Makaleler Yahudi/Edebiyat

Amos Oz’un “Aşk ve Karanlık” romanındaki göç teması – Raşel Rakella Asal

Bir roman incelemesinde zor olan şey, kötü, vasat ya da ‘eh’ kabilinden bir romanın iyi ve kötü taraflarını yazmak değildir. Zor olan, kusursuz bir romanın neden o kadar iyi olduğunu anlatmaktır. Çünkü ne yazarsanız yazın, nasıl bir analiz yaparsanız yapın ortaya çıkan malzeme asla romanı tam olarak anlatmaya yetmeyecektir. Hep eksik kalacaktır, bir şeyler atlanacaktır. Amos Oz’un Aşk ve Karanlık da böyle romanlardan. 

Amos Oz, İsrail’de yaşayan insanların içinde olup bitenleri en iyi anlatan yazarlardan biri. 22 yaşında yazın hayatına atılıyor. Ebeveynleri Doğu Avrupa’dan göç etmiş bir aileye mensup. 12 yaşındayken annesi Fanya intihar eder. Bu acı kayıptan iki yıl sonra Amos Oz, Hulda Kibbutz’una yerleşir, soyadını Oz olarak değiştirir. Ozi İbranice güçlü demektir. Askerliğini İsrail Koruma Kuvvetlerinde görev alarak tamamladıktan sonra Kudüs Üniversitesi’nde Felsefe ve Edebiyat okur. Edebi kişiliği dışında İsrail’de ve yurtdışında barış aktivisti olarak 1977’den bu yana İsrail’in Barış, Hemen Şimdi hareketinin önderlerinden biri olarak çalışıyor. İsrail’in Filistin’e ait bazı topraklardan çıkması ve İsrailliler ile Filistinlilerin birlikte yaşamayı öğrenmeleri gerektiğini savunuyor. Amos Oz, İsrail’in ve İbranicenin en büyük yazarlarından olmakla birlikte İsrail’in politikalarını kıyasıya eleştiriyor. 1998’de İsrail Edebiyat Ödülü, 1992’de Frankfurt Barış Ödülü, 2005’te Goethe ödülü 2006’da yaşam boyu başarı ödülleri ile onurlandırıldı. Aşk ve Karanlık 2002’de basıldı, 16 dile tercüme edildi.

Aşk ve Karanlık romanında Amos Oz, Rusya’dan Filistin’e uzanan aile hikâyesiyle birlikte İsrail’in kuruluşunu da anlatıyor. Aşk ve Karanlık’ı dışlanmışlığından ötürü acı çekmenin, yalnızlığın, aşağılanmanın romanı olarak okuyabiliriz veya göç üzerine kurgulanmış, zorunlu göç, yerinden edilme, kaçma, yer değiştirme, kimlik, kültürel farklılıklar gibi temaların işlendiği bir roman gibi okumak da mümkün. Bu haliyle romanın çok katmanlı yapısı, romanı değişik bakış açılarından ele almamızı sağlıyor. Bir yazar gözüyle göç olgusuna, bazen gözümüzde “öteki” olarak konumlananlara dokunduruyor kalemini ve göçmenlerin değişmez yazgısını bir kez daha yazıyor. Göç dalgalarıyla oluşan değişimlerin, yalnızlaştıkça artan mesafelerin, birbirlerine yabancılaşan insanların gerçeğinin altını çizerken bu duyguları göçmenlerin nasıl hissettiklerini en derinde okura geçirebiliyor. 

Kitapta beni en çok etkileyen öykü, annenin yaşamının bir bölümünün anlatıldığı bölüm oldu. Annenin ülkesini terk edip İsrail’de sürdürdüğü yoksul yaşamı, tutunmaya çalıştığı ince umutların tükenişini, kaderin acımasızlığına boyun eğişini, hepsini anne ile birlikte okura da yaşatıyor Amos Oz.

Amos Oz’un bir başyapıtı diyebiliriz, hem alışılagelmişliği alt üst edişi ile hem de anlatımdaki çeşitlilikle. Her bölümde bambaşka olgular bir araya getirilmiş. Bana öyle geliyor ki, başkalarını anlayabilme çabası içindeki bir yazarın romanıdır Aşk ve Karanlık. Annesinin intiharını anlamanın, babasının hayal kırıklığını anlamanın, birlikte yaşadığı Filistin halkını anlamanın romanıdır. 

Yazar her türlü konuşmalardan, ailesinden, komşularından, karşılaşmalardan, yaşadığı yerlerdeki izlenimlerinden, duygularından, dönemin sosyo-politik gelişmelerinden, günlük yaşamdan sahneler veriyor. Amos Oz eserini bir halı gibi dokur; ancak onun halısının malzemesi iplik değil, çok renkli, çok zengin motifli metin parçacıkları ve kültürel öğelerden oluşuyor. Böylece İsrail’e göçü, belgesel nitelikte kendine özgü bir edebiyat yaratır. 

Amos Oz, annesi Fania ve babası Yehuda Arye Klausner ile birlikte.

Göç ve Göçmen 

Göç, her şeye uzak olmaktır. Göç; açlıktır, sefalettir, işsizliktir; aynı zamanda tutkudur, hırstır, umuttur. Göç, iki kültür arasında sıkışıp kalan insanların öyküsüdür. Göçmen geride bıraktığı yere uzak, yerleştiği yere yabancıdır. Nereye gittiğini bilir ama ne yapacağını ve bu yolculuğun nasıl sonuçlanacağını bilmez. Bir tarafta beklentileri, öte yanda geldikleri ülkenin kültürlerinden kopamamanın vermiş olduğu “iki arada kalma” sorunu ortaya çıkar. Kendilerini ne oraya, ne de buraya ait hissetmeye başlarlar. Kimlik değiştirmek ve içinde yaşadığı toplumun kurallarını benimsemek gerektiğini anlarlar. Kısacası göçmen olmak ikili bir kimliğin taşıyıcısı olmaktır. O artık ne tam geldikleri ülkeye ne de yaşadıkları ülkeye aittir. Meyda Yeğenoğlu’nun deyişiyle “göçmen kimliği ne arkaik ve moderndir, ne geçmişe ne de şimdiye aittir. Bu kimlik ne o’dur, ne de bu’dur, aynı anda her ikisidir.” Kısaca göçmen kimliği melez bir kimliktir. Bu melez kimliği Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya” adlı eserinde şu cümlelerle ifade eder: “… göçmen gerçekten iki kişidir, kendini de öyle görür. İki farklı topluma aittir ve her iki toplumda aynı statüye sahip değildir. Örneğin, sürüldüğü kentte, alt düzeyde bir görevde çalışmaya boyun eğen diplomalı biri, anayurdunda saygın bir kişi olabilir. Kuzey şantiyelerinde çekine çekine, hep yere baka baka konuşan Faslı bir işçi, yakınlarının arasına döndüğünde gururla kendi dilini kullanabildiğinde, özgüvenli hareketlerle, yüksel sesle konuşan, tatlı dilli bir hikâyeciye dönüşebilir.”

