acıyı insan-dışılaştırıyor.
Bu zihniyetin anaakımlaştırılması veya görmezden gelinmesi, sonraki nesillere doğru bu narsisizmin bir kartopu etkisiyle yayılmasına sebep oluyor. Oysa, evrensel ve mutlak ahlaki değerlerimizin temelinde insanın aklı geliyor ve tıpkı Kant’ın da çağlar öncesinden aktardığı gibi, insan ancak bu evrensel ahlaka uygun hareket ettiği sürece özgürleşiyor.
Yarın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı… Yetiştirdiğimiz, yetişmesine tanıklık ettiğimiz, bizimle beraber büyüyen çocukların narsistik değil, evrensel ahlak kurallarının izinden giden ve acılar karşısında duyarlı kişilikler geliştirmeleri bizim elimizde…
Çocukların mutluluğu da acıyı da duyumsayan, dışsallaştırmayan ve doğru anlamlandıran bireyler olarak yetişmesi, nerede ne yapması gerektiğini evrensel ahlak kuralları çerçevesinde bilmesi, işte o çok özlemini duyduğumuz ideal toplumun aslında çekirdeğini oluşturuyor.
Kaynak: Perspektif – Menekşe Tokyay
Auschwitz’te bundan birkaç yıl önce saçlarını savurup gülerek fotoğraf çektiren bir kadının görüntüsü düştü ekranıma geçtiğimiz günlerde… Kadın, hiçbir şeyi umursamıyordu. Tek umursadığı, sosyal medya hesaplarına bu fotoğrafı yüklediğinde alacağı beğeni sayısıydı…
Ardından, biraz daha araştırma yaptım ve aynı toplama kampında, bu kez tren rayları üzerinde son moda bir bavulla fotoğraf çektiren, Ruben Dominguez isimli bir başka blogger erkek çıktı karşıma…
Masumane raylar değildi onlar: Yahudilerin “imha” edilmek üzere kamplara götürüldüğü, bu esnada insanların ağızlarına bir lokma yemek ve bir damla su koymalarına izin verilmediği sevkiyat trenlerinin üzerinden geçtiği raylardı.
Halen soykırım, kan ve gözyaşı kokan raylardı.
Auschwitz’e gelen bu turistin de acının üzerine basıp geçtiği raylardı.
Ruben’in elindeki valiz de masumane değildi: Soykırım kurbanlarına ait en çarpıcı görsellerden biri, geride bıraktıkları ve her birinin üzerinde isim ve beyaz boyalı seri numarasının olduğu valizlerdi. O valizler ki, bir soykırımın ardında kalan en dokunaklı ve insani izlerden biriydi; lüks bir valizle rayların üzerinde durarak bu acının karikatürize edilmesi ise, hümanizmayla yakından uzaktan alakalı değildi.
Influencer’lar ve Etik Sınırlar
Durun daha bitmedi. Acının karşısında estetik poz vermek için çırpınan, narsisizmleriyle birbirlerini gölgede bırakan, acının üzerine basıp geçmekte beis görmeyen daha niceleri de vardı… Tek bir dokunuşla herkesin yurttaş gazeteci, fotoğrafçı, “influencer” olduğu bir dönemde artık etik sınırlar da giderek flulaşıyor, insanların “insafına” kalıyor.
Sosyal medyanın hayatımızın her bir hücresine nüfuz etmesiyle birlikte tetiklenen “her yerde fotoğrafım olmalı, herkes beni izlemeli, herkes beni beğenmeli” şeklindeki narsistik merakın, insanlığın ortak acılarına dair büyük bir apati ve anlam yitimine yol açtığının, insanın muhakeme süzgecini tamamen yitirdiğinin en çarpıcı örneklerinden biriydi bu…
İnsanın acı dolu sahnelere bakmaktan zevk alan bir tarafı olduğunu söyleyenleri doğrularcasına, acıya dair sembolik mekânlara yüklediğimiz anlamlar da kişisel hikâyelerimizin modern bir yansıması oluyor.
Black Friday ve “Soykırım Anıları”
Ancak geçmiş de hiçbir zaman geçmişte kalmıyor; mutlaka bugüne, bugünkü benliğimize ve bugünü algılama biçimimize etki ediyor. John Berger, Görme Biçimleri’nde, “Geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez” der. “Tarih, her zaman belli bir şimdiyle onun geçmişi arasında ilişki kurar.” Bellek mekânlarına gösterilen saygı, işte bu ilişkinin bir ifadesidir.
Birkaç sene önce Amazon’da Black Friday indirim döneminde Auschwitz toplama kampına ait görsellerin bulunduğu yılbaşı süslemeleri, şişe açacakları ve bilumum hediyelik eşya satışa çıkarılmış ve bu saygısızlık karşısında yağan tepki mesajları sonucu satışlar durdurulmuştu.
Oysa Polonya’daki Auschwitz neydi? Özellikle 1943-44 yılları arasında Alman işgali altındaki Polonya’da Avrupalı Yahudileri ve etnik azınlıkları öldürmeye dönük beş ölüm merkezinden biriydi. 1 milyon Yahudi’nin yok edildiği Nazi rejiminin utanç tablosuydu. İnsanlığın “sıfır” noktasıydı. Vagonlar dolusu insanın gönderildiği, bu insanların ya yolda ya da gaz odalarında, fırınlarda sistematik şekilde yakılarak yok edildiği bir soykırım kampıydı. Eşi benzeri olmayan acıların yaşandığı bir utanç mekânıydı.
Susan Sontag, savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı Başkalarının Acısına Bakmak isimli o muhteşem eserinde, okura şunu sorar: “Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?”
Dur durak bilmeksizin etik ve etik dışı bir görüntü bombardımanına maruz kaldığımız çağımızda, tüm hayatımız acıya dair kişisel yorumlarla ve fotoğraflarla çevriliyken, başkalarının acılarını doğru bağlamda anlamlandırmanın giderek daha büyük bir öneme sahip olduğunu görüyoruz.
“Hatırlamak etik bir edimdir, kendi başına ve kendisi olarak etik değeri vardır. Hafıza ise, acı verici olsa da, ölülerle kurabileceğimiz tek bağdır” der Sontag. Geçmişi günümüzde kurmak ve geleceği şekillendirmek için, geçmişi doğru anlamalıyız.
Nasıl ki Aylan Bebek’in sahile vurmuş cesedinin önünde selfie çekilemezse, nasıl ki depremde dev bir enkaza dönmüş Antakya sokaklarında çıplak ayaklı insanların arasında lüks montla çekilmiş fotoğraflar yüklenemezse, aynı şekilde bir ırkı yok etmeye yönelik sembol mekânlardan birinde de acıya saygılı ve duyarlı olmak şarttır.
“Seyirlik Manzara”
Acının görselleştirilmesinin yegâne amacı, insanlarda bu konuda duyarlılık oluşturmak, empati yapmalarını sağlamak ve onları acı konusunda bilgilendirmek olmalıdır. Sontag’a göre, “Hepimiz -kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun- birer röntgenciyiz.” Ve fotoğraf çekmek de, bizim dışımızdaki olgu ve olaylara dışarıdan bakarken çizdiğimiz çerçevedir.
Bir diğer ifadeyle gerçeklik, birçoğumuz için artık seyirlik bir manzaraya dönüşmüş durumda. Bu, karşı şeritte yaşanan ölümlü kazayı veya sel sularına kapılan adamı izlemek ve videoya çekmek şeklinde de çıkıyor karşımıza; insanlık tarihini etkileyen ve etkilemeye devam eden olaylar karşısında duyarsız davranmayı geçer akçe gibi sunan tavırlarla da… Sapkınca bir seyir alışkanlığı, giderek evrenselleşiyor. Şiddetin, kötülüğün, seyirlik acıların tüketicisi oluyoruz.
Dünyada yaşanan onca acıya, adaletsizliğe, geçmişe dair unutuşlara ve bilinçli amneziye rağmen, olguları doğru hatırlamamak, ırkçılığın yol açtığı kötülükleri modern metalar eşliğinde allayıp pullamak ve hatalı yansıtmak da birçok kesime yeni bir acı yaşatır.
Savaşlar, soykırımlar, mücadeleler, kutuplaştırmalar, siyasi hizipler çoğu zaman sözcükleri zayıflatırken, hisleri öldürürken, savunuları anlamsızlaştırırken, geriye kalan tek çığlık, çoğu zaman görseller üzerinden oluyor. Aylan Kurdi’nin görseli üzerinden uluslararası toplumun, göç yolunda yok olan hayatlara dikkat çevirmesi, bunun en çarpıcı örneğiydi.
Ancak kâh toplama kampının önünde, kâh deprem bölgesinde yıkıntıların arasında, yüzünde kocaman bir gülümseme ile fona acılı müzik koyarak poz verenler; bu tür bellek mekânlarına sırf “afet turizmi” adı altında gidenler, anlam ve söz dünyasının yaşadığı bu yıkımı bir kat daha derinleştirir. “Kalpsizlik ve hafıza kaybı, nedense hep el ele yürümüştür” der Sontag.
İnsanlık tarihinde yaşanan soykırımların, afetlerin, yıkımların hiçbirinin telafisi yok. Elimizde kalan yegâne araç ise, geçmişi doğru anlayış ve ahlaki bir idrakle anmak olmalı. Fotoğraf, bu çabaların ortaya konmasında, “başkalarının acısına bakabilmede”, hem çok etkili hem de tehlikeli bir araç olmaya devam ediyor.
Empati Yoksunluğu Çağı
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nebi Sümer, sosyal medya çağında daha da ayyuka çıkan ve kendini ön plana çıkarmaya odaklı narsisizmin genel tanımı içinde böbürlenme ve büyüklenmeye koşut olarak empati yoksunluğunun bulunduğuna dikkat çekiyor.
Bu konuda görüştüğüm Prof. Sümer, “Toplumların genel iyilik halini düzeltmeden tek tek bireyleri düzeltemezsiniz. Olumsuz, yani kızgınlık, empati yoksunluğu gibi duygular ön plana çıktıkça, kişi benmerkezci oluyor; başkalarını unutup, etrafındaki her şeyi üzerine çıkıp ezecek bir gösteri objesine dönüştürüyor” diyor.
Bu, birçok açıdan, totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan Alman filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlaştığına dair tespitleriyle de örtüşen bir durum.
Arendt’e göre; Yahudi soykırımı dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri olarak üst düzey Nazi subayı Adolf Eichmann’ın acımasız birinden ziyade, oldukça sıradan bir insan olduğuna dikkat çeker ve bu kişinin düşünme ve muhakeme yetilerinin yitimiyle birlikte kötülüğün de sıradanlaştığını söyler. Hatta Eichmann, yargılandığı sırada mahkeme heyetine, “Her şeyi, nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yapıyordum. Ben sadece emirleri uyguluyordum” der.
Ancak günümüzde, özellikle de bir tıkla tüm dünyaya erişilebilen bir çağda, kişi, internetteki sanal varlığından, paylaşımlarından ve duruşundan da bireysel olarak sorumlu. Yaptığı hatalardan “Ben sadece sosyal medyanın ‘akışına’ kapılmıştım” diyerek sıyrılması mümkün değil.
Acıların üzerine oturup poz vermek ve bunun bir sosyal medya akımına dönüşmesi ise, bir süre sonra o kötülüğe doğrudan katılmayanları, onu normalleştirenleri, “aman ne olacak ki, altı üstü bir fotoğraf”çıları da içine alır.
Prof. Sümer bu açıdan toplumlarda politik bilincin geliştirilmesinin önemine değinerek, aksi takdirde toplumun da kötülüğe açık olduğunu vurguluyor.
Nefret suçlarında karşısındaki grubu insan-dışılaştıran (dehumanization) tavırlar, empati yapmak yerine ahlaki olarak geri çekilme (moral disengagement) tercihi, haksızlığa, acılara, tarihteki “kara deliklere” karşı duyarsızlaşmayı, körleşmeyi, duygusal uyuşmayı da beraberinde getiriyor.
Zimbardo’nun Lucifer Etkisi isimli kitabında söylediği gibi birçok iç, dış ve bağlamsal etmen, içimizdeki kötüyü besliyor.
Acıyı İnsan-dışılaştırmak
Toplama kampının girişinde poz veren genç kız da, enkazın üzerindeki balonların arkasına şarkı koyarak bir afeti romantize eden de, kendine odaklanmaktan “öteki”ni göremiyor; acıyı insan-dışılaştırıyor.
Bu zihniyetin anaakımlaştırılması veya görmezden gelinmesi, sonraki nesillere doğru bu narsisizmin bir kartopu etkisiyle yayılmasına sebep oluyor. Oysa, evrensel ve mutlak ahlaki değerlerimizin temelinde insanın aklı geliyor ve tıpkı Kant’ın da çağlar öncesinden aktardığı gibi, insan ancak bu evrensel ahlaka uygun hareket ettiği sürece özgürleşiyor.
Yarın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı… Yetiştirdiğimiz, yetişmesine tanıklık ettiğimiz, bizimle beraber büyüyen çocukların narsistik değil, evrensel ahlak kurallarının izinden giden ve acılar karşısında duyarlı kişilikler geliştirmeleri bizim elimizde…
Çocukların mutluluğu da acıyı da duyumsayan, dışsallaştırmayan ve doğru anlamlandıran bireyler olarak yetişmesi, nerede ne yapması gerektiğini evrensel ahlak kuralları çerçevesinde bilmesi, işte o çok özlemini duyduğumuz ideal toplumun aslında çekirdeğini oluşturuyor.
Paylaş: