Holokost Röportajlar

Eytan İpeker ile Bağımsız Sinema Yolculuğu, Kurak Günler ve Miss Holokost Survivor – Sami Morhayim

Türkiye sinemasının bu yılki en başarılı filmlerinden Kurak Günler’in kurgucularından ve geçtiğimiz yıllarda yurtdışında prestijli festivallerde gösterilen belgesel film Miss Holokost Survivor’ın yönetmeni Eytan İpeker ile film dünyasına girişi, Kurak Günler’in kurgu süreci, kurgu projelerinde yer alırken yaşadığı deneyimler ve yönetmenliğini yaptığı projeler hakkında söyleştik.

Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren ‘Kurak Günler’ filmi, Avrupa Film Akademisi tarafından En İyi Kurgu Ödülü’ne layık görüldü. Avrupa Film Ödülleri, Avrupa sinemasının en prestijli ödül organizasyonları arasında yer alıyor.

Eytan İpeker, Kurak Günler’in kurgusundan önce Mimaroğlu, Ah Gözel İstanbul ve Amina gibi önemli filmlerde de kurgucu rolünde görevde bulunmuştu.

Sami Morhayim: Öncelikle Avrupa Film Akademesi’nden aldığınız ödül için tebrik ederim. Zamanında bir film hocam, ödülü aldıktan sonra yönetmenlerin bir sonraki hissinin mutluluktan ziyade, bir sonraki filmleri için ne yapacakları olduğundan bahsetmişti. Avrupa Film Akademisi tarafından verilen kurgu ödülünden sonra hislerin neler oldu?

Eytan İpeker: Güzeldi tabii, çok güzel bir histi. Öncelikle hiç beklemiyorduk, müthiş bir sürpriz oldu. Emin’e de söyledim, kurgu ödülü dediğimiz şeyin yüzeysel bir tarafı da var. Kurgu aslında arkada senaryo, oyuncu performansları, görüntü yönetmeni, müzik gibi pek çok şeyden beslenerek, yönetmenle beraber kreatif bir diyaloğa girerek yapılan bir şey. Dolayısıyla ekipçe aldığımız bir ödül olarak bakıyorum. Bunun dışında şunu söyleyebilirim: Bir süredir Berlin’de yaşıyorum ve Avrupa Film Akademisi ödülü benim burada önümü çok açabilecek bir ödül. Elimden geldiğince değerlendirmeye bakıyorum.

SM: Film ile uğraşmak isteyen biri için, film yapmanın hangi alanından buna dahil olacağı hem zor hem de bir o kadar hislere dayalı aslında. Seni bugüne getiren film yolculuğun nasıl başladı?

Eİ: Bu konudaki tutkumu babamdan ve sonrasında da sinema festivallerinde gördüğüm filmlerden aldım diyebilirim. Üniversite zamanı yaklaştığında yurtdışında sinema okumak konusunda kararımı çok erken verdim, ailem de destek oldu. Portfolyom çok iyi olmadığından adı pek duyulmamış bir okula kabul edildim. Deneysel sinema eğitimi konusunda tanınmış bir yer olduğunu sonradan öğrendim. Bu okulda sadece bir sene kaldım ama aslında büyük bir şanstı, beni sinemanın hiç bilmediğim biçimleriyle karşılaştırdı. Üniversitede yönetmenlik kadar kurguyla da çok ilgilendim. Profesyonel hayata geçtiğimde yönetmen yardımcılığı, kurguculuk ve post prodüksiyon süpervizörlüğü yaptım ama hedefim hep yönetmenlikti. 2011’de Yoel Meranda ve Can Eskinazi’yle Kamara adlı bir yapım şirketi kurduk ve bu dönemde nihayet ağırlıklı olarak yönetmenlik yapmaya başladım. Ama bu kez de “ne olursa olsun yönetmenlik kariyerim olmalı” diye düşünmenin doğal sonucu olarak kendimi daha ticari projelerin içinde buldum. Yaptığım kurumsal video ve tanıtım filmlerinden çok şey öğrensem de istemediğim bir yöne doğru evriliyordum. Bir noktada şunu fark ettim: Benim için öncelikli olan yönetmenlikten ziyade, heyecan duyduğum filmler yapmak ve kreatif olarak beni besleyen insanlarla beraber çalışmaktı. Yönetmenlik bunun sadece bir biçimiydi. Tam o dönemde biz Kamara Film olarak Albüm’ün yapımcılığını yapıyorduk. Kişisel olarak tanımadığım ama filmlerini sevdiğim bir iki yönetmene gidip ”filmlerinizde bir gün kurgucu olarak çalışmayı çok isterim” dediğimi hatırlıyorum. Hemen öncesinde klip yönetmeni olarak tanıdığım Gürcan Keltek’le “fazlamesai” adlı bir kısa film kurguladık. Ve bilinçli bir şekilde bu alana yöneldim. Bunların arasında vakit buldukça, deneysel videolar ve kişisel olarak beni heyecanlandıran projelerde yönetmenlik yapıyorum.

SM: İşin güzel kısmı bağımsız sinema da olsa, bundan gelir elde edebiliyorsun.

Eİ: Yönetmen olarak kişisel ve bağımsız bir projeyi gerçekleştirebilmek çok büyük uğraş gerektiriyor.  Çok uzun süre finansal olarak boşluktasınız. Sevdiğim projelerde kurgucu olarak çalışmak hem bana ilham veriyor hem de hayatımı döndürmemi sağlıyor. Bir yandan yönetmen olarak acele etmeden projelerim hakkında araştırmak ve düşünme fırsatım oluyor. Şimdilik bu dengeden memnunum. Yönetmen olarak da kurgucu olarak da çalıştığım insanlardan çok şey öğreniyorum.

SM: Bugüne kadar genelde belgesel projelerinde yer aldın, biri de Miss Holocaust Survivor’dı. Bu yönelime nasıl ulaştın? En son ise Kurak Günler’in kurgusunu yapmış oldun. Uzun metraj kurmaca film kurgulamak ile belgesel projelerinde yer almak arasındaki fark nedir?

Eİ: Kurgu yapmaya başladığım dönemde kafamda net bir alan yoktu. “Daha çok kurmacaya yapayım” veya “belgesele yoğunlaşayım” diye bir çabam olmadı. Önüme çıkan projeler daha çok belgeseldi. Bu vesileyle belgesel sinemanın dünyada öne çıkan örneklerini daha fazla izlemeye başladım. Belgesel benim için çok heyecan verici bir alan, kurgucunun rolü biraz daha kritik. Yaratıcı olarak projeye katabileceği şeyler daha fazla. Tabi bunu söylerken daha çok “yaratıcı belgesel” olarak tanımlanan türleri kastediyorum. Bu tarz belgesellerde, çekilmiş malzeme önünüze konuyor ama filmin yapısı, karakterleri, hikayesi çoğunlukla kurgu aşamasında şekilleniyor. Önceden belirlenmiş olay akışı yok. Biraz kolaj yapmak gibi. Bu sebeple kurgu aşamasında senaryo yazım süreci de biraz işin içine giriyor. O yüzden benim çok sevdiğim bir alan. Filmin dilini malzemeye bakarak hissetmek ve tasarlamak gerekiyor.

Belgeselde çekilen malzemeyle kurgucunun ilişkisi çok daha saf. Kamera neyi yakalamışsa onu izliyorsun, tekrar veya farklı ölçek diye birşey pek mümkün değil. O yüzden izlediğin her kareye %100 odaklanmak zorundasın. Kurmaca çok farklı. Örneğin Emin Alper’in filminde çok sıkı bir olay örgüsü var. Çok dikkatli kurulmuş uzun diyalog sahneleri var ve bunlar farklı ölçeklerde çift kamerayla çekilmiş. Özellikle rakı masası sahnesinde çok zorlandığımı hatırlıyorum, ağırlıklı belgesel kurgulayan biri için oldukça karışık bir sahne. Her karakterin yakın-orta-geniş ölçek çekimi, tekrarlar, devamlılık meseleleri içinde boğuşurken aynı anda dramatik olarak da sahnenin hakkını vermek kolay değil. Ağırlıklı olarak belgeselden geldiğim için böyle bir sahneyi toparlamakta zorlandım. İnsan giderek alışıyor ve bambaşka refleksler ediniyor. Daha evvel kurmaca deneyimim olmasına rağmen, “Kurak Günler” içerdiği karakter sayısı, diyaloğa verdiği ağırlık ve karmaşık olay örgüsüyle benim için yeni bir deneyimdi. Bu açıdan çok da eğiticiydi.

SM: Proje ile geçirilen haftalar sonrası, çalıştığın iş seni o kadar tatmin etmediği durumlarda bile büyük bir duygu yükü ve emeği harcanmış oluyor. Çalıştığın projelerle bağın nasıl oluyor? Başka biri tarafından yaratılmış bir projeye kurgucu olarak girerken nelere dikkat ediyorsun? Bir kriterin var mı?

Eİ: Öncelikle yönetmenin kurmak istediği dünyayı anlamaya çalışıyorum. Eğer o dünya beni heyecanlandırıyorsa, kişisel bir bağ kurabiliyorsam o projede yer almak istiyorum. Yönetmeni tanımak da çok önemli. Tabii ilk kez çalışacağınız bir yönetmen söz konusu olduğunda bunun için çok az vaktiniz var, biraz blind-date’e benziyor. Mesela yönetmenler bazen referans filmi sorulduğunda net bir yanıt veremeyebiliyor. Kendim de yönetmenlik yaptığım için bunu çok anlayışla karşılıyorum. Karşımdaki insanın bir sanatçı olarak hassasiyetlerini ve reflekslerini anlamaya çalışıyorum. Mesela yapacağımız filme referans olmasa bile, o sırada vizyonda olan bir filmi konuşmak, sevdiği filmler üzerine fikirlerini dinlemek çok faydalı olabiliyor. Eğer önceden yapılmış bir kaba kurgu varsa, yönetmen filmi hangi yöne götürmek istiyor, kırmızı çizgileri nedir, projeye girmeden bunu konuşmak lazım. Bir de benim için karşılıklı elektriğin tutması da çok önemli.

SM: Nasıl yönetmenlik de bazı metotlar ve yaklaşım tarzları varsa, senin bir işi kurgularken uyguladığın, takip ettiğin bir tarz var mı? Mesela bazı kurgucular yönetmenlere karşı çok saldırgan olabiliyor veya tam tersi yönetmene daha çok ayna tutan bir durumda olabiliyor. Filmleri keserken olmasa da yönetmenlerle çalışırken nasıl bir mizacın oluyor? Yöntemin ne oluyor?

Eİ: Kurgu çok insan ilişkilerine dayanan bir şey. Beraber çalıştığım yönetmen her şeyden önce benim onun yanında olduğuma, filmine inandığıma ve filme üç aşağı beş yukarı benzer bir yerden baktığıma ikna olmalı. Yani bana güvenmeli. Hararetli tartışmalara girdiğim zamanlar oluyor, zaten insanların birbirlerini tartışmadan tanımasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama günün sonunda karşımdaki kişisel bir vizyonunu gerçekleştirmeye çalışan yaratıcı ve hassas biri. Fazladan kırılgan olması veya duygu dalgalanmaları yaşaması son derece normal. Yönetmenlik yaptığım zamanlardan da biliyorum, insanlar bana “şu sahneyi çekmen lazım” diye ısrar ettiği noktada sırf “lazım” kelimesine takılıp tepkisel hareket edebiliyorum. Kurgucu olmanın bana karşımdakini daha iyi dinlemeyi öğrettiğini ve iletişimi koparmadan tartışabilme konusunda beni geliştirdiğine inanıyorum. Ayrıca iç dünyasında yaşadıklarını sinemayla ifade etmeye çalışan bir yönetmene “bu plan iyi değil”, “bu önerdiğin fikir işlemiyor” demek, çok riskli bir şey. Bir noktadan kurguya dair eleştirileri sonra kendine yapılmış kişisel bir eleştiri gibi algılayabilir. Tam da bu sebeple güven çok önemli. Kurgucunun yönetmenin iç güdüsüne güvenmesi ve “belki vardır bir bildiği” diyerek aklına hiç yatmayan fikirlere açık olması lazım. Doğru harmanlandığında, kurguya ve filme özgünlüğünü veren şeyler hep buralardan çıkıyor. En azından benim deneyimim böyle.

SM: Film alanında bu kadar farklı çalışılabilecek alan varken, neden kurgu? Neden ses veya kamera departmanı değil de kurguculuk?

Eİ: Biraz insanın karakteri ile alakalı aslında. Ben çok teknik ekipman takip eden biri değilim, yalnız çalışmayı seviyorum. Örneğin setlerde asistanlık yaptığım dönemlerde çok zorlanmıştım, mizacıma uygun değildi. Kurgu daha yaratıcı bir alan. Bir de amatör olarak piyano çalıyorum, soyut müzik formları üzerine düşünmek ilgimi çekiyor. Kurgu yaparken de sesle detaylı uğraşmayı seviyorum.

SM: Şu an filmcilik konusunda bulunduğun noktadan memnun musun? Genelde çoğu filmci bulunduğu konumdan asla mutlu olamaz. Hep daha iyisi vardır. Şu an nasıl hissediyorsun? Yapmak istediklerini yapabildin mi veya önünde daha yapmak istediğin ne var?

Eİ: Kurgu konusunda beraber çalışmak istediğim yönetmenler var. Berlin’de yaşadığım için biraz daha Avrupa filmlerine açılmak gibi bir hayalim var. Yönetmen olarak da bir süredir ertelediğim belgesel projelerim var. COVID, Berlin’e taşınma süreci, yabancı bir şehirde kendine yeni bir hayat oluşturma, ekonomik dertler, aile derken bir türlü sıra gelmedi. Ama her şeyin bir zamanı var. Şu ara olduğum yerden memnum.

SM: Bir film sette çekiliyor olsa da aslında filmin son ve ana hali masa başında belli oluyor. Kurgunun bu büyüsü hakkında düşüncelerin nedir? Ben bazen başka yönetmenlerin filmini kurgularken kendimi kurgucusu değil de sanki bir yönetmeni gibi görüyorum. Sen de bu enerjiye kapılıyor musun? Bir kurgucu ne noktaya kadar filmin son haline karışmalı. Kendini bu çizgide nerede görüyorsun?

Eİ: Kurgularken kendimi kaptırdığım çok oluyor.  Bazen yönetmenle tartışırken kendi filmimmiş gibi tartışabiliyorum. Yönetmen yazmış, tasarlamış, çekmiş ama bazen bunu unutup yönetmene kendi karakterlerini anlatmaya başlıyorum. İnsan bazen kendisini gerçekten kaptırabiliyor. Ama “yönetmen her zaman haklıdır” demiyorum, bazen kurgucu filmin potansiyelini daha iyi görebiliyor.

SM: Film üretim hayatın boyunca, “Tamam Eytan, sen gerçekten bu işi beceremiyorsun. Belki de vazgeçmelisin” dediğin bir an oldu mu?

Eİ: Başkalarının projeleriyle ilgili değil de kendi projelerimle ilgili çok oldu. Örneğin Miss Holokost Survivor’ın çekimden döndüğümde elimdeki malzemeye dair inancım azdı. Çekimler sırasında yaşanan sıkıntılar, kendi kafa karışıklıklarım, kaçırdığım güzel anlar kafamın içinde tazeydi. Aslında bu bir yönetmenin neden kurgucuya ihtiyacı olabileceğine dair net bir örnek. Ama böyle bir imkânımız yoktu. Ben bu kötümser ruh hali içindeyken, o seneki Berlin Film Festivali’nde aynı konuya odaklanan bir kısa belgesel olduğunu öğrendim. Polonyalı bir yönetmen çekmiş, üstelik adı da “Miss Holokost”. Yapımcım Yoel Meranda filmi yapan ekiple iletişime geçerek durumumuzu paylaştı ve filmi izleyebilmemiz için bir link istedi. Hemen izledim. Üç sene sonra bitirdiğim filmimle yan yana koysam “yaklaşım olarak çok farklı” deyip geçerdim. Ama o sırada ruh halim çok farklıydı. Yoel’i arayıp “biz acaba filmimizi iptal mı etsek? Şu ana kadar yaptığımız harcama nedir?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Yapımcı açısından tam bir felaket senaryosu. Düşünsene, o güne dek bir sürü bağlantı kurulmuş, finansman bulmak için onca uğraş verilmiş. Neyse ki bir süre sonra kendimi toparladım.

Bir de Miss Holokost Survivor konu itibariyle de çok hassas bir film. Finansman gözüyle baktığında kâğıt üstünde baktığında çok riskli bir proje. İkinci kez çekime gitmek için finansman ararken çok zorlandık. Bu tarz belgesellerde yönetmen olarak karşına tam ne çıkacağını da kestiremiyorsun. Yaptığın filmin neye benzediğini, yaparken ve kurgularken keşfediyorsun. Henüz ortada olmayan bir filme dair yıllar boyunca eleştiriler dinledik. Yönetmen olarak vizyonunu sorgulamana sebep oluyor bunlar. Zor bir süreçti.

SM: Kurak Günler’e geçmek istiyorum: Kurgu odasında zaten bir kurgucu ve yönetmen varken, iki kurgucu ve yönetmen olmak nasıl bir süreçti? Çalışma pratiğiniz nasıl şekillendi?

Eİ: “Kurak Günler”de daha en baştan iki kurgucuyla çalışılacağı belliydi. Hatta jenerikteki isim sırası bile baştan belliydi. Kurgu takviminin ilk yarısında ben çalıştım, sonrasında ise Özcan benden filmi devraldı ve üzerine devam etti. Ama Özcan devraldıktan sonra da ben kreatif sürecin içinde yer almaya devam ettim, Emin-Özcan-ben aramızda toplanıp kurgunun nasıl ilerlediği üzerine fikir alışverişi yaptık. Bir noktadan sonra kendimi biraz geri çektim ve ortaya çıkan yeni versiyonlara dair fikirlerimi Emin’den ziyade Özcan’a iletmeye karar verdim. Emin o dönem çok farklı eleştiriler arasında yolunu bulmaya çalışıyordu. Yönetmen olarak “Miss Holokost Survivor”dan çok iyi bildiğim bir süreçti. Özellikle de ortak yapımcıların bol olduğu projelerde, kurgunun sonlarına doğru yönetmenin üstünde baskı artar. Kafasının net olması, herkesi tatmin etmese de içine sinen bir yerde filmin kurgusunu kitlemesi çok önemlidir.  Tüm bu meselelerin üstüne bazen iki kurgucunun çelişen görüşleri söz konusu olabiliyordu. Emin’i dahil etmeden, Özcan’la filmin yeni versiyonlarının üzerinden konuşup tartışmaya devam ettik. O da yaptığım yorumlardan önemli bulduklarını ve kafasına yatanları Emin’le paylaşıyordu. Süreç bu şekilde ilerledi.

Emin’le çalışmak çok keyifliydi. Öncesinde “Emin kurguya mutlaka gelir, film kurgulanırken hep odada olmak ister” gibi şeyler duymuştum. Herhalde her kesmeyi, her planı tartışacak diye düşündüm. Ama hiç öyle olmadı. Daha ziyade sahnenin geneline dair yorumları ve direktifleri oluyordu. Sürekli yanımda durmadı ama aralarda gelip yaptığı yönlendirmeler epey faydalı oluyordu. Filme dair kafasında oturmamış şeyler olmasına rağmen asla gergin değildi. Kurgu dışındaki zamanlarda da film, sinema ve daha bir sürü konu üzerine konuşup birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı buluyorduk. Kurgucu-yönetmen ilişkisinde bu gibi kurgu odası dışında geçirilen zamanların çok önemli olduğunu düşünüyorum.

SM: Kurak Günler’de alışılmışın aksine bir savcı araştırma yaptığı davada aslında olay mahallînde bulunan bir kişi. Hafızası da ne yazık ki ona yardımcı olamıyor. Kurgunun akışında ise geçmişe döndüğümüz ve farklı şekilde gördüğümüz sahneler oluyor. Bu hep böyle mi planlanmıştı, yoksa masa başında mı karar verildi? Bu karar aynı zamanda seyirciyi bir şekilde yönlendirirken, aslında bilginin sağlam bir bilgi olmamasından dolayı da şüpheye düşürüyor. Bu uygulamayı yaparken nelere dikkat ettiniz?

Eİ: Bahsettiğin ana yapı en başından itibaren vardı. Tabii ki kurgu aşamasında flashback’lerin girdiği yerlerin seçimi, sahnelerin sıralaması, bazılarının elenmesi gibi yapısal ciddi değişiklikler de oldu. Ama filmin ana izleği daha senaryo aşamasından belliydi. Cannes’daki gösterimden sonra kurgunun çok iyi olduğuna dair yorumlar aldım. Senaryo becerisi ile kurgu becerisini ayrıştırmak her zaman mümkün değil. Sonrasında Emin’e de şakayla karışık dedim: Yönetmen flashback yazıyor, övgüyü kurgucu alıyor. Hatta sinema tarihinde meşhur bir örneği var: “Arabistanlı Lawrence” filminde karakter kibriti yakın planda üfledikten sonra gündoğumu planına kesmeyle müthiş bir geçiş vardır. Kurgu derslerinde okutulur ama senaryoda yazılmış bir sahnedir aslında.

“Kurak Günler”e dönersek, söylediğin muğlaklık meselesi (ne hatırlıyor? doğru mu hatırlıyor?) bilinçli bir tercih. Film savcı karakterinin temsil ettiği “dışarıdan kasabaya gelen kurtarıcı” imgesini de sorguluyor. Kurgucular olarak flashbacklerin akışa ikna edici bir şekilde yedirilmesine kafa yorduk: Flashback ne zaman girmeli, sesle nasıl desteklenmeli, o geceye dair bize ne gibi bir bilgi vermeli… gibi. Tahmin edersin ki senaryoda ayrı bir satırda “flashback” yazması ile ekranda görmek çok farklı. İlk toplantıda kurgucular olarak flashback’lerin film içinde nasıl organik hissedileceği konusunda sorularımız vardı. Ama bence çok güzel çözüldü.

SM: Seni kurmaca film kurgu görevlerinde daha çok görecek miyiz? Göreceksek, belgeselden farklı olarak kurmacanın nesi tatlı geldi?

Eİ: Bunu açıkçası şu an pek bilmiyorum, ama şu an mevcut olarak kurguladığım bir uzun metraj kurmaca filmi var. Kurmacada yapı genel hatlarıyla belli olduğu için daha ince noktalara odaklanıyorsun.

SM: Yönetmenlik ve kendi projelerin nasıl gidiyor? Yakında tekrardan yönetmen koltuğunda oturduğun bir iş izleyecek miyiz?

Eİ: Olay örgüsü çok kuvvetli olduğum bir alan değil. Sanırım düşünme biçimim belgesele daha yatkın. Fikir aşamasında birkaç proje var, arada vakit buldukça araştırıyorum. Vakit yaratıp üstüne gitmem lazım, ama henüz fırsat bulamadım.

SM: Kurgu yapma sürecinde, sinemada genel anlamda önceden farklı düşünüp, sonradan kurgu adına fark ettiğin, keşfettiğin durum ne oldu?

Eİ: Kişisel ve bağımsız sinemanın da belli konvansiyonları var. Gerek devamlılık konusunda gerek genel estetik dil konusunda. Kurgucu olarak zamanla bunları içselleştiriyorsunuz ve bunlar giderek “iyi kurgu/kötü kurgu” gibi içgüdülere dönüşüyor. Bu çok da iyi birşey değil. Bunu kırmanın bir yolu sürekli sinemanın farklı biçimlerini keşfetmeye devam etmek, diğeri de çok kişisel bir dünya yaratabilen yönetmenlerle kurgu yapmak. Bu gibi yönetmenlerin kurguya dair kendilerine özgü sezgileri oluyor. Ben buna kendimce “yönetmen kurgusu” diyorum. Ezber bozuyor. İlk başta karşı çıkıyorsun, böyle olmaz diyorsun. Sonra süreç içerisinde işlemeye başladığını görünce, bir anda vizyonun genişliyor. Hatta bazen tüylerim diken diken oluyor, kendi kendime “arkamda oturan kişi benden daha iyi kurgucu” dediğim oluyor. Benim için bu konuda ilginç örneklerden biri Nuri Bilge Ceylan. “Ahlat Ağacı” filminde kurguyu ilk kez tek başına yaptı. Filmin içinde akademik gözle baktığınızda çok kötü denilebilecek ve göze batan kesmeler var. “Profesyonel bir kurgucu bunu asla yapmaz” diyeceğim türden kesmeler. Ama belli ki yönetmenin gözü başka şeyleri görüyor. Ve film bir şekilde işliyor, kendine özgü ritmini izleyicisine hissettiriyor.

SM: Miss Holokost Survivor oldukça başarılı bir süreç geçirdi. Filmin bence en önemli özelliklerinden biri seyirciyi hisler konusunda yönlendirmek yerine bir yolculuğa sokmasıydı. Ne kadar konu belirli ve mesajı açık olsa da hisleri yönetmek yerine bir yol çiziyordu ve seyirci o yolda istediğini hissediyordu. Seyirciye alan tanımak önemli mi senin için? Önemliyse bunu biraz açabilir misin?

Eİ: Belli bir çerçevesi, bir eleştirel bakışı var aslında. Yarışmanın kendisine dair hiçbir noktada alkış tutan bir tavrın olmamasına özen gösterdim. Bu konuyu ele alırken üzerine düşünmek istediğim sorular vardı: Soykırımın travması zaman geçtikçe nasıl şekil değiştiriyor, günümüzün politik ihtiyaçlarına göre farklı şekillerde tanımlanıyor? Kampları birebir yaşamış insanlar kendilerini bu şatafatlı gösterinin içinde nasıl hissediyor? Bu soruları sormak, üzerine düşünmek için alan bırakmak ama bir yandan da net cevaplarla ortaya çıkmamak benim için önemliydi. Zaten filmin kendisi de bu sorgulamaları yaparken kafamda beliren çeşitli hislerin bir izleği gibi. Filmi çekmeye hazırlandığım dönemde İstanbul Modern’de Chantal Akerman belgeselleri gösteriliyordu, onların çok etkisinde kaldığımı hatırlıyorum. İzleyiciye alan bırakmak, düşünmesi için fırsat vermek benim sinemada önemsediğim bir konu. Tabii işin finansman boyutunda bu yaklaşım bazen sorunlara sebep oluyordu. Filme para ararken bir sürü sinema fonundan ret aldık. “Holokost temalı güzellik yarışması üzerine belgesel yapıyoruz” diye projenizi sunduğunuz zaman, insanlar meditatif bir deneyimden ziyade, siyah-beyaz bir politik duruş görmek istiyor. Başka bir deyişle “bu filmin cümlesi ne?” demeye getiriyorlar. Çünkü logolarını koydukları projenin politik olarak kabul edebilecekleri bir yerde durduğuna emin olmak istiyorlar, anlaşılabilir bir endişe. İzleyici için böyle bir sorun olduğunu sanmıyorum.

SM: Türkiye’de bir Holokost geçmişi yok. Senin bu noktada kendini konumlandırman ne noktada oldu?

Eİ: 2-6 yaş arası İsrail’de yaşadım. Bugün politik olarak İsrail’e dair hislerim son derece eleştirel ama bir yandan da çocukluğumun, kültürümün bir parçası. Aslında belgeseli yapmak biraz da bu çelişkili duyguların üstüne gitmek için bir bahaneydi. Holokost hem İsrail’in hem de Dünya Yahudilerinin kolektif hafızası (veya travması) açısından çok belirleyici. Gençliğimde, Yahudi cemaatindeki soykırım anma organizasyonlarında çalışmıştım. İnsanların ilgisini ayakta tutmak için her sene farklı yöntemler denerdik. Siyah kartonlar alıp duvarlara asardık, fotoğraflar büyütülüp asılırdı, aralarına kampları anımsatacak dikenli teller eklenirdi, ışıklar kısılıp arkaya Schindler’in Listesi müziği konarak teatral bir hava yaratılırdı. Zamanla tüm bunlar bende bir yabancılaşma hissi yarattı. Giderek hatırlama biçimlerimizin kendisini sorgulamaya başladım. Belgeselle de bu noktada bağlantı kurabiliyorum. Holokost temalı güzellik yarışması fikri “Soykırımın anısını hayatta tutabilmek için bu sene daha ilginç ne yapabiliriz?” diye düşünmenin varabileceği uç bir örnek gibiydi. Özellikle yarışmanın organizatörlerini çekerken bunu Yoel’le aramızda konuştuğumuzu hatırlıyorum. Mesela filmin ilk sahnesinde kumaş satın alırken “ama bu soykırım kurtulanları için” diye fiyat kırmaya çalışıyorlar. “Acaba zamanında benim de ağzımdan böyle bir laf çıkabilir miydi?” diye düşündüm o sırada, çok tanıdık geldi.