Tarihsel Bir Kavram Olarak Sürgün 

Yahudi kutsal metinlerinde “kökünden sökülme” ve “sürgün” kelimeleri, Yahudi geleneğine derinden kök salmıştır. Sürgün asıl vatanı İsrail olan Yahudilerin Kudüs’teki Kutsal Tapınak’ın ikinci kez yıkılmasından sonra Tanrı’nın ataları Hz. İbrahim’e vaat ettiği topraklardan dünyanın dört bir yanına dağılmaları ve başka halkların boyunduruğu altında yaşamak zorunda kalmaları olarak algılanır. 

Yahudi belleğinde 1948 tarihli İsrail Devleti’nin Bağımsızlık Bildirgesi, sürgüne mahkûm edilen Yahudi halkının dağıldıkları coğrafyalarda, geri dönebilmek için sürekli dua ederek İsrail ülkesine sadık kaldıklarından ve yüzyıllar boyunca atalarının ülkesine geri dönme çabalarından söz eder. 

Yahudilikte sürgün algısı “burada” yaşarken “ora”nın unutulmamasını ve “ora”nın hayali kurulurken “burada” yaşamaktan vazgeçilmemesini sağlamıştır. Bu yönüyle sürgün, yegâne yas unsuru olmaktan ziyade Yahudi belleğinin ve geleneğinin derinliklerine ulaşan canlı bir hatıraya dönüşebilmiştir. Böylelikle ortaklaşa yerine getirilen ritüellerin ve topluluğun umutlarının, mitsel bir ulusal geçmişe dair hatıraları ve gelecekte muhtemel bir canlanışa ilişkin hayalleri diri tuttuğu iddia edilebilir. Buna en iyi örneklerden biri Hz. Musa’nın önderliğinde Mısır’dan çıkışın kutlandığı Pesah (Hamursuz) Bayramı’nda okunan ve “Bu yıl burada, gelecek yıl İsrail’de” diye başlayıp, “Bu yıl burada, gelecek yıl Kudüs’te” şeklinde son bulan duadır.

Kutsal metinlerde, sürgünün kavmin işlediği günahlardan dolayı tanrısal bir ceza olarak Yahudilerin başına geldiği düşüncesi hâkimdir. MÖ 587 yılında Birinci Tapınak’ın yıkılmasını takiben Yahudilerin başına gelen Babil Sürgünü ilk sürgündür. Babil’e sürgüne gidenler, M.Ö 538 yılında Perslilerin Babil’i fethinden sonra, Pers İmparatoru Sirus’un Dönüş Fermanı’yla geri dönme fırsatı elde etmişlerdir.

Yahudi tarihindeki ikinci büyük sürgün MS 66-70 yılları arasında Romalılara karşı gerçekleşen büyük isyanın Romalılarca bastırılması ve 70 yılında İkinci Tapınak’ın yıkılmasının ardından Yahudilerin, büyük çoğunluğunun Yehuda’yı Filistin topraklarını terk etmesiyle meydana gelen sürgündür. Birçok kaynakta bu durum “ikinci bin yıllık sürgün” olarak ifade edilmektedir. 

İkinci Tapınak’ın yıkılışını takip eden sürgünde dikkat çeken nokta, bunun Babil Sürgünü’ne kıyasla çok daha uzun sürmesi ve Yahudilerin çok daha geniş bir coğrafyaya dağılmasıdır. 

Yahudi tarihinde sürgün ifadesi yalnızca fiziki bir coğrafyadan çıkarılmanın oldukça ötesindedir. “Sürgün” terimi sürgün edilen yerdeki hayat tarzından ve toplumdan dışlanmışlığı da anlam olarak barındırır. Ancak sürgünün Yahudi kavramsal belleğinde bir karşılığı daha vardır ki bu da tarihten dışlanmışlık algısına denk gelir.

Sürgünün “tarihten dışlanmışlık” olarak kavramsallaştırılmasının belli tarihsel sebep ve sonuçlarından söz edilebilir. Bunların en önemlisi içinde bulunulan sosyal şartlardır. Toplumsal dışlanmanın en net ifadesini “getto sistemi” içinde görürüz. Bu sistemin Yahudi toplumunda tarihten dışlanmışlık algısının oluşumunda temel etmenlerdendir diyebiliriz. Şehir hayatına ve toplumsal ilişkilere aktif katılımın engellenmesinin topluluğun “biz ve diğerleri” algısını ciddi anlamda şekillendirici bir etkisinin olduğu açıktır. Sosyal yapıdan dışlanmanın karşılığı bugünden, olup bitenlerden, hayattan, dünyadan dışlanmaktır ve bu, pratikte bireyin yahut topluluğun olup bitenler karşısında etkisizleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bir diğer önemli nokta da tarihten dışlanmışlık algısının teolojik boyutudur. Yahudi’yi Yahudi yapan her şeyin reddidir (sünnet, domuz eti yenmemesi, şabat geleneği)

Aşk ve Karanlık, Amos Oz. Doğan Kitap

Aliya ana yurduna dönmeyi ifade eder 

Aliya İbranice “yükseliş”, “ilerleme” anlamına gelir ki, bu sözler kendi ana yurduna dönen insanlarla ilişkilidir. Ama gerçekte göç eden insanların yolculuğu “aliya” kelimesinin olumlu algılanışının zıddı bir durumda gelişmiştir. İsrail’e yapılan çoğu göç dalgaları yaşadıkları ülkelerde antisemit bir söylemden veya bir olaydan kaynaklanır. Diyebiliriz ki, hemen hemen İsraile’e yapılan tüm göç dalgaları dışlanmış, baskılanmış Yahudiler tarafından gerçekleşmiştir. Göç edenlerin, zorunlu olarak göç ettiklerini unutmamalıyız. Geride bıraktıkları evlerine, arkadaşlarına, o kültüre özlemleriyle göç etmişlerdir. Gelinen yeni ülke onlar için “ev” diye adlandırabilecekleri mekândan çok farklıdır. 

Yahudi tarihçiler, antik çağlardan günümüze kadar olan “aliya” hareketini mercek altına aldı. Bu “aliya” kelimesi İbranice bir kelime üzerinden şekillendi. “Aliya” İbrani dilinde göç eden Yahudilerin İsrail toprağına gelmelerini bir yükseliş olarak tanımlar. Bu kelimenin kökü dini kaynaklara dayanır. Dini bir yere ayak basmanın kutsallığıdır. Bu kutsanmışlık dini yönden bir arınmayı da kapsar.

“Aliya” kelimesi kendilerini şekillendirecek, kendi kimliklerini kazanacak, kendi ülkelerinde yaşamanın huzurunu, bir ülkeye ait olmanın sevincini yansıtır; Yahudi tarihinin köklerine geri dönmeyi, köklerine kavuşmayı da kapsar. Kendi köklerinin var olduğu bir ülkede, kendine ait yeni bir ülke kurmaktır bu. Yani Yahudi-İsrailli kimliğinin oluşmasıdır.

Değişik kültürlerden gelen ve İsrail’e göç etmiş insanlar tek bir homojen yapı oluşturmalıdır. Yahudi İsrailli kültürünün oluştuğu bu yeni gelişim içinde her Yahudi yer almalıdır. Bu düşünce 19. yüzyılın başında nasıl oluştuysa, bugün de aynı düşünce yapısını korumaktadır. Amaç monolitik bir Yahudi İsrailli imajı oluşturmaktır.

İsrail’e göç edenler karışık kültürlerden gelmişlerdir. Alman tavırlarından kurtulmayı başaramamış Alman Yahudileri, İngiliz hayranı züppeler, Fransız özentisi varlıklı Levantenler, benmerkezci sanatçılar, kuşkucu nihilistlerin yanında Yemenliler, Gürcüler, Kuzey Afrikalılar, Kürtler, Selanikliler ve en son Etiyopyalılar… Kuşkusuz hepsi de kardeş, hepsi de umut vaat eden insan malzemesi, ama bu değişik coğrafyalardan ve kültürlerden gelen insanların kaynaşması için muazzam ölçüde sabır ve emek gerekmektedir. Yüzyıllar süren Yahudi Diasporası işte tüm eziklikleriyle İsrail toprağına göç etmiştir.

Son yirmi yılda akademik çevrelerden “aliya” kavramı üzerinde değişik görüşler ileri sürüldü. Onlara göre “aliya” yerine “göç” olgusu üzerine odaklanmak gerekir. Bugünkü İsrail’i ancak göç kavramı ifade edebilir. Bunlar arasında Mısırlı İsrailli yazar ve akademisyen Ronit Malaon’a göre, “aliya” bugünkü İsrail toplumunu açıklamaz, göç olgusunu inkâr eder. Göç kavramı aşağılanmayı, baskıyı, insanın evinden zorunlu atılmasını içerir. Göç kavramında insanın kimlik arayışını, homojen bir millet olamamayı, “ben ve öteki” yi, “kabul görenle, kabul görmeyeni” kapsar. 

Amos Oz’un Aşk ve Karanlık otobiyografik romanını göç olgusu üzerinden irdelersek bize akademisyenlerin bu görüşüne ışık tutacaktır. Amos Oz, 1939’da Kudüs’te Amos Klausner olarak doğdu. Amos Oz, İsrail’in kalbinden doğmuştur.

Sipur al ahava ve choshech, Aşk ve Karanlık kitabının İbranice ilk baskısı

Amos Oz’un baba tarafı, Klausner ailesi Rus Yahudi’sidir. Orta sınıftan, aydın bir zümredendirler. Aile 1933’de, İsrail’e göç etmiştir. Annesinin ailesinin kökleri Rovno kentine dayanır. Onlar da aynı tarihte kız kardeşlerini yanlarına alıp İsrail’e göç etmiştir. Orada yerleşen ailenin yanına daha sonra anne Fanya 1934’de İsrail’e gelmiştir. 

Görüldüğü gibi Amos’un anne ve baba tarafı göç etmiş ailelerdir. Her iki aile de Avrupa’daki Yahudi Soykırımından önce İsrail’e yerleşmiş ailelerdir. Ne var ki, İsrail’deki yaşam koşulları sert ve çetindir. Büyük hayallerle geldikleri İsrail onlar için bir hayal kırıklığı ve öfkedir. 

Aliya” kelimesi “hoş geldiniz”, veya “evinize hoş geldiniz” ifadesini içerir. Oysa o günkü koşullar İsrail’e göç eden bu insanlara bir “ev” ortamı sunmaktan uzaktır. Göç olgusuna geri dönecek olursak, göç eden kişi kendi toprağına geri döndüğünde evine kavuşmuş olur. O ev onun, ailesinin, soyunun doğduğu yerdir. Oysa bu durumda ailenin göçü kendi doğum yerine gitmekten uzaktır. Bu eve dönüş ancak “diaspora”nın bitişidir ama göç olgusunun bitişini ifade etmez. Aile İsrail’e göç etmiştir ve bu topraklarda yeni bir yaşam kurma mücadelesi verecektir. 

Amos Oz’un gerek anne ve gerekse babasının aileleri, iki dünyalı gibidirler. Fiziksel olarak İsrail’e göç etmişlerdir ama gönülleri terk ettikleri “ev”lerinin özlemiyle yanmaktadır. İsrail’de yaşar ama terk ettikleri Avrupa’yı düşlerler. Bu noktada Avrupa onlara yasaklı vaat edilen ülkedir. Hayallerindeki doğadır. Tarımla gelişmiş bereketli topraktır. Tramvayların, köprülerin, kilise kulelerinin, ıssız şirin köylerin, ormanların, karla kaplı çayırların dünyasıdır. Ve bu haliyle Avrupa özlenen bir yerdir. Oysa İsrail çorak bir ülkedir. Tozlu teneke damlardan, hurda demir ve dikenlerle kaplı çöl bir arazidir. Çölün kasvetli, çorak tepeleri uzanır uzaklarda. Yaz aylarında kavrulan çorak yamaçtır İsrail. Bataklık, kayalık ve çölden oluşan verimsiz topraklardır İsrail. 

Yazar şöyle ifade eder o günkü yaşam ortamını: “Tüm çocukluğum boyunca “ev”, “çayır”, ya da “kaz çobanı” gibi sözcükler beni heyecanlandırdı ve büyüledi.(s. 9) (…) sıcacık bir dünyanın kokusu vardır bu sözlerde.” Kendi kendine “çayır” diye fısıldadığında boyunlarına küçük birer çan takılmış ineklerin böğürtüsünü ve derelerin çağıltısını duymasına yeter. Gözlerini kapatınca çıplak ayaklı kaz çobanı gözlerini yaşartır. Bu sözlerde bir özlemi dile getirir yazar. 

Bereketli topraklara ilişkin bir “özlem” duyma olarak ya da bir “itiraf” olarak anı anlatısı bakımından hatırlama belirleyici önemdedir. Bu bir anlamda, sadece bireysele ait olanın, iç benin aşılarak, başka birine anlatısıdır. Anlatı, mahremiyetin kapısını açmıştır. Dil, öteki tarafa, yani başka birine ulaşmayı sağlamıştır. Bu durumda, belleğin başkalarına kapalı kişisel tarafı dil aracılığıyla kolektif olana açılır. Diğer yandan, bir itiraf anlatısı gibi bireysel bir özlemin ifade edilişi açığa çıkar. Bereketli topraklara duyulan bir özlemdir dile gelen. Bu durumda “özlem” kendiliğinden, çaresizce gelişmiştir. Baba ve annesinin geldikleri bereketli toprakların özlemini taşır çocuk. Çocuk bu nostalji ile yitirtilmiş olana yönelmiştir ve o yitirilmiş olanı yeniden inşa etmek istemektedir. Bu nostalji, adeta bir “kökene dönüş” ya da “eve dönüş” isteğinin sonucudur. Amos Oz’un itirafı böyle bir itiraftır.

İç mekân olarak “ev” 

İnsan, yaşadığı mekânla anlam kazanan bir varlıktır. İnsanın ilk mikro evrenini ve aidiyetini oluşturduğu yer evidir. İnsanın aidiyeti, evi gibi dar, kent ya da ülke gibi geniş mekânlar arasında gidip gelerek şekillenmeye başlar. Onun için insanın ilk etapta en önemli mekânı evi oluşturur. Çünkü “ev”, dünyaya gözlerin açıldığı ve kimliğin oluşmasında etkin bir rolü elinde bulunduran bir mekândır. Walter Benjamin, Pasajlar’da, iç-mekânın insanın üzerinde önemli bir rolü olduğunu şöyle vurgular: “İç mekân, bireyin yalnızca evreni değil, aynı zamanda mahfazasıdır. Bir mekânda yaşamak, orada izler bırakmak demektir.”

Amos Oz’un anne ve baba tarafı İsrail’e gelmekle sosyal statülerinde bir düşüş yaşarlar. İsrail’de geldikleri orta sınıftan aşağı bir seviyeye düşmüşlerdir. Amos Oz zemin katta küçücük, alçak tavanlı bir dairede doğup büyür. Annesi ile babası, her akşam, açıldığında odalarını neredeyse duvardan duvara kaplayan bir kanepede yatarlar. Her sabah erkenden yataklarını toplar, yatak takımlarını alttaki sandığa koyar, kanepeyi sıkıca kapatır, üstüne açık gri bir örtü atıp birkaç da işlemeli kırlent koyar, böylece gece uykusunun tüm izlerini yok ederler (s. 7). Bu şekilde yatak odası aynı zamanda çalışma odası, kütüphane, yemek odası ve oturma odası olarak kullanılır.

Bu bodrum katta kasvetli, içe dönük bir yaşam vardır. Rutubetli ve sürekli bir küf kokusu hâkimdir odaya. Yaz boyunca evde hep bir kış havası olur. Gelen konuklar şöyle sorarlar: “Duvarlar rutubeti geçirmiyor mu? İçiniz kararmıyor mu?” 

Dış mekân olarak mahalle

Mahallelerdeki evlerin arası çöpler ve paslı metallerle doludur. Yıkık dökük verandalar, kırık panjurlar, gelen geçene evlerin yoksul içlerini gösteren camlar, yamalı minderler, tıkış tıkış eşya yığınları, kararmış tavalar, küflü saksılar, biçimsiz emaye sahanlar, paslı teneke kaplar olağan görüntülerdendir.

Binaların ortasında henüz cadde yoktur, yalnızca geçici bir inşaat alanı vardır; sağa sola atılmış inşaat malzemesiyle tozlu bir yol, yığın halinde yarı işlenmiş taşlar, çimento çuvalları, metal variller, yer karoları, kum yığınları, çit telleri, iskele tahtalarından oluşan bir yığın sokağı kaplar. İsrail’e ilk gelişlerinde birbiri ardına basit kare şeklinde evleri yapılmış bulurlar. Bu evler her biri minicik iki odadan oluşan çok sayıda sıkışık daireye bölünmüştür. Bahçelerin ve verandaların paslı demir parmaklıkları vardır. Yavaş yavaş narlar ile asmaların yerini serviler ve çamlar alır. Bazıları bakımsız ağaçların ve bahçelerdeki kayalıkların arasında zakkum ve sardunyalar dikerler. Ama çok geçmeden tarhlar unutulur, üstlerine çamaşır ipleri gerilir. Dikilen zakkumlar ile sardunyalar susuzluktan ölmez ama kavruk kalırlar. Bahçelere her türlü müştemilat yapılır; kömürlükler, teneke damlı sundurmalar, yerleşenlerin buraya taşınırken getirdikleri eşyaların ambalaj malzemesinden yapılma uyduruk kulübeler. 

Bu çizilen tablodan anlaşılacağı gibi ailenin maddi imkânları kısıtlıdır. Bu onurlarına öyle dokunur ki, belli etmemeye özen gösterirler. Baba akademik kariyerini bırakmıştır. Ulusal Kütüphane’deki işi ona mütevazı ama düzenli bir maaş getiriyordur. Yazar Amos Oz, çocuk haliyle her cuma bir şiline Bay Kohen’in bahçesini sular, çarşambaları Bay Auster’in bakkal dükkânının arkasında boş şişeleri kolilere doldurarak dört piaster daha kazanır. Komşu oğluna ders verir. Bütün bu gelir kaynaklarına rağmen, tasarruf etmekten hiç vazgeçmezler. Elektrik kesintisi olmadığında bile hep solgun bir ışık altındadır ev. Çünkü tasarruf önemlidir. Ayrıca iklimin çok sıcak ve nemli olması bir diğer rahatsızlık kaynağıdır. İsrail geldikleri yeşillikli doğadan öyle uzaktır ki, adeta başka bir gezegene adım atmış gibidirler. Düpedüz İsrail toprağında yabancı konumdadırlar. 

Aşk ve Karanlık’tan uyarlanan filmin afişi

Entelektüel ortam olarak “ev” 

Ev küçüktür ama kitaplarla doludur. Bolca sahip oldukları tek şey kitaplardır. Her yer kitap doludur. Duvardan duvara, koridorda, mutfakta, girişte ve her pencerenin pervazında. O kadar kitapla çevrilidir ki ev, çocuk Amos insanların gelip geçici olduğunu, ama kitapların sonsuza dek yaşadıklarını düşünür. Ailenin kitaplarla duygusal ilişkisi vardır, onları hissetmeyi severler. Kitapların koklanması, okşanması ve ele alınması gerekir; kitaplara dokunmak sanki özel ve erişilmez bir şeye dokunuyormuş duygusunu verir. O kadar kitap sevgisi ile büyütülür ki, büyüyüp kitap olma hırsı oluşur. Yazar olmayı düşünmez. “İnsanlar karınca gibi öldürülüyorken, elbet yazarların öldürülmesi de zor değildir.” Yazar değil kitap olmak ister. 

Amos Oz’un içinde yaşadığı ev bir fizikî doku değil, onun için bir hâtıra parçasıdır, sıradan bir mekân değil. Ev her nesneyi biriktirdiği gibi anıları, yaşantı parçalarını da biriktirir. Amos Oz’ daki yaşam o kadar belirleyici olur ki, orada yaşayanların hayatlarının sonuna kadar hafızalarında yer edinen, varoluşlarını tanımlayan bir mekân olur. Bu noktada Amos Oz’un İsrail’deki evi, sadece mimarî bir yapı değil, onun da ötesinde sosyolojik ve kültürel bir mekâna dönüşür. Evin barınma ve korunma gibi insanı dış dünyanın tehlikelerine karşı koruyan sığınak olma işlevinin yanı sıra, anılar zinciri oluşturarak insanda aidiyet duygusu uyandırması da bir diğer yönüne işaret eder. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası adlı kitabında, “evin, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için büyük tümleştirici güçlerden biri olduğu” tespitini yapar. 

Konuşulan dil 

Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir toplum hâline getirir. Dolayısıyla dil ferde toplumunun bağışladığı en büyük mirastır. Her dil, konuşulduğu toplum içinde, kendine özgü bir kültür ve uygarlık çevresinde biçimlenir. Her toplum konuştuğu dille dış dünyayı yorumlar.

Avrupa’da anne baba daha sonra yerleşmeyi düşündükleri İsrail’e yerleşme düşüncesiyle İbranice öğrenmişlerdir. Baba on altı – on yedi dilde okuyabilir, on bir dili (Rus aksanıyla) konuşabilir. Anne dört veya beş dil konuşur, yedi sekiz dilde okur. Anne baba çocuğun anlamasını istemedikleri bir konuda aralarında Rusça ya da Lehçe konuşurlar. Ancak çocuğa öğrettikleri dil İbranice olur. Ama ‘30’lı yıllarda İbranice yeterince herkes tarafından konuşulan bir dil değildir. İbraniceyi iyi bilen ebeveynleri bile tümüyle ustası değildirler. Anne ile baba evde sık sık edebiyat tartışmaları yaparlar.

Hem anne tarafı hem de baba tarafı saygın, kültürlü, çok dil bilen, aydınlanmış birer Avrupalıdır. Önyargılardan ve etnik nefretlerden tiksinirler. Aşağılık ırkçılara, önyargılı Yahudi düşmanlarına karşı savaşmayı göze almışlardır. Geldikleri Avrupa’dakilerin sesleri “Yahudilere ölüm” veya “Aşkenazlar Filistin’e gidin” diye duvarlarda yankılanıyordu. İki bin yıldır her şeye sessizce katlanmışlardır ama İsrail’de, kendi topraklarında yeni bir sürgün yaşamına katlanmayacaklar, onurları ayaklar altında çiğnenmeyecektir. 

İkinci kuşak durum daha farklıydı. İlk kuşağın çocukları olan bu yazarlar için İbranice başka bir nitelik kazandı. Onlar İbraniceyle iç içe büyüdüler, çünkü doğdukları andan itibaren İbraniceyle karşılaştılar. İbraniceyi artık anadili gibi konuşuyorlardı ve evde yabancı dil aileyle sınırlı kalıyordu. Ailenin fertleri bu etapta kişilik parçalanması yaşar. Göçe zorlandıkları ülkedeki kültürle eğitilmişlerdir. Geldikleri ülke kültürü kimliklerinin yoğrulmasında belirleyici olmuş, o dil anadilleri olmuştur. 

Klausner Ailesinin geçmişi 

Yaşamlarını Rus Yahudisi olarak Odesa’da sürdüren Klausner ailesi, Ekim Devrimi’nin, İç Savaş’ın ve Kızıl Zafer’in ardından şaşkın, yoksul ve kısıtlanmış bir halde her yöne dağılırlar. 1921’de Ekim Devrimi’nden dört yıl sonra, Odesa’nın Beyazlar ile Kızıllar arasındaki kanlı muharebelerde birkaç kez el değiştirmesinin ardından, büyükbaba ve babaanne iki oğullarıyla birlikte kentten kaçıp o zamanlar Polonya’ya ait olan Vilna’ya giderler. (Adının Vilna olup Litvanya’ya geçmesinden çok öncedir) Büyükbaba Vilna’da çok fazla iddialı olmayan, ufak çapta ticaret yapar. İki oğlan da Odesa’dan üç dille (Rusça, Yidiş dili ve İbranice) gelmişlerdir. Vilna’da klasik lisede Yunanca, Latince, Lehe, Almanca ve Fransızcayı da öğrenirler. Daha sonra, üniversitenin Avrupa edebiyatı bölümünde listeye İngilizce ile İtalyanca eklenir. Baba Arye, Semitik filoloji bölümünde Arapça, Aramca ve çivi yazısını da öğrenir.

Vilna’daki Yahudi Sinagogu. Yad Vashem arşivi.

1933’te Vilna’daki Yahudi düşmanlığı artık Yahudi öğrencilere şiddet uygulama boyutlarına vardığında giderler. Avrupa artık tamamen değişiyordur. Bu arada, Avrupa duvarlarındaki yazılar da değişir. Avrupa’nın tüm duvarlarında “Yahudiler Filistin’e gidin” diye yazar. Elli yıl sonra yazar Avrupa’yı ziyarete gittiğinde duvarlar bu defa şöyle bağırır: “Yahudiler Filistin’i terk edin.” (s.79) 

Amos Oz’un babası Yahuda Arye Klausner 1932’de Vilna Üniversitesi’nden diploması aldığında Yahudi düşmanlığı dayanılmaz bir hal almıştır. Yahudi öğrenciler aşağılanmaya, itilip kakılmaya, ayrımcılığa ve sadistçe kötü muameleye göğüs germek zorunda kalıyorlardır. Artık zulmümün, aşağılanmanın, pogromların olmadığı bir dünya arzuluyorlardır. 

Büyükbaba Aleksandr Klausner 1930-1932’de Fransa, İsviçre, Amerika, bir İskandinav ülkesine ve İngiltere’ye göç izni almaya çalışır. Bu ülkelerin hiçbiri onları istemez. Zaten Avrupa’da yeterince Yahudi vardır. Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinden on sekiz ay kadar önce büyükbaba Klausner ailesi Vilna’daki Yahudi düşmanlığı karşısında öyle çaresizlik içine düşer ki, Alman vatandaşlığı için bile başvurur. Tüm başvuruları geri çevrilir. Bu Avrupa sever aile, o kadar çok Avrupa dili bilerek, şiirini söyleyerek, ahlaki üstünlüğüne inanarak, balesini ve operasını takdir ederek, Avrupa mirasını özümseyerek, Avrupai giysilerine, modasına bayılarak, Avrupa’yı on yıllardır, başından beri koşulsuz ve sınırsız sevip onu memnun edebilmek için elden gelen her şeyi yapmış olarak, her bakımdan ve her alanda ona katkıda bulunmaya, parçası olmaya, soğuk düşmanlığını çılgınca kur yaparak yenmeye, arkadaş olmaya, yaranmaya, kabul edilmeye, ait olmaya, sevilmeye çalışmış… (s.132) olarak istemeye istemeye, düş kırıklığına uğramış Avrupalılar olarak Kudüs’e göç ederler. 

1936’da baba Yahuda Arye Klausner Ulusal Kütüphane’nin gazete bölümünde mütevazı bir görev bulur ve yirmi yıl kadar orada çalışır. O yıllarda Polonya ile Rusya’dan gelen göçmenler ve Hitler’den kaçıp sığınanlarla dolar Kudüs -ki aralarında ünlü üniversitelerden gelen tanınmış kimseler de bulunur- öğrenciden çok öğretmen ve bilim adamı vardır. Aynı yıl annesi Fanya Mussman’la baba Klausner tanışırlar. 

Mussman Ailesinin geçmişi

Annenin ailesi Ukrayna’daki Rovno kentinden gelmişlerdir. Rovno kenti önemli bir demiryolu kavşağıdır. Ute Nehri kenti güneyden kuzeye doğru geçer. 1. Dünya Savaşı’ndan önce kentte altmış bin kişi yaşıyordu. Çoğunluğu Yahudi’ydi. Yahudiler kereste, tahıl ve öğütülmüş un alıp satıyorlar; tekstil, ev eşyası, altın ve gümüş eşya alımıyla, dericilik, matbaacılık, giyim, manifaturacılık ve ticaretle uğraşıyorlardı.

1941 Haziranı’nda Almanlar Rovno’yu, iki yıl önce kenti ele geçirmiş olan Sovyet ordusundan alırlar. 7 ve 8 Kasım 1941’de Almanlar ile işbirlikçileri iki gün içinde kentteki yirmi üç binden fazla Yahudi’yi katlederler. 13 Temmuz 1942’de Hitler’in Nihai Çözüm’ün hayata geçirilmesi emrini verir. Bu plan, Avrupa’daki Yahudi nüfusun yok edilmesini hedefleyen eşi görülmemiş ölçekte kapsamlı ve örgütlü bir operasyonu içeriyordu. Altı milyon Yahudi’nin yöntemli ve ürpertici bir gaddarlıkla öldürüldüğü bu soykırım, Holokost olarak bilinir. Polonya’da, sadece Auschwitz toplama kampında bir milyon Yahudi gaz odalarında öldürülmüştür. 1933’te, Adolf Hitler’in ve lideri olduğu Nazi Partisinin Almanya’da iktidara gelmesi ile Yahudi meselesi de daha vahim bir boyuta taşınmıştır. Ekonomik krizler, ırkçı Yahudi düşmanı yasalar ve savaşın yaklaştığı korkusu ile birçok Yahudi Avrupa’dan kaçarak Filistin, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’ne kaçmıştır. 

Çocuk Amos Oz, annesinin çocukluk anılarını şöyle aktarıyor: “Annem eskiden bazen bana sözcüklerin sonlarına takılıp kalan alçak sesiyle, geride bıraktığı Rovno’ya duyduğu özlemi anlatırdı. Altı yedi cümlede bana bir resim çizebilirdi.” (s.189) 

Amos Oz annesinin Rovno’nun siyasi tarihini Sonya Teyzesinden öğrenir: “Polonyalılar, sonra Kızıl Ordu ve ardından Naziler geldi; onlar hepimizi alıp hendeklerde vurdular ve toprakla örttüler. Sonra Stalin geldi, Rovno’yu köpek yavrusuyla oynar gibi elden ele attılar: Rusya-Polonya-Rusya-Almanya-Rusya. Şimdiyse Rusya’da, Polonya’ya da ait değil, Ukrayna’ya ait. Yoksa Belarus muydu? Ya da yerel çetelere mi? Kime ait olduğunu artık ben bile bilmiyorum. Umurunda da değil aslında. Eskiden olanlar artık yok ve şimdi olanlar da birkaç yıl sonra bir hiç olacak”. (s. 224) 

Görüldüğü gibi coğrafi konumları da değişim gösterir. Bu kaygan zeminde hiçbir güvenceleri kalmamıştır. Hükümetler arası boşluklarda yaşanabileceklerden korkarlar. Bu durum, sürekli lav sızdıran ve dumanı tüten bir yanardağ gibidir. Bu gergin ortamda güvencesiz hissederler kendilerini. Hatta 1934 ya da 1935’te keşke Hitler gelse diyen pek çok Polonyalı Yahudi vardı. En azından Almanya’da hukuk ve düzen vardı, en azından Hitler Almanya’sında sokaklarda ayaklanma ve anarşi yoktur. O zamanlar anarşinin çok kötü olduğunu sanırlar. Kısaca hiçbir Yahudi gerçekten nelerin olabileceğini hayal edemez. Ama artık kesin olan bir şey vardı ki, Yahudiler için ne Stalin’le, ne Polonya’da ya da Doğu Avrupa’nın başka bir yerinde bir gelecek yoktur. Böylece Filistin’in çekimi gittikçe güçlenir. Tabii İsrail’de yaşamanın ne kadar zor olduğunu bilirler. İsrail çok sıcaktır, ilkeldir; bataklıktır, işsizlik ve köylerde yoksulluk olduğunu bilirler. Kısaca İsrail göç etme fikri onlar için güzel bir rüyaya dönüşür.

Yine Sonya Teyzenin ağzından İsrail’e göç şöyle verilir: Ve artık Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudilerin Avrupa’daki günlerinin sayılı olduğunu anlarlar. Tarih 1920’ler ‘30’lardır. Daha ileriki anlatılarında Polonyalılar hakkında şöyle devam eder Sonya Teyze: “(…) yavaş yavaş Filistin’e gitmemizi ve bizi artık görmemeyi umuyorlardı. Bırakınız millet olsunlar, neden olmasın? Önemli olan, bizim Filistin’e kaçmamız, onların da bizden kurtulmasıydı.” (s. 234) 

Anne Fanya 

Amos Oz annesinin o yılları hakkında şöyle yorum yapar: “Annemin Karlova Üniversitesi’ni sadece ailesinin parası bittiği için mi bıraktığını bilmiyorum. Otuzlu yılların ortalarında Avrupa sokaklarını dolduran ve üniversitelere de sıçrayan şiddetli Yahudi düşmanlığı onu ne ölçüde Filistin’e göç etmeye zorlamıştı? Burada ne bulmayı umut ediyordu, ne buldu, ne bulmadı? Tel-Aviv ile Kudüs, Rovno’da bir konakta büyüyen ve doğruca Prag’ın gotik güzelliğinden kalkıp gelen birine nasıl görünüyordu? “Genç annem kum tepelerine, limon bahçelerindeki motorlu pompalara, kayalık yamaçlara, arkeolojik saha gezilerine, Kitabı Mukaddes devrinden kalma harabelere ve İkinci Tapınak Dönemi’nin kalıntılarına, vadilere, hamsinlere, akordeon ve armonikanın eşlik ettiği kültürel akşamlara, haki şortlu kooperatif otobüsü şoförlerine, ülkenin hâkimleri olan İngilizlerin diline, inşaat kumu taşıyan deve kervanlarına, İbrani bekçilere, çakal ulumaları ve uzaktan top tüfek seslerinin duyulduğu lacivert akşamlar ona ne kadar çekici ya da itici geldi?” (s. 232) 

Annemin bana çocukluğunu ve ülkedeki ilk günlerini anlatabileceği yaşa geldiğimde, onun aklı başka yerdeydi ve başka konulara takılmıştı. Bana anlattığı gece masalları devlerle, perilerle, cadılarla, çiftçinin karısı ve değirmencinin kızıyla, ormanın derinliklerindeki ıssız kulübelerle doluydu. Geçmişten, ailesinden, evinden ya da un fabrikasından veya dişi köpek Prima’dan söz ettiğinde sesine acılı ve çaresiz, değişken ve hafif alaycı bir ifade, bir tür kendisiyle alay havası gelirdi. Bu, benim parmak basmayacağım kadar karmaşık ve örtülü, kışkırtıcı ve rahatsız ediciydi. Belki de bu yüzden bunlardan bahsetmesinden hoşlanmazdı.”

Annesinin kendi dünyasında, içe kapanık bir kişiliği vardır. Anne oğlu Amos Oz’a hikâyeler anlatır. Bu hikâyelerin çoğu gariptir. Diğer annelerin anlattığı hikâyelere benzemez. Bir tür sise bürünmüş gibidir bu hikâyeler. Çocukta yabancılaşmaya ve korku sızılarına yol açar; çocuğu şaşırtır, bazen ürpertir. Örneğin ormanda yaşayan ihtiyar Alleluyev’in hikâyesini anlatır. Alleluyev, kadar ihtiyardır ki, kambur sırtı yosun bağlamıştır. Kafasında saçlar yerine mantarlar bitmişti; ayaklarından kahverengi kökler uç vermiş, çökük göz çukurlarına parlak ateşböcekleri yerleşmişti. Bu ihtiyar Alleluyev ormandan daha yaşlıydı, kardan daha yaşlıydı, Zaman’ın kendisinden bile daha yaşlıydı. (s. 171) 

Amos Oz’un kardeşi yoktur, annesi ile babasının ona oyuncak alacak paraları yoktur; televizyon ve bilgisayar da o yıllarda henüz yoktur. Çocukluğu Kudüs’teki Kerem Avraham mahallesine geçer ama o aslında ormanın kenarında, kulübelerin yanında, bozkırlarda, çayırlarda, annesinin hikâyelerindeki ve resim kitaplarında gördüğü karlarda yaşar. O doğuda olsa da, kalbi en batıdadır. Sanal ormanlarda, sözcük ormanlarında, sözcüklerden kulübelerde, sözcüklerden çayırlarda dolanır. Boğucu arka bahçeleri, taş evlerin tepesindeki oluklu saç levhaları, leğenlerle ve çamaşır ipleriyle dolu balkonları bir yana iter. Çevresini görmezden gelir. Tek sayılanlar sözcüklerden oluşanlardır. 

Anlatı boyunca oğul Amos Oz’un annesinin intiharı üzerine yorumlar yaparak annesini anlamaya çalışır. 20’li yıllarda yoğun bir Polonya-Rus duygusallığı içinde Chopin dinleyerek, Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” ile Lord Byron okuyarak eğitilmiştir. İsrail’e gelen acılı, hülyalı, yalnız ve her türlü “özlem ve arayış” içinde gelen nesildendir. İsrail’e varınca acı gerçek karşısında hayal kırıklığı yaşar. Sonunda otuz sekiz yaşında intihar eder. Çünkü İsrail rüyası diye bir şey yoktur. Aldatılmış, kandırılmıştır. (s. 258) 

Amos Oz’un Aşk ve Karanlık romanı “göç” olgusunu odağa alması açısından, göçü yas, nostalji, özlem ve ölüm temaları üzerinden şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Annenin intiharı o devirde yaşanan tek bir olay değildir. Anneannesinin İsrail’in hijyen olmayan mikroplu çevresinden o kadar tiksinir ki günde iki kez sıcak banyo yapmaya kadar varması onun erken ölümüne neden olur. Baba, müthiş entelektüel birikimiyle üniversitede öğretim görevlisi olmayı hayal ederken ancak bir kütüphaneci olur. Sonya Teyze’sinin Avrupa’ya geri dönmeye hiç niyeti yoktur. (Şöyle der: “Avrupa’ya gidip İsrail’i düşlemek için mi? Yas tutmak için mi? İşte İsrail’dedir ve sallanan koltuğunda birkaç saat Avrupa özlemini yaşamaktadır. Hepsi de öfkeli ve hayal kırıklığı içindedirler.

Amos Oz bu insanların hayal kırıklıklarını denklemin bir yanında verirken onları Diaspora’ya ait olan nesil olarak sunar. Denklemin bir diğer yanı İsrail’de kendi gibi doğmuş yeni nesilden oluşur. İsrail’i bu yeni nesil oluşturacaktır. Onlar göçmen çocuklarıdırlar; ebeveynleri gibi İsrail’e yabancı değillerdir. O henüz on dördünde kibutza yerleşme kararını alarak, ailesinden kopmaya karar vererek, Klausner ismini Oz olarak değiştirerek, geçmişle tüm bağlarını koparmış, İsrail’in bugününü oluşturmaya karar vermiştir. “Göç” onun hikâyesi değildir ancak romanda “göç” temasının işlenmesi “göç” olgusunun tarihsel bir belgesi olarak yerini alırken Amos Oz’un şu soruyu sorar: “Bizi bu topraklara kim getirdi? Niçin geldik? Gelmeseydik ne olurdu? 

Özetlemek gerekirse Amos Oz “göç” teması üzerinden İsrail’e bakıyor. “Göç” gibi sosyal bir olayın edebiyatta yer almasını sağlıyor. “Göç” olgusunu tema olarak belirlerken retorik oluşturmada bir malzeme olarak kullanıyor.

Raşel Rakella Asal, 1969’da İzmir Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi. 1989’da İngilizce ve Fransızca dillerinde Ülkesel Turist rehberlik kokartını aldı. 1992’de “Diplome Approfondi de Langue Française” ile Fransızca yeterlik sertifikasını, 1995’de “Escuela Salmantina de Estudios Internacionales”dan İspanyolca belgesini aldı. Yazıları İzmir Life, Varlık, Roman Kahramanları, Deliler Teknesi, Türk Dili, Lacivert dergilerinde ve Oggito, Kentyasam, Edebiyathaber internet sitelerinde yer almaktadır. 

Eserleri 

Volga Hüznü, Boşders yayınları, 2003 (anlatı) 
Duyuyor musun Kalbim, Boşders yayınları, 2003 (anlatı) 
Her Şey Sanki Bir Eski Zaman Düşünde Şimdi, Boşders yayınları, 2003 (biyografi) 
İşte Bizim Gül Sokak, Heyamola yayınları, 2010 (anlatı) 
Tıpkı Hayat Gibi, Şenocak yayınları, 2012 (edebiyat inceleme yazıları) 
Cecile, Kafekültür yayıncılık, 2012 (roman) 
Çılgın bir devinimdir yaşamak, Doğan Kitap, 2021 (edebiyat inceleme yazıları) 

Fotoğraf: Dominique Nabokov. 1983 yılında Amos Oz, Hulda, Israel’de.