Kaynak: Perspektif
Yeni nesil ırkçılık, her ne kadar demokratik bir düzen içerisinde kurgulansa da, toplumu ele geçirmeyi önemser ve gerek amaçlarını gerekse çerçevesini o yönde belirler. Kendi gibi olmayanı ötekileştirip dışlamaya odaklanır. Ülkedeki yaygın dil, söylem ve politikalar, ırkçılığa da faşizme de aracılık edebilir ve bununla mücadele etmenin biricik yolu da bu nefret söylemini deşifre etmek, ayıplamak ve eğitim yoluyla tedavi etmektir.
Geçtiğimiz günlerde, 2008 yılı yapımı The Wave/Die Welle (Tehlikeli Oyun) isimli filmi izlerken, 1960’lar Kaliforniya’sından günümüz Almanya’sına uzanan bir köprünün üzerinden geçtim ve film kurgusunun kalın iplerine tutuna tutuna, faşizmin köklerine dek inen bir kuyunun dibine sürüklendim.
Filme, Rainer Wenger’ın otokrasi üzerine verdiği ders ile başlıyoruz. Kendisi, içi içine sığmayan, öğrencilerine sürekli yeni ufuklar açmaya çalışan, karizmatik bir öğretmen… Ancak gelin görün ki öğrencileri bir o kadar ilgisiz… Hele proje haftasında otokrasi konusu açıldığında öğrencilerden birinin verdiği yanıttan sonra (“Almanya’da bir daha diktatörlük kesinlikle olmaz çünkü bunun için fazla bilinçliyiz”) bir deney yapmaya ve otokrat bir yönetim çerçevesinde dersi işlemeye karar veriyor.
Akabinde, “Beni lider olarak kabul edin ve bana ‘Bay Wenger’ diye hitap edin” diyor. Kendisine özel bir logo yaratıyor, sınıfta oturma düzenini değiştiriyor, herkese beyaz tişört giydiriyor. Dahası da var: Kendilerine özel bir selam verme şekli geliştiriyorlar. Gruplarının ismi de belli: Die Welle (Dalga).
Deneye katılmak istemeyen ve dersten ayrılan iki kız, diğerleri tarafından giderek daha büyük bir düşmanlığa maruz kalıyor. Hareket, sınıfın sınırlarını aşıp öğrencilerin özel yaşantılarına dek yansıyor ve ekip ruhu büyüyor. Geceleri spreylerle tüm şehri logolarıyla donatana ve başkalarına şiddet eylemlerinde bulunmalarına dek varıyor.
Aralarında da gizli bir işaretle iletişim kurmaları gerekiyor. Topluluk, tek bir ortak paydanın taşıyıcısı olarak diğerlerinden ayrılmış, kendine simgeler üzerinden bir mit yaratarak biricikleşmiştir. Hitler’in peşinden nasıl bu kadar insanın gidebildiğinin bir ‘demo’sudur belki de… “Biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden otokratik bir sosyal grup yaratılmıştır.
Bir süre sonra, öğrenciler bu grubun biricikliğinden mutlu olmaya başlarlar. Gruba sürekli yeni üyeler katılır ve grup içi disiplinlerini okuldaki diğer aktivitelerine de yansıtırlar. Yani başta saf bir birlik ifade eden gruplaşma, giderek kontrolden çıkar ve kişisel değer ve inançlarda bile ortaklaşmaya varan bir tektipleşme halini alır.
Kontrolden Çıkan Oyun
Film; faşist bir düzenin gençler eliyle, başlangıçta bir oyun gibi kurgulanırken giderek bir topluluk üzerinden kemikleştiğini, bireylerin faşizme nasıl sempati duyabildiğini ve bu sözde oyunun nasıl kontrolden çıkabildiğini göstermesi açısından oldukça önemli bir örnek.
Yeni nesil ırkçılık, her ne kadar demokratik bir düzen içerisinde kurgulansa da, toplumu ele geçirmeyi önemser ve gerek amaçlarını gerekse çerçevesini o yönde belirler. Kendi gibi olmayanı ötekileştirip dışlamaya odaklanır. Bunun için de “olağan şüpheliler”e karşı dilsel ve söylemsel pratikler ile sembollere başvurur. Örneğin Suriyeli sığınmacılara yönelik söylemler, farklı siyasi parti seçmenlerinde -eğitim düzeylerinden yaş gruplarına, cinsiyetlerine dek farklılaştıklarında bile- benzer şekilde tezahür eder. Kendi gibi olmayanı ötekileştirmeyi kendinde hak görür.
Maç sırasında kendi ırkından olmayan bir oyuncuya muz fırlatmak veya maymun taklidi yapmak da buna dahildir, Amedspor maçında kaleciyi yaralayacak kadar sahaya cisim fırlatmak da… Çünkü yeni nesil ırkçılık, tepkiseldir, spontanedir, linç düzeyine bir anda evrilebilir.
Gol Sevincini İfade Etmek
Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okuyan, Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir eğitim düzeyine sahip olması beklenen, gelir düzeyi de üst segmentte yer alan bir kesimin Ulus Özel Musevi Lisesi oyuncularına karşı gol sevincini ifade etmede kullandığı pratikler ile sıradan bir devlet okulunda okuyan ve alt gelir grubuna mensup bir aileden çocuğun içselleştirip normalleştirdiği Yahudi karşıtlığı benzeşebilir.
Avlaremoz’a ulaşan bir başka benzer olay ise, geçtiğimiz yıl Aralık ayında İstanbul’da bir başka kolejin yedinci sınıf öğrencilerinin bir gezide müze girişinde hatıra fotoğrafı çektirirken Nazi selamına başvurdukları. Söz konusu olayın ardından okul yönetimiyle iletişime geçildiği ve şikâyette bulunulduğu, ancak okuldan bir dönüş alınmadığı belirtiliyor.
Yeni nesil ırkçılık, popülizmden beslenen bir temsil sistemi halini almıştır; bilinçaltına, bastırılmış duygulara, üstünlük kompleksine hitap eder. Kendini sosyo-ekonomik veya eğitim açısından üstün gören birey, eğer doğru bir eğitim almamışsa, aldığı eğitimi sindirmemişse, hümanist aile kodlarından beslenmemişse, bu temsilin bir parçası olmaya can atar; Nazi selamı vererek rahatlar ve hatta stres atar.
“Ben ne yapıyorum?”, “Biz bu eğitim sisteminde neyi atladık?” sorularının sorulmasını, özeleştiri yapılmasını sağlayacak yegâne şey ise, bu yeni nesil ırkçılık temsillerinin medyada olumlu bir varlık alanı kazanmaması, “bir kereden bir şey olmaz” veya “münferit bir olaydı” kolaycılığının ardında geçiştirilmemesi, “makul sınırlara çekilmeye” çalışılmamasıdır.
Bu antisemit olaylara “münferit olaylar” gözüyle bakıp önemsenmezlerse, etkin bir soruşturmadan geçilmezse, Türkiye’de okul müfredatlarında Yahudi soykırımı konusu bilimsel ve gerçeklere bağlı bir çerçevede ele alınmazsa, bu tür olaylar sadece teşvik edilmiş olur.
Yoksa Hitler’in antisemit manifestosu Kavgam (Mein Kampf) kitabının Türkiye’de yaygın satışı veya yıllar önce çok satanlar arasına girmesi gibi bir utanç kanıksanmış olur. Antisemitizmle mücadele ancak topyekûn bir eğitim ve bilinçlendirmeyle başarılı olur.
Ülkedeki yaygın dil, söylem ve politikalar, ırkçılığa da faşizme de aracılık edebilir ve bununla mücadele etmenin biricik yolu da bu nefret söylemini deşifre etmek, ayıplamak ve eğitim yoluyla tedavi etmektir.
Elbette antisemitizm konusunda Fransa’da olduğu gibi beş sene hapis ve/veya 45 bin euro para cezası gibi önlemler var, ancak bunlar da sorunu kökten çözecek nitelikte değil. Genç bir kişinin, dünya tarihinin en korkunç trajedisi olan Holokost’un baş aktörünü savunmaması, o Holokost’a ilişkin acıları bir gösteri unsuruna dönüştürmemesi için öncelikli araç, çağdaş ve etkin bir eğitimdir.
Yurttaşlık Eğitiminin Sacayağı
Peki nasıl bir eğitim? Toplumdaki tüm bileşenlerin bir arada, tüm farklılıklarıyla yaşamasının bir zenginlik olduğunun, kimsenin diğerinin üzerinde üstünlük iddiasında bulunamayacağının aktarıldığı bir eğitimden söz ediyorum.
Fransa’da olduğu gibi 10 yaştan itibaren tarih ve yurttaşlık derslerinde Holokost ve Hitler döneminin acılarının öğrencilere, pedagojik seviyelerine uygun şekilde anlatılması bu açıdan referans niteliktedir.
Sonuçta her türlü ayrımcılık ve her türlü nefret söylemiyle bilinçli mücadele ve güçlü bir yurttaşlık bilincinin aktarımı için, tarihte bu konudaki kötü örnekler üzerinden çağdaş değerlerin anımsatılması gerekiyor.
Kendini her koşulda “cici” bir şeymiş gibi sunan, gündelik ve normalleştirilmiş bir hal alan, izleri yok etmeye dönük inkârların ardına gizlenen, “Benim de Kürt komşularım var, ama…”lara sığınan, Hrant Dink’in katledildiği gerçeğini derin devlete yıkıp bu cinayete giden nefret tohumlarını görmezden gelen yeni nesil ırkçılığın da Hitler dönemi faşizmi kadar tehlikeli ve sinsi olabileceğinin ilkokul sıralarından lise sonuncu sınıfa, ardından üniversite kürsülerine dek uzanan bir bilinçlendirme yolculuğuyla aktarımından söz ediyorum.
Yani Rakel Dink’in eşinin ardından söylediği gibi, “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamaktan” söz ediyorum.
Üsküdar Amerikan Lisesi’nin yaşanan korkunç olayın ardından Ulus Musevi Lisesi’nden özür dilemesi ve müdürler, öğretmenler ve öğrenciler eşliğinde liseyi ziyaret etmesi ve yürürlüğe konan yaptırımlarla ilgili bilgi vermesi, bu haftanın önemli gelişmelerinden oldu.
Türk Yahudi Toplumu Ne Diyor?
Türk Yahudi Toplumu’nun geçtiğimiz günlerde yayımladığı ve gençlerin “nefret söylemi ve eylemi” karanlığına düşmelerini engellemek için Millî Eğitim Bakanlığı önderliğinde, tüm eğitim kurumları ve velileri gereken tedbirleri ivedilikle almaya davet eden” ve “ayrımcılık, ötekileştirme ve nefrete karşı verilecek eğitime her anlamda katkıda bulunmaya hazır olduklarını” açıklayan bildirisi bu açıdan simgesel önemde.
Ayrıca bu süreçte bilinçli uzman psikologların da her okulda sırf bu konu özelinde her yıl düzenli aralıklarla birer saat eğitim vermesi, bu eğitimlere düzenli ve zorunlu olarak velilerin ve öğretmenlerin de davet edilmesi de ırkçılık, ayrımcılık, Holokost gibi konuların ve Nazi ideolojisinin yıkıcı etkilerinin ne olduğunun görülmesinde ve herhangi bir ırkçı ifadenin veya işaretin toplumdaki karşılığının UTANÇ ve KINAMA olması gerektiğinin anlaşılmasında hem birey hem de çekirdek aile düzeyinde etkili olacaktır.
Yeni nesil ırkçılığın kullandığı popülist araçları kullanarak bu virüsle mücadelede yeni medyaya da başvuran, özellikle ergenlik dönemindeki zihinsel gelişim ve sorgulayıcılığı da besleyecek şekilde kapsamlı, toplumu anlayan ve toplumu sağaltmaya dönük bir yaygın eğitim de gençlerin nefret söylemi ve eyleminin tehlikeleri karşısında uyarılmasında kritik önemdedir. Ve bunun da samimi bir şekilde yapılması, Twitter’a yüklenen mesajlar ile internet sitelerine konan iki kuru cümleden ibaret olmaması gerekiyor.
Bir arada yaşama kültürünün ve farklı kimliklere saygının öğretilmesi için okulun en kritik aşama olduğu herkesin malumu… Bir lise gencinin karşı takımdaki Yahudi gencin inancına saygı duymasının ise bir “hoşgörü” değil, eşit yurttaşlar arasında birlikte yaşam kültürünün parçası olduğunun da özümsenmesi şart.
Son kertede, ne ekersek onu biçeriz ve ağaç yaşken “eğitilir”.
Charlie Mackesy’nin Çocuk, Köstebek, Tilki ve At kitabından aynı isimle uyarlanan ve bu sene “En İyi Kısa Animasyon Film” dalında Oscar ödülü alan 30 dakikalık animasyon filminde, “Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?” diye soran köstebeğe çocuğun yanıtı, “İyi kalpli” olur. Son yaşanan olayların ardından “iyi kalpli insan yetiştirmenin” önemini bir kez daha anımsadık.
Kaynak: Perspektif
Yeni nesil ırkçılık, her ne kadar demokratik bir düzen içerisinde kurgulansa da, toplumu ele geçirmeyi önemser ve gerek amaçlarını gerekse çerçevesini o yönde belirler. Kendi gibi olmayanı ötekileştirip dışlamaya odaklanır. Ülkedeki yaygın dil, söylem ve politikalar, ırkçılığa da faşizme de aracılık edebilir ve bununla mücadele etmenin biricik yolu da bu nefret söylemini deşifre etmek, ayıplamak ve eğitim yoluyla tedavi etmektir.
Geçtiğimiz günlerde, 2008 yılı yapımı The Wave/Die Welle (Tehlikeli Oyun) isimli filmi izlerken, 1960’lar Kaliforniya’sından günümüz Almanya’sına uzanan bir köprünün üzerinden geçtim ve film kurgusunun kalın iplerine tutuna tutuna, faşizmin köklerine dek inen bir kuyunun dibine sürüklendim.
Filme, Rainer Wenger’ın otokrasi üzerine verdiği ders ile başlıyoruz. Kendisi, içi içine sığmayan, öğrencilerine sürekli yeni ufuklar açmaya çalışan, karizmatik bir öğretmen… Ancak gelin görün ki öğrencileri bir o kadar ilgisiz… Hele proje haftasında otokrasi konusu açıldığında öğrencilerden birinin verdiği yanıttan sonra (“Almanya’da bir daha diktatörlük kesinlikle olmaz çünkü bunun için fazla bilinçliyiz”) bir deney yapmaya ve otokrat bir yönetim çerçevesinde dersi işlemeye karar veriyor.
Akabinde, “Beni lider olarak kabul edin ve bana ‘Bay Wenger’ diye hitap edin” diyor. Kendisine özel bir logo yaratıyor, sınıfta oturma düzenini değiştiriyor, herkese beyaz tişört giydiriyor. Dahası da var: Kendilerine özel bir selam verme şekli geliştiriyorlar. Gruplarının ismi de belli: Die Welle (Dalga).
Deneye katılmak istemeyen ve dersten ayrılan iki kız, diğerleri tarafından giderek daha büyük bir düşmanlığa maruz kalıyor. Hareket, sınıfın sınırlarını aşıp öğrencilerin özel yaşantılarına dek yansıyor ve ekip ruhu büyüyor. Geceleri spreylerle tüm şehri logolarıyla donatana ve başkalarına şiddet eylemlerinde bulunmalarına dek varıyor.
Aralarında da gizli bir işaretle iletişim kurmaları gerekiyor. Topluluk, tek bir ortak paydanın taşıyıcısı olarak diğerlerinden ayrılmış, kendine simgeler üzerinden bir mit yaratarak biricikleşmiştir. Hitler’in peşinden nasıl bu kadar insanın gidebildiğinin bir ‘demo’sudur belki de… “Biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden otokratik bir sosyal grup yaratılmıştır.
Bir süre sonra, öğrenciler bu grubun biricikliğinden mutlu olmaya başlarlar. Gruba sürekli yeni üyeler katılır ve grup içi disiplinlerini okuldaki diğer aktivitelerine de yansıtırlar. Yani başta saf bir birlik ifade eden gruplaşma, giderek kontrolden çıkar ve kişisel değer ve inançlarda bile ortaklaşmaya varan bir tektipleşme halini alır.
Kontrolden Çıkan Oyun
Film; faşist bir düzenin gençler eliyle, başlangıçta bir oyun gibi kurgulanırken giderek bir topluluk üzerinden kemikleştiğini, bireylerin faşizme nasıl sempati duyabildiğini ve bu sözde oyunun nasıl kontrolden çıkabildiğini göstermesi açısından oldukça önemli bir örnek.
Yeni nesil ırkçılık, her ne kadar demokratik bir düzen içerisinde kurgulansa da, toplumu ele geçirmeyi önemser ve gerek amaçlarını gerekse çerçevesini o yönde belirler. Kendi gibi olmayanı ötekileştirip dışlamaya odaklanır. Bunun için de “olağan şüpheliler”e karşı dilsel ve söylemsel pratikler ile sembollere başvurur. Örneğin Suriyeli sığınmacılara yönelik söylemler, farklı siyasi parti seçmenlerinde -eğitim düzeylerinden yaş gruplarına, cinsiyetlerine dek farklılaştıklarında bile- benzer şekilde tezahür eder. Kendi gibi olmayanı ötekileştirmeyi kendinde hak görür.
Maç sırasında kendi ırkından olmayan bir oyuncuya muz fırlatmak veya maymun taklidi yapmak da buna dahildir, Amedspor maçında kaleciyi yaralayacak kadar sahaya cisim fırlatmak da… Çünkü yeni nesil ırkçılık, tepkiseldir, spontanedir, linç düzeyine bir anda evrilebilir.
Gol Sevincini İfade Etmek
Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okuyan, Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir eğitim düzeyine sahip olması beklenen, gelir düzeyi de üst segmentte yer alan bir kesimin Ulus Özel Musevi Lisesi oyuncularına karşı gol sevincini ifade etmede kullandığı pratikler ile sıradan bir devlet okulunda okuyan ve alt gelir grubuna mensup bir aileden çocuğun içselleştirip normalleştirdiği Yahudi karşıtlığı benzeşebilir.
Avlaremoz’a ulaşan bir başka benzer olay ise, geçtiğimiz yıl Aralık ayında İstanbul’da bir başka kolejin yedinci sınıf öğrencilerinin bir gezide müze girişinde hatıra fotoğrafı çektirirken Nazi selamına başvurdukları. Söz konusu olayın ardından okul yönetimiyle iletişime geçildiği ve şikâyette bulunulduğu, ancak okuldan bir dönüş alınmadığı belirtiliyor.
Yeni nesil ırkçılık, popülizmden beslenen bir temsil sistemi halini almıştır; bilinçaltına, bastırılmış duygulara, üstünlük kompleksine hitap eder. Kendini sosyo-ekonomik veya eğitim açısından üstün gören birey, eğer doğru bir eğitim almamışsa, aldığı eğitimi sindirmemişse, hümanist aile kodlarından beslenmemişse, bu temsilin bir parçası olmaya can atar; Nazi selamı vererek rahatlar ve hatta stres atar.
“Ben ne yapıyorum?”, “Biz bu eğitim sisteminde neyi atladık?” sorularının sorulmasını, özeleştiri yapılmasını sağlayacak yegâne şey ise, bu yeni nesil ırkçılık temsillerinin medyada olumlu bir varlık alanı kazanmaması, “bir kereden bir şey olmaz” veya “münferit bir olaydı” kolaycılığının ardında geçiştirilmemesi, “makul sınırlara çekilmeye” çalışılmamasıdır.
Bu antisemit olaylara “münferit olaylar” gözüyle bakıp önemsenmezlerse, etkin bir soruşturmadan geçilmezse, Türkiye’de okul müfredatlarında Yahudi soykırımı konusu bilimsel ve gerçeklere bağlı bir çerçevede ele alınmazsa, bu tür olaylar sadece teşvik edilmiş olur.
Yoksa Hitler’in antisemit manifestosu Kavgam (Mein Kampf) kitabının Türkiye’de yaygın satışı veya yıllar önce çok satanlar arasına girmesi gibi bir utanç kanıksanmış olur. Antisemitizmle mücadele ancak topyekûn bir eğitim ve bilinçlendirmeyle başarılı olur.
Ülkedeki yaygın dil, söylem ve politikalar, ırkçılığa da faşizme de aracılık edebilir ve bununla mücadele etmenin biricik yolu da bu nefret söylemini deşifre etmek, ayıplamak ve eğitim yoluyla tedavi etmektir.
Elbette antisemitizm konusunda Fransa’da olduğu gibi beş sene hapis ve/veya 45 bin euro para cezası gibi önlemler var, ancak bunlar da sorunu kökten çözecek nitelikte değil. Genç bir kişinin, dünya tarihinin en korkunç trajedisi olan Holokost’un baş aktörünü savunmaması, o Holokost’a ilişkin acıları bir gösteri unsuruna dönüştürmemesi için öncelikli araç, çağdaş ve etkin bir eğitimdir.
Yurttaşlık Eğitiminin Sacayağı
Peki nasıl bir eğitim? Toplumdaki tüm bileşenlerin bir arada, tüm farklılıklarıyla yaşamasının bir zenginlik olduğunun, kimsenin diğerinin üzerinde üstünlük iddiasında bulunamayacağının aktarıldığı bir eğitimden söz ediyorum.
Fransa’da olduğu gibi 10 yaştan itibaren tarih ve yurttaşlık derslerinde Holokost ve Hitler döneminin acılarının öğrencilere, pedagojik seviyelerine uygun şekilde anlatılması bu açıdan referans niteliktedir.
Sonuçta her türlü ayrımcılık ve her türlü nefret söylemiyle bilinçli mücadele ve güçlü bir yurttaşlık bilincinin aktarımı için, tarihte bu konudaki kötü örnekler üzerinden çağdaş değerlerin anımsatılması gerekiyor.
Kendini her koşulda “cici” bir şeymiş gibi sunan, gündelik ve normalleştirilmiş bir hal alan, izleri yok etmeye dönük inkârların ardına gizlenen, “Benim de Kürt komşularım var, ama…”lara sığınan, Hrant Dink’in katledildiği gerçeğini derin devlete yıkıp bu cinayete giden nefret tohumlarını görmezden gelen yeni nesil ırkçılığın da Hitler dönemi faşizmi kadar tehlikeli ve sinsi olabileceğinin ilkokul sıralarından lise sonuncu sınıfa, ardından üniversite kürsülerine dek uzanan bir bilinçlendirme yolculuğuyla aktarımından söz ediyorum.
Yani Rakel Dink’in eşinin ardından söylediği gibi, “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamaktan” söz ediyorum.
Üsküdar Amerikan Lisesi’nin yaşanan korkunç olayın ardından Ulus Musevi Lisesi’nden özür dilemesi ve müdürler, öğretmenler ve öğrenciler eşliğinde liseyi ziyaret etmesi ve yürürlüğe konan yaptırımlarla ilgili bilgi vermesi, bu haftanın önemli gelişmelerinden oldu.
Türk Yahudi Toplumu Ne Diyor?
Türk Yahudi Toplumu’nun geçtiğimiz günlerde yayımladığı ve gençlerin “nefret söylemi ve eylemi” karanlığına düşmelerini engellemek için Millî Eğitim Bakanlığı önderliğinde, tüm eğitim kurumları ve velileri gereken tedbirleri ivedilikle almaya davet eden” ve “ayrımcılık, ötekileştirme ve nefrete karşı verilecek eğitime her anlamda katkıda bulunmaya hazır olduklarını” açıklayan bildirisi bu açıdan simgesel önemde.
Ayrıca bu süreçte bilinçli uzman psikologların da her okulda sırf bu konu özelinde her yıl düzenli aralıklarla birer saat eğitim vermesi, bu eğitimlere düzenli ve zorunlu olarak velilerin ve öğretmenlerin de davet edilmesi de ırkçılık, ayrımcılık, Holokost gibi konuların ve Nazi ideolojisinin yıkıcı etkilerinin ne olduğunun görülmesinde ve herhangi bir ırkçı ifadenin veya işaretin toplumdaki karşılığının UTANÇ ve KINAMA olması gerektiğinin anlaşılmasında hem birey hem de çekirdek aile düzeyinde etkili olacaktır.
Yeni nesil ırkçılığın kullandığı popülist araçları kullanarak bu virüsle mücadelede yeni medyaya da başvuran, özellikle ergenlik dönemindeki zihinsel gelişim ve sorgulayıcılığı da besleyecek şekilde kapsamlı, toplumu anlayan ve toplumu sağaltmaya dönük bir yaygın eğitim de gençlerin nefret söylemi ve eyleminin tehlikeleri karşısında uyarılmasında kritik önemdedir. Ve bunun da samimi bir şekilde yapılması, Twitter’a yüklenen mesajlar ile internet sitelerine konan iki kuru cümleden ibaret olmaması gerekiyor.
Bir arada yaşama kültürünün ve farklı kimliklere saygının öğretilmesi için okulun en kritik aşama olduğu herkesin malumu… Bir lise gencinin karşı takımdaki Yahudi gencin inancına saygı duymasının ise bir “hoşgörü” değil, eşit yurttaşlar arasında birlikte yaşam kültürünün parçası olduğunun da özümsenmesi şart.
Son kertede, ne ekersek onu biçeriz ve ağaç yaşken “eğitilir”.
Charlie Mackesy’nin Çocuk, Köstebek, Tilki ve At kitabından aynı isimle uyarlanan ve bu sene “En İyi Kısa Animasyon Film” dalında Oscar ödülü alan 30 dakikalık animasyon filminde, “Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?” diye soran köstebeğe çocuğun yanıtı, “İyi kalpli” olur. Son yaşanan olayların ardından “iyi kalpli insan yetiştirmenin” önemini bir kez daha anımsadık.
Paylaş: