Yahudi/Edebiyat dosyamızın ilk içeriği, bugün Yom HaShoah olması sebebiyle Primo Levi’nin yazdığı şiire ayırıyoruz.
Kitap bir şiir ile başlıyor, kitap ile aynı isimli, aslında bir beddua, aynen şöyle:
BUNLAR DA MI İNSAN
Siz ki güven içindesiniz Sıcak evlerinizde Siz ki akşam eve döndüğünüzde Sıcak yemek ve dost çehreler buluyorsunuz Düşünün bir, bir insan mıdır Çamurda çalışan Huzur bilmeyen Yarım ekmek için mücadele veren Bir evet ya da hayırla ölen kişi Düşünün bir, bir kadın mıdır, Saçları, adı olmayan Artık anımsama gücü olmayan Gözleri boş ve bağrı soğuk Kışın bir kurbağa gibi. Bunların olduğunu düşünün: Sizlere yöneltiyorum bu sözleri. Onları yüreğinize kazıyın Evinizdeyken, yolda yürürken, Yatarken, kalkarken; Çocuklarınıza yineleyin bu sözleri. Yoksa eviniz yıkılsın, Hastalık dert olsun başınıza, Çocuklarınız yüz çevirsin sizden.
Primo Levi; bu satırları 1947 yılında yazmış. Can Yayınları tarafından basılan Zeyyat Selimoğlu tarafından çevrilen Bunlar da mı İnsan? adlı eserinden. 1919 doğumlu Primo Levi, yirmi dört yaşında Nazi toplama kamplarına gönderiliyor ve şans eseri hayatta kalıyor. İtalyan Yahudisi kimliğini saklamayınca önce Fissolo’daki toplama kampına, orada geçirdiği iki ayın ardından da, 1944’de, Auschwitz toplama kampına gönderiliyor. Kamptaki altı yüz elli kişiden hayatta kalanlardan biri oluyor. Kamptaki anılarını okuyunca herhalde artık buradan kurtulması da imkânsız dediğimiz koşullardan mucizevi bir şekilde kurtuluyor. Ölüm kampında hayatta kalıyor… İki zıt kelime; ölüm ve hayat. Bu kitap sadece Primo Levi’nin hikâyesi. Aslında ölen milyonların birbirinden bağımsız hikâyeleri var. Başarıları, başarısızlıkları, umutları, hayalleri, gelecek planları… Ama bu felaketleri açığa çıkaranlar gözünden bunların hiçbir önemi yok. Sadece sayılar… Onların gözünde insan hayatı sadece bir istatistik. Savaşlar, katliamlar, doğal afetler… Kendi hırslarını gölgelemek için bu felaketlere başka isimler veriyorlar. Örneğin “Yüzyılın felaketi”. Hannah Arendt’in dediği gibi kötülüğün sıradanlığı. Sıradanlaşan kötülük. İnsanın buna alışması, günlük yaşamın olağan bir parçası olarak görmesi. Neredeyse 80 yıl önce yapılmış bir beddua. Dünya bu kadar acıya şahit olmuşken; hem de on binlerce yıl öncesinden değil; topu topu 80 yıl öncesinden… Neredeyse bir insan ömrü kadar önce… Hafızanın bu kadar da çabuk silinmemesi gerekiyor.
Kitaba dönecek olursak genel olarak bir hayatta kalma mücadelesi gibi görünse de aslında kampın kendi dinamiklerinden söz ediyor. Mevsimsel değişiklikler yaşamı büyük ölçüde etkiliyor. Kışın soğuğu ve çamur ile mücadele ederken yazın boğucu sıcağı ve tozu içinde yaşama tutunma mücadelesinden bahsediyor. Açlık ve barınma sorunu da buna ekleniyor. Yerde bulunan bir tel parçasının ayakkabı bağı gibi kullanılabileceğine, bez parçalarının ayakkabının içine doldurulabileceğine, kâğıtların -yasak olsa da- soğuktan korunmak ceketin içine doldurulduğuna tanıklık ediyor. Tutukluların elinde olan ceket, ayakkabı, yemek tası ve kaşığın onlar için en değerli şey olması ve buna sahip çıkmanın hayatlarına da sahip çıkmakla eş değer olması, hayat mücadelesinin sadece Nazilere karşı yapılmadığını gösteriyor. Mesela günlük ihtiyacı olan ekmek ve tütüne karşılık, ağızdan sökülen altın dişler veriliyor. Bu ticareti yapan, yöneten kişilerin ahlaksızlıkları dikkat çekici. Siviller ile alış veriş, kamptaki ticari yaşamdan örnekler var. Kamptakilerin de hayatta kalmak için gruplaşmalarından bahsediyor. Kamp yaşamı da kendi kast sistemini oluşturuyor.
Primo Levi; kurtulduktan sonra kampı ziyaret ettiğinde hislerini şu şekilde ifade ediyor: “…çok güçlü bir kaygı duygusuna kapıldım. Burada hiçbir şey değişmemiş: Çamur vardı, hala da çamur var ya da yazın boğucu tozu…” diyor ve şöyle devam ediyor “… bu yerlerin anımsatma gücü karşısında biz kurtulanlar farklı biçimde tepki veriyoruz. İki tipik kategoriye ayırırsak: Birincisi, unutmak isteyenler ancak unutmayı başaramayan ve bunlar hakkında konuşmak istemeyenlerdir. İkincisi; anımsamayı bir görev edinen ve en önemlisi dünyanın unutmasını istemeyenlerdir. Çünkü deneyimlerinin anlamdan yoksun olmadığını ve kampların bir kaza, tarihin beklenmedik olayı olmadığını çok acı bir şekilde anlamışlardır.”
Kitabın son bölümüne eklenen 1976 yılında Kemal Atakay tarafından çevrilen kısımda; okullardaki söyleşilerde gelen soruları yanıtlayan Primo Levi: “Nazilerin Yahudilere duyduğu nefreti nasıl açıklarsınız?” sorusunu cevaplarken aslında kitabın isminin nasıl oluştuğuna da işaret ediyor. “Yahudi düşmanlığı, daha geniş bir olgunun, yani bizden farklı olana karşı duyduğumuz düşmanlığın özel bir durumudur. Kökeni itibariyle, hiç kuşku yok ki, hayvanlara özgü bir olgu söz konusudur.” Sonuç olarak “bunlar da mı insan” diyor.
Primo Levi; 1987 yılında hayata veda ediyor. İntihar mı yoksa dengesini kaybedip apartman boşluğuna mı düşüyor tam anlaşılamıyor. Arkasında herhangi bir intihar notu bulunamıyor. Ölümünün ardından Elie Wiesel: “Primo kırk yıl sonra Auschwitz’de öldü” diyor. Kamptan kurtulmak da bir kurtuluş değil sanırım. Bu kadar zulüm ve acıya şahitlik etmek hayatının sonuna kadar peşini bırakmamış diye düşünüyorum. Bunları da eserlerinde fazlasıyla hissettim. Okurken bunları hissederken bir başka gerçeklikte ırkçılık tam gaz devam ediyor. Irkçılık laneti toplumsal düzeyde maalesef. Koca stadyumlarda yapılan maçlardan tutun da, küçük lise futbol maçlarına, müze sergi önlerine kör göze parmak sokar gibi yapılıyor. Her yerde var, siyasetin en tepesinden, en arka mahalle kahvehanelerinde, otobüs metro istasyonunda kulaklarımızı çınlatan çok. Irkçısı, faşisti ile meşhur sokak, mahalle şehirler var. “Bunlar da mı insan?” demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
Günümüzde hala savaşlar devam ederken, bu savaşları canlı yayında evimizde kahvemizi yudumlarken izliyoruz. Moralimizi düzeltsin diye kendimize online sipariş sitelerinden ihtiyacımız olmayan bir şeyler sipariş veriyoruz. Genel bir paralizi haline bir de amnezi ekleniyor. Edebiyat burada devreye giriyor, duyularımızı tekrar ateşliyor. Bir aksiyon potansiyeli oluşturuyor, amnezi ortadan kalkıyor. Primo Levi’nin istediği oluyor. Edebiyat hatırlatıyor.
Yakup Cemel, Antakya doğumlu. Sağlık çalışanı. Dokuz Eylül Üniversitesi lisans eğitimi, Haliç Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi sonrası Medipol Üniversitesi’nde doktora eğitimi eşlik etmektedir. Akademik çalışmalarına ek klinik çalışmalar da yapmaktadır.
Yahudi/Edebiyat dosyamızın ilk içeriği, bugün Yom HaShoah olması sebebiyle Primo Levi’nin yazdığı şiire ayırıyoruz.
Kitap bir şiir ile başlıyor, kitap ile aynı isimli, aslında bir beddua, aynen şöyle:
BUNLAR DA MI İNSAN
Siz ki güven içindesiniz
Sıcak evlerinizde
Siz ki akşam eve döndüğünüzde
Sıcak yemek ve dost çehreler buluyorsunuz
Düşünün bir, bir insan mıdır
Çamurda çalışan
Huzur bilmeyen
Yarım ekmek için mücadele veren
Bir evet ya da hayırla ölen kişi
Düşünün bir, bir kadın mıdır,
Saçları, adı olmayan
Artık anımsama gücü olmayan
Gözleri boş ve bağrı soğuk
Kışın bir kurbağa gibi.
Bunların olduğunu düşünün:
Sizlere yöneltiyorum bu sözleri.
Onları yüreğinize kazıyın
Evinizdeyken, yolda yürürken,
Yatarken, kalkarken;
Çocuklarınıza yineleyin bu sözleri.
Yoksa eviniz yıkılsın,
Hastalık dert olsun başınıza,
Çocuklarınız yüz çevirsin sizden.
Primo Levi; bu satırları 1947 yılında yazmış. Can Yayınları tarafından basılan Zeyyat Selimoğlu tarafından çevrilen Bunlar da mı İnsan? adlı eserinden. 1919 doğumlu Primo Levi, yirmi dört yaşında Nazi toplama kamplarına gönderiliyor ve şans eseri hayatta kalıyor. İtalyan Yahudisi kimliğini saklamayınca önce Fissolo’daki toplama kampına, orada geçirdiği iki ayın ardından da, 1944’de, Auschwitz toplama kampına gönderiliyor. Kamptaki altı yüz elli kişiden hayatta kalanlardan biri oluyor. Kamptaki anılarını okuyunca herhalde artık buradan kurtulması da imkânsız dediğimiz koşullardan mucizevi bir şekilde kurtuluyor. Ölüm kampında hayatta kalıyor… İki zıt kelime; ölüm ve hayat. Bu kitap sadece Primo Levi’nin hikâyesi. Aslında ölen milyonların birbirinden bağımsız hikâyeleri var. Başarıları, başarısızlıkları, umutları, hayalleri, gelecek planları… Ama bu felaketleri açığa çıkaranlar gözünden bunların hiçbir önemi yok. Sadece sayılar… Onların gözünde insan hayatı sadece bir istatistik. Savaşlar, katliamlar, doğal afetler… Kendi hırslarını gölgelemek için bu felaketlere başka isimler veriyorlar. Örneğin “Yüzyılın felaketi”. Hannah Arendt’in dediği gibi kötülüğün sıradanlığı. Sıradanlaşan kötülük. İnsanın buna alışması, günlük yaşamın olağan bir parçası olarak görmesi. Neredeyse 80 yıl önce yapılmış bir beddua. Dünya bu kadar acıya şahit olmuşken; hem de on binlerce yıl öncesinden değil; topu topu 80 yıl öncesinden… Neredeyse bir insan ömrü kadar önce… Hafızanın bu kadar da çabuk silinmemesi gerekiyor.
Kitaba dönecek olursak genel olarak bir hayatta kalma mücadelesi gibi görünse de aslında kampın kendi dinamiklerinden söz ediyor. Mevsimsel değişiklikler yaşamı büyük ölçüde etkiliyor. Kışın soğuğu ve çamur ile mücadele ederken yazın boğucu sıcağı ve tozu içinde yaşama tutunma mücadelesinden bahsediyor. Açlık ve barınma sorunu da buna ekleniyor. Yerde bulunan bir tel parçasının ayakkabı bağı gibi kullanılabileceğine, bez parçalarının ayakkabının içine doldurulabileceğine, kâğıtların -yasak olsa da- soğuktan korunmak ceketin içine doldurulduğuna tanıklık ediyor. Tutukluların elinde olan ceket, ayakkabı, yemek tası ve kaşığın onlar için en değerli şey olması ve buna sahip çıkmanın hayatlarına da sahip çıkmakla eş değer olması, hayat mücadelesinin sadece Nazilere karşı yapılmadığını gösteriyor. Mesela günlük ihtiyacı olan ekmek ve tütüne karşılık, ağızdan sökülen altın dişler veriliyor. Bu ticareti yapan, yöneten kişilerin ahlaksızlıkları dikkat çekici. Siviller ile alış veriş, kamptaki ticari yaşamdan örnekler var. Kamptakilerin de hayatta kalmak için gruplaşmalarından bahsediyor. Kamp yaşamı da kendi kast sistemini oluşturuyor.
Primo Levi; kurtulduktan sonra kampı ziyaret ettiğinde hislerini şu şekilde ifade ediyor: “…çok güçlü bir kaygı duygusuna kapıldım. Burada hiçbir şey değişmemiş: Çamur vardı, hala da çamur var ya da yazın boğucu tozu…” diyor ve şöyle devam ediyor “… bu yerlerin anımsatma gücü karşısında biz kurtulanlar farklı biçimde tepki veriyoruz. İki tipik kategoriye ayırırsak: Birincisi, unutmak isteyenler ancak unutmayı başaramayan ve bunlar hakkında konuşmak istemeyenlerdir. İkincisi; anımsamayı bir görev edinen ve en önemlisi dünyanın unutmasını istemeyenlerdir. Çünkü deneyimlerinin anlamdan yoksun olmadığını ve kampların bir kaza, tarihin beklenmedik olayı olmadığını çok acı bir şekilde anlamışlardır.”
Kitabın son bölümüne eklenen 1976 yılında Kemal Atakay tarafından çevrilen kısımda; okullardaki söyleşilerde gelen soruları yanıtlayan Primo Levi: “Nazilerin Yahudilere duyduğu nefreti nasıl açıklarsınız?” sorusunu cevaplarken aslında kitabın isminin nasıl oluştuğuna da işaret ediyor. “Yahudi düşmanlığı, daha geniş bir olgunun, yani bizden farklı olana karşı duyduğumuz düşmanlığın özel bir durumudur. Kökeni itibariyle, hiç kuşku yok ki, hayvanlara özgü bir olgu söz konusudur.” Sonuç olarak “bunlar da mı insan” diyor.
Primo Levi; 1987 yılında hayata veda ediyor. İntihar mı yoksa dengesini kaybedip apartman boşluğuna mı düşüyor tam anlaşılamıyor. Arkasında herhangi bir intihar notu bulunamıyor. Ölümünün ardından Elie Wiesel: “Primo kırk yıl sonra Auschwitz’de öldü” diyor. Kamptan kurtulmak da bir kurtuluş değil sanırım. Bu kadar zulüm ve acıya şahitlik etmek hayatının sonuna kadar peşini bırakmamış diye düşünüyorum. Bunları da eserlerinde fazlasıyla hissettim. Okurken bunları hissederken bir başka gerçeklikte ırkçılık tam gaz devam ediyor. Irkçılık laneti toplumsal düzeyde maalesef. Koca stadyumlarda yapılan maçlardan tutun da, küçük lise futbol maçlarına, müze sergi önlerine kör göze parmak sokar gibi yapılıyor. Her yerde var, siyasetin en tepesinden, en arka mahalle kahvehanelerinde, otobüs metro istasyonunda kulaklarımızı çınlatan çok. Irkçısı, faşisti ile meşhur sokak, mahalle şehirler var. “Bunlar da mı insan?” demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
Günümüzde hala savaşlar devam ederken, bu savaşları canlı yayında evimizde kahvemizi yudumlarken izliyoruz. Moralimizi düzeltsin diye kendimize online sipariş sitelerinden ihtiyacımız olmayan bir şeyler sipariş veriyoruz. Genel bir paralizi haline bir de amnezi ekleniyor. Edebiyat burada devreye giriyor, duyularımızı tekrar ateşliyor. Bir aksiyon potansiyeli oluşturuyor, amnezi ortadan kalkıyor. Primo Levi’nin istediği oluyor. Edebiyat hatırlatıyor.
Yakup Cemel, Antakya doğumlu. Sağlık çalışanı. Dokuz Eylül Üniversitesi lisans eğitimi, Haliç Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi sonrası Medipol Üniversitesi’nde doktora eğitimi eşlik etmektedir. Akademik çalışmalarına ek klinik çalışmalar da yapmaktadır.
Paylaş: