81 yılının Mayıs ayında yeni kiralık bir ev aramaya başladık. İlk evimiz çok güzeldi ama su ve kalorifer sorunu canımıza tak etmişti. Sonunda Mayıs ayının sonlarına doğru, Bahariye’de Keresteci Aziz Sokak’ta, Gül Apartmanı’nda bir giriş katına taşındık. Ev oldukça iyi durumdaydı. Ben bir günde bütün radyatör peteklerini boyadım. Duvar kağıtları yeniydi. Gerisi tertemizdi. Genel bir temizlik yaptırıp taşındık. Açıkça söylemem gerekirse ben ucu hep Bahariye Caddesi’ne çok yakın evlerde yaşadığımdan Keresteci Aziz Sokağı’nın konumundan ve adından bile hiç hoşnut değildim. Caddeye iki paralel geride kendimi tecrit edilmiş gibi hissediyordum. Ama özellikle çocuğun sağlığı açısından, bu ev kömürle yanan bir kalorifer kazanına sahip olduğundan, evimiz sıcacık ısınıyordu. Su problemi de yoktu. Komşuların hepsi de iyi insanlardı. En üst katta oturan Ülkü Hanım ilk okul öğretmeniydi. Soni daha sonra 1. sınıfa başladığı Moda İlkokulu’nda, onun öğretmeni olmuştu. Onlar daha komşuyken bile birbirlerini çok severlerdi. Soni öğretmen açısından çok şanslıydı.
Fügen’le arkadaş olmamızdan tam 2 ay sonra biz Can Apartmanı’ndan taşınmıştık ama yine de haftada en az iki üç kere görüşüyorduk. Bu arada eniştem Niso ilk arabasını satıp yeni bir araba almaya karar verince, ilk arabası olan beyaz renkteki Murat 124’ünü ondan taksitle satın almıştık. David askerde araba ve cip, hatta kamyon bile kullanmayı öğrenmişti ama henüz ehliyeti yoktu. Arabanın plakası 34 SD 053 dü. Yani Sara–David plakası sanki bize özeldi. Soni sevinçten havalara uçuyordu. Her akşam yemekten sonra üçümüz arabaya biniyor, polise yakalanmamak için Bahariye’nin ara sokaklarında dolaşıyorduk. Neyse o yaz David ehliyetini almış ve uzun yola rahatça çıkmaya başlamıştık.
81 yılının yazında ablamlar arkadaşlarıyla bir ay sürecek olan bir Avrupa seyahatine çıkmışlardı. Artık on buçuk yaşında olan Ari bizde kalıyordu, beş yaşındaki Rina da annemlerde kalıyordu. Biz her gün Ari ve Soni ile birlikte sokağa çıkıyor ve geziyorduk. Annemlere de mutlaka uğrardık. Ari evde devamlı kitap okurdu. Onları birkaç kere Caddebostan Plajı’na götürmüştüm. Bir keresinde iskeledeki duraktan yanlış otobüse binmiş ve Dudullu’ya gitmiştik. Yolda Dudullu’ya gittiğimizi anlayınca Ari ile gülmekten kopmuştuk. Sonra yine aktarmalar yaparak plaja gitmiştik ama, bu macerayı ikimiz de hala gülerek hatırlarız. Ben yeğenimle her yaşında kafadardım. O da bana çok düşkündü.
81 yılının Eylül ayında Soni 4 yaşını bitirmiş ve doğum günü partisini yine ailenin iki tarafı, kuzenler ve arkadaşlarımızla kutlamıştık. Aynı yılın Aralık ayında ise Behiye oğlu Moris’i doğurmuştu. Artık hepimiz anne olmuştuk. Behiye’nin oğlunun brit mila olduğu gün çok heyecanlanmıştım. Bebeği aşağıya brit mila için götürdüklerinde, ben onunla birlikte odasında kalmıştım. Amacım, Behiye’nin telaşlanıp, ağlamasını önlemekti çünkü bütün erkek anneleri, oğulları sünnet edilirken telaşlanıp ağlarlar. Bebeği yanına getirdiklerinde de derin bir nefes alırlar.
82 yılının yılbaşı dönemi ben rahatsızdım. Antibiyotik içerek ve TRT televizyonunu seyrederek yeni yıla girmiştik. O sene de karanlık bir seneydi. Her akşam saat 19.00 ile 21.00 arası umumi olarak elektrikler kesilirdi. Artık herkes 19. yüzyıla geri dönmüş ve fitilli gaz lambaları almıştı. David saat 19.30 gibi eve geldiğinde ışıklar sönmüş olduğundan onu mumların ve gaz lambasının ışığında karşılardık. Mutfakta ve yemek odasında gaz lambaları vardı, tuvalette ise, kocaman yanan bir mum. Karanlıkta akşam yemeği yerdik. Pilli radyodan müzik dinlerdik. Ben mutfak, servis ve Soni’yle ilgilenmekten karanlıkta ne yediğimin farkına varmazdım. Işıklar gelince bulaşık faslı başlardı. Şimdi düşündüğüm zaman o yıllarda Türkiye’de ne kadar iptidai bir hayat yaşadığımızı daha iyi ayrımsıyorum. Her şeyden mahrum, zorluk ve sıkıntılı yılların sonu gelmiyordu. Petrol ambargoları, yasaklarla dolu yıllar, yaşamı tatsızlaştırıyordu. O yıl 6 Mayıs günü David’in abisi Hayim ile eltim Ester’in ikinci oğulları Rafi doğmuştu. Bu bebek hepimizi çok sevindirmişti. Malum uzun zamandır aileye yeni bir bebek doğmamıştı.
1983 yılı aynı tempoyla geldi. Hayat akıp giderken, o sene Rina, Yıldız Alpar Bale Okulu’na yazdırıldı. Haftada iki kere Reks Sineması’nın yanındaki bale stüdyosuna giderdi. Çoğunlukla onu ablam götürürdü, ama bazen de ben götürürdüm. Soni’yi de yanıma alırdım. Yıldız Hanım, Soni’yi, artık çok iyi tanıdığı için, dersleri izlemesine izin verirdi. Soni orada bir taburede oturur, Rina’nın diğer küçük kızlarla yaptığı bale etütlerini izlerdi. Esasen Soni ve Rina ikiz gibiydiler ve birbirlerini çok severlerdi. Soni onlarsız bir hayat düşünemezdi bile…
Bu arada 15 günde bir pazar günleri Hayim ve Ester’le birlikte çocukları da alıp kayınvalidemin Kurtuluş’taki evlerine öğle yemeğine giderdik. Oğlanlar artık iyice palazlanmışlardı. Ester ikinci bebeği Rafi ile evde kalırdı. Rafi tam Yanarocak yüzlü, bembeyaz, kumral bir bebekti. Çocukları bazı Pazar sabahları çocuk tiyatrosuna götürürdük. Ester Kurtuluş’ta kayınvalidemle evde dururken, kayınpeder torunlarının arasındaki koltuğa oturur, keyifle çocuk tiyatrosu seyrederdi. Bir keresinde de Şan Müzikholü’nde sahneye konan “Çatal Matal, Kaç Çatal” adlı bir çocuk müzikaline götürmüştük çocukları. Barış Manço sahneye çıkmış ve o sene bestelediği “Arkadaşım Eşek” şarkısını söylemişti. Soni de şarkıyı bağıra bağıra aynen söylüyordu.
O sene Mayıs ayı benim için kötü başlamıştı. Mayısın başında annem bir bodrum katında oturan teyzem Veneta’nın penceresini tıklatmış ablasının hatırını sormaya hazırlanırken, meğerse tam kapalı olmayan pencere açılınca, annem dengesini kaybedip kaldırımdan, seviyesi oldukça alçakta olan salonun orta yerine uçuvermişti. Teyzem Veneta ve eşi Onkle Bohor annemi dehşet içinde yerden kaldırıp, evine götürmüşlerdi. Saat öğlen 12 gibiydi. Onkle Bohor bize gelip annemin pencereden düştüğünü söylediğinde, o sırada korkudan beynimin uyuştuğunu ve bacaklarımın kesildiğini hatırlıyorum. Çantamı ve Soni’yi kaptığım gibi annemlerin evine vardığımda, korkudan yüreğim çatlayacak kadar atıyor, sesini kulaklarımda duyuyordum. Ben panikten annemin kendi evinin penceresinden düştüğünü sanmışken, annemin sokaktan evin içine düştüğünü öğrenince, aynı anda hem ağlamaya hem de gülmeye başlamıştım ama, annemin hali bitikti. Hemen annemi bir taksiye bindirip, röntgen çektirmeye götürdüm.
Röntgende annemin iki kaburgasının kırıldığını öğrendik. Aslında yürümesini engelleyecek kadar da pelvis kemiği de ağrıyordu, ama olay henüz çok yeni olduğundan röntgende kırık teşhis edilememişti. Kaburga kırığına da bir şey yapılamadığından eve dönmüştük. O günden itibaren benim için çok zor günler başlamıştı. Ablam Moda Caddesi’nde otururdu, okulda çocukları vardı ve kayınvalidesi de onlarla yaşardı. Bizde ise bir tek Soni olduğundan, ve annemlerin iki sokak altında yaşadığımdan, annemin bakımını benim üstlenmem daha pratik olacaktı. Neredeyse bir ay boyunca her gün annemdeydim, akşamları da orada kalıyordum. Annem acılar içindeydi ve doğru dürüst yürüyemiyordu. Teyzem epeyi yaşlanmış ve oldukça bunamıştı. Her şeyi unutuyordu. Babam kalp hastasıydı. Bu yüzden bakımını ben üstlendim. Sabah kahvaltılar, sonra market alışverişi, ardından yemek pişirme, eve durmadan gelen komşulara kahveler, akşamüstü gelenlere çaylar bisküviler. Ablam genellikle öğleden sonraları gelir ve bana destek olurdu. 19 gün sonra tekrar röntgen çekildiğinde annemin pelvis kemiğinin kırık olduğu ortaya çıktı. Ortopedist 2 ay boyunca sürekli olarak sırt üstü yatmasını, ayağını tuvalet dahil yere koymasını yasakladı. Bu iki aylık dönem gerçek bir kabustu. Annemin morali sıfırdı. ”Ben kötürüm oldum“ deyip sürekli ağlıyor ve yakınıyordu. Her boş anımda yanına oturup psikolog gibi, onu iyileşeceğine dair ikna etmeye çalışıyordum. 26 yaşındaydım ve saçımda ilk beyaz saçlarım epeyi fazlalaşmıştı. Bazı cumartesi akşamları ablamlar sardalyalar alıp fırında pişiriyorlar, hep birlikte yiyorduk. Amaç annemi biraz şenlendirmekti.
Haziran ayında yeğenim Ari, Moda İlk Okulu’ndan mezun olmuş, diplomasını almıştı. Ari, bizim aileden, Moda İlk Okulu’dan mezun olan 4. kişiydi. Çok tatlı ve zeki bir çocuktu. Bir sabah, üst kattaki komşumuz annemlerin evine telefon etti ve bana giriş katındaki evimizi muhtemelen lağımın patlamasından ötürü su bastığını ve kapının altından lağım kokulu suların sokağa kadar süzüldüğünü söyledi. Dehşet içinde eve gittim, kapıyı açtığımda evin, girişinden arka odalara kadar, iki karış yüksekliğinde suların altında kaldığını gördüm. Bir tek salon tertemizdi. Sanırım evde arkaya doğru eğim vardı. Kapıyı çektim, vanaları kapattım ve anneme dönerek David’i “imdat” diye aradım. O gün cumartesi günüydü ve David yarım gün Derby’ye giderdi. Hemen yola çıktı, eve geldi ve bir tesisatçı ile birlikte bizim eve gitti. Lağım tıkanmış, altımızda bodrum katı olmadığı için bizim tuvalette taşmıştı. Ev Venedik şehrinin kanalizasyonu gibiydi. Halılar, Soni’nin oyuncakları yerlerde pislik dolu suların altında yüzüyordu. Komodinlerimizin alt çekmeceleri bile pis suların altındaydı. Bu gerçek bir kabustu. Evimiz adeta kurbağalı dere gibi kokuyordu.
Sokakta çukur açılmış ve lağım boruları değiştirilmiş, ardından David, bize temizliğe gelen Yaşar Hanım’ı eve getirmişti. Kadın evi görünce “sizin burada bir yüzen ördeğiniz eksik” deyip gülmeye başlamıştı. Halılar temizlik fabrikasına götürülmüş. Yerdeki her şey çöpe atılmıştı. O gece Yaşar Hanım, kocası ve David gece 12’ye kadar evi temizleyip dezenfekte etmişler, pencereleri açarak havalandırmışlardı. O gün David’in olgunluğuna ve sakinliğine hayran olmuştum. O gece yarısı annemlere geldiğinde, yattığımız yerde “bana destek olursan, kemerleri biraz sıkıp, artık adam gibi bir ev satın alalım” dedi. Ben şaşırmıştım. “Yapabilir miyiz?” diye sorduğumda “Ben bugün sürekli düşündüm, yapabileceğime karar verdim” dedi.
Ertesi günden itibaren David satılık ev bakınmaya başladı. Ben hep annemin başındaydım ama ona çok güveniyordum. Bir hafta sonra işten telefon etti ve Şair Latifi Sokağı’nda, ikinci katta bir satılık daire gördüğünü, gidip bakmamı söyledi. Ben Soni’yi aldım ve komşuda duran anahtarı alarak eve girdim. Bina iki yıl evvel inşa edilmiş, bütün katları satılmıştı, bir tek bizim baktığımız daireyi müteahhit satmak istememiş ve bekletmişti. Ev yepyeniydi. Parkeliydi. Yer taşları paladyendi. Arka odalar Marley karolarla kaplıydı. Banyo ve mutfağı o yıllarda moda olan Çanakkale seramik, desenli karolarla döşeliydi. Ev hidroforluydu, su akıyordu. Fakat kalorifer yoktu. Üst kata çıkıp, sonra çok yakın arkadaş olacağım Canan’ın kapısını çaldım. Ev hakkında sorular sordum. Onlar iki yıldır bu evde oturuyorlardı ve o sene evlerine kat kaloriferi yaptırmışlardı ve çok güzel ısınıyorlardı. Ben evi beğenmiştim. Önde büyükçe bir salon, arkada biri küçük üç odası vardı. Ön tarafta da alaturka bir küçük tuvaleti daha vardı. David eve gelince, bu defa da babamı da yanımıza alarak eve gittik. Onlar da beğendiler. David eve dönerek müteahhiti aradı ve saat 17.00 de buluşmak üzere sözleştik. Anneme anlattık. Kendini unutup heyecanlandı ve yüzü biraz güldü. Hasılı o akşam üstü, David Karadenizli müteahhit ile anlaşmış, bir kısmını peşin ödeyerek 16 ay taksitle olmak üzere almıştı. Hep birlikte annemlere geldik. Babamın daktilosunda anlaşma yazıldı, senetler imzalandı, babam da yine kefil oldu. 2 gün sonra tapu dairesine gittik. Artık bir ev satın almıştık. David 27 yaşındaydı ve bu onun ilk kişisel başarısıydı. Akşam babasına ve annesine o gün bir daire satın aldığını söyleyince onun dalga geçtiğini zannedip, beni telefona istemişlerdi. Ben doğru olduğunu söyleyince, sevinç kahkahaları atmışlardı. Güç ve zorlu zamanlar hala sürüyordu ama, çok genç olduğumuzdan ve birbirimize çok güvendiğimizden, hiçbir şey bize imkansız gelmiyordu.
Kaynak: Sara Yanarocak
81 yılının Mayıs ayında yeni kiralık bir ev aramaya başladık. İlk evimiz çok güzeldi ama su ve kalorifer sorunu canımıza tak etmişti. Sonunda Mayıs ayının sonlarına doğru, Bahariye’de Keresteci Aziz Sokak’ta, Gül Apartmanı’nda bir giriş katına taşındık. Ev oldukça iyi durumdaydı. Ben bir günde bütün radyatör peteklerini boyadım. Duvar kağıtları yeniydi. Gerisi tertemizdi. Genel bir temizlik yaptırıp taşındık. Açıkça söylemem gerekirse ben ucu hep Bahariye Caddesi’ne çok yakın evlerde yaşadığımdan Keresteci Aziz Sokağı’nın konumundan ve adından bile hiç hoşnut değildim. Caddeye iki paralel geride kendimi tecrit edilmiş gibi hissediyordum. Ama özellikle çocuğun sağlığı açısından, bu ev kömürle yanan bir kalorifer kazanına sahip olduğundan, evimiz sıcacık ısınıyordu. Su problemi de yoktu. Komşuların hepsi de iyi insanlardı. En üst katta oturan Ülkü Hanım ilk okul öğretmeniydi. Soni daha sonra 1. sınıfa başladığı Moda İlkokulu’nda, onun öğretmeni olmuştu. Onlar daha komşuyken bile birbirlerini çok severlerdi. Soni öğretmen açısından çok şanslıydı.
Fügen’le arkadaş olmamızdan tam 2 ay sonra biz Can Apartmanı’ndan taşınmıştık ama yine de haftada en az iki üç kere görüşüyorduk. Bu arada eniştem Niso ilk arabasını satıp yeni bir araba almaya karar verince, ilk arabası olan beyaz renkteki Murat 124’ünü ondan taksitle satın almıştık. David askerde araba ve cip, hatta kamyon bile kullanmayı öğrenmişti ama henüz ehliyeti yoktu. Arabanın plakası 34 SD 053 dü. Yani Sara–David plakası sanki bize özeldi. Soni sevinçten havalara uçuyordu. Her akşam yemekten sonra üçümüz arabaya biniyor, polise yakalanmamak için Bahariye’nin ara sokaklarında dolaşıyorduk. Neyse o yaz David ehliyetini almış ve uzun yola rahatça çıkmaya başlamıştık.
81 yılının yazında ablamlar arkadaşlarıyla bir ay sürecek olan bir Avrupa seyahatine çıkmışlardı. Artık on buçuk yaşında olan Ari bizde kalıyordu, beş yaşındaki Rina da annemlerde kalıyordu. Biz her gün Ari ve Soni ile birlikte sokağa çıkıyor ve geziyorduk. Annemlere de mutlaka uğrardık. Ari evde devamlı kitap okurdu. Onları birkaç kere Caddebostan Plajı’na götürmüştüm. Bir keresinde iskeledeki duraktan yanlış otobüse binmiş ve Dudullu’ya gitmiştik. Yolda Dudullu’ya gittiğimizi anlayınca Ari ile gülmekten kopmuştuk. Sonra yine aktarmalar yaparak plaja gitmiştik ama, bu macerayı ikimiz de hala gülerek hatırlarız. Ben yeğenimle her yaşında kafadardım. O da bana çok düşkündü.
81 yılının Eylül ayında Soni 4 yaşını bitirmiş ve doğum günü partisini yine ailenin iki tarafı, kuzenler ve arkadaşlarımızla kutlamıştık. Aynı yılın Aralık ayında ise Behiye oğlu Moris’i doğurmuştu. Artık hepimiz anne olmuştuk. Behiye’nin oğlunun brit mila olduğu gün çok heyecanlanmıştım. Bebeği aşağıya brit mila için götürdüklerinde, ben onunla birlikte odasında kalmıştım. Amacım, Behiye’nin telaşlanıp, ağlamasını önlemekti çünkü bütün erkek anneleri, oğulları sünnet edilirken telaşlanıp ağlarlar. Bebeği yanına getirdiklerinde de derin bir nefes alırlar.
82 yılının yılbaşı dönemi ben rahatsızdım. Antibiyotik içerek ve TRT televizyonunu seyrederek yeni yıla girmiştik. O sene de karanlık bir seneydi. Her akşam saat 19.00 ile 21.00 arası umumi olarak elektrikler kesilirdi. Artık herkes 19. yüzyıla geri dönmüş ve fitilli gaz lambaları almıştı. David saat 19.30 gibi eve geldiğinde ışıklar sönmüş olduğundan onu mumların ve gaz lambasının ışığında karşılardık. Mutfakta ve yemek odasında gaz lambaları vardı, tuvalette ise, kocaman yanan bir mum. Karanlıkta akşam yemeği yerdik. Pilli radyodan müzik dinlerdik. Ben mutfak, servis ve Soni’yle ilgilenmekten karanlıkta ne yediğimin farkına varmazdım. Işıklar gelince bulaşık faslı başlardı. Şimdi düşündüğüm zaman o yıllarda Türkiye’de ne kadar iptidai bir hayat yaşadığımızı daha iyi ayrımsıyorum. Her şeyden mahrum, zorluk ve sıkıntılı yılların sonu gelmiyordu. Petrol ambargoları, yasaklarla dolu yıllar, yaşamı tatsızlaştırıyordu. O yıl 6 Mayıs günü David’in abisi Hayim ile eltim Ester’in ikinci oğulları Rafi doğmuştu. Bu bebek hepimizi çok sevindirmişti. Malum uzun zamandır aileye yeni bir bebek doğmamıştı.
1983 yılı aynı tempoyla geldi. Hayat akıp giderken, o sene Rina, Yıldız Alpar Bale Okulu’na yazdırıldı. Haftada iki kere Reks Sineması’nın yanındaki bale stüdyosuna giderdi. Çoğunlukla onu ablam götürürdü, ama bazen de ben götürürdüm. Soni’yi de yanıma alırdım. Yıldız Hanım, Soni’yi, artık çok iyi tanıdığı için, dersleri izlemesine izin verirdi. Soni orada bir taburede oturur, Rina’nın diğer küçük kızlarla yaptığı bale etütlerini izlerdi. Esasen Soni ve Rina ikiz gibiydiler ve birbirlerini çok severlerdi. Soni onlarsız bir hayat düşünemezdi bile…
Bu arada 15 günde bir pazar günleri Hayim ve Ester’le birlikte çocukları da alıp kayınvalidemin Kurtuluş’taki evlerine öğle yemeğine giderdik. Oğlanlar artık iyice palazlanmışlardı. Ester ikinci bebeği Rafi ile evde kalırdı. Rafi tam Yanarocak yüzlü, bembeyaz, kumral bir bebekti. Çocukları bazı Pazar sabahları çocuk tiyatrosuna götürürdük. Ester Kurtuluş’ta kayınvalidemle evde dururken, kayınpeder torunlarının arasındaki koltuğa oturur, keyifle çocuk tiyatrosu seyrederdi. Bir keresinde de Şan Müzikholü’nde sahneye konan “Çatal Matal, Kaç Çatal” adlı bir çocuk müzikaline götürmüştük çocukları. Barış Manço sahneye çıkmış ve o sene bestelediği “Arkadaşım Eşek” şarkısını söylemişti. Soni de şarkıyı bağıra bağıra aynen söylüyordu.
O sene Mayıs ayı benim için kötü başlamıştı. Mayısın başında annem bir bodrum katında oturan teyzem Veneta’nın penceresini tıklatmış ablasının hatırını sormaya hazırlanırken, meğerse tam kapalı olmayan pencere açılınca, annem dengesini kaybedip kaldırımdan, seviyesi oldukça alçakta olan salonun orta yerine uçuvermişti. Teyzem Veneta ve eşi Onkle Bohor annemi dehşet içinde yerden kaldırıp, evine götürmüşlerdi. Saat öğlen 12 gibiydi. Onkle Bohor bize gelip annemin pencereden düştüğünü söylediğinde, o sırada korkudan beynimin uyuştuğunu ve bacaklarımın kesildiğini hatırlıyorum. Çantamı ve Soni’yi kaptığım gibi annemlerin evine vardığımda, korkudan yüreğim çatlayacak kadar atıyor, sesini kulaklarımda duyuyordum. Ben panikten annemin kendi evinin penceresinden düştüğünü sanmışken, annemin sokaktan evin içine düştüğünü öğrenince, aynı anda hem ağlamaya hem de gülmeye başlamıştım ama, annemin hali bitikti. Hemen annemi bir taksiye bindirip, röntgen çektirmeye götürdüm.
Röntgende annemin iki kaburgasının kırıldığını öğrendik. Aslında yürümesini engelleyecek kadar da pelvis kemiği de ağrıyordu, ama olay henüz çok yeni olduğundan röntgende kırık teşhis edilememişti. Kaburga kırığına da bir şey yapılamadığından eve dönmüştük. O günden itibaren benim için çok zor günler başlamıştı. Ablam Moda Caddesi’nde otururdu, okulda çocukları vardı ve kayınvalidesi de onlarla yaşardı. Bizde ise bir tek Soni olduğundan, ve annemlerin iki sokak altında yaşadığımdan, annemin bakımını benim üstlenmem daha pratik olacaktı. Neredeyse bir ay boyunca her gün annemdeydim, akşamları da orada kalıyordum. Annem acılar içindeydi ve doğru dürüst yürüyemiyordu. Teyzem epeyi yaşlanmış ve oldukça bunamıştı. Her şeyi unutuyordu. Babam kalp hastasıydı. Bu yüzden bakımını ben üstlendim. Sabah kahvaltılar, sonra market alışverişi, ardından yemek pişirme, eve durmadan gelen komşulara kahveler, akşamüstü gelenlere çaylar bisküviler. Ablam genellikle öğleden sonraları gelir ve bana destek olurdu. 19 gün sonra tekrar röntgen çekildiğinde annemin pelvis kemiğinin kırık olduğu ortaya çıktı. Ortopedist 2 ay boyunca sürekli olarak sırt üstü yatmasını, ayağını tuvalet dahil yere koymasını yasakladı. Bu iki aylık dönem gerçek bir kabustu. Annemin morali sıfırdı. ”Ben kötürüm oldum“ deyip sürekli ağlıyor ve yakınıyordu. Her boş anımda yanına oturup psikolog gibi, onu iyileşeceğine dair ikna etmeye çalışıyordum. 26 yaşındaydım ve saçımda ilk beyaz saçlarım epeyi fazlalaşmıştı. Bazı cumartesi akşamları ablamlar sardalyalar alıp fırında pişiriyorlar, hep birlikte yiyorduk. Amaç annemi biraz şenlendirmekti.
Haziran ayında yeğenim Ari, Moda İlk Okulu’ndan mezun olmuş, diplomasını almıştı. Ari, bizim aileden, Moda İlk Okulu’dan mezun olan 4. kişiydi. Çok tatlı ve zeki bir çocuktu. Bir sabah, üst kattaki komşumuz annemlerin evine telefon etti ve bana giriş katındaki evimizi muhtemelen lağımın patlamasından ötürü su bastığını ve kapının altından lağım kokulu suların sokağa kadar süzüldüğünü söyledi. Dehşet içinde eve gittim, kapıyı açtığımda evin, girişinden arka odalara kadar, iki karış yüksekliğinde suların altında kaldığını gördüm. Bir tek salon tertemizdi. Sanırım evde arkaya doğru eğim vardı. Kapıyı çektim, vanaları kapattım ve anneme dönerek David’i “imdat” diye aradım. O gün cumartesi günüydü ve David yarım gün Derby’ye giderdi. Hemen yola çıktı, eve geldi ve bir tesisatçı ile birlikte bizim eve gitti. Lağım tıkanmış, altımızda bodrum katı olmadığı için bizim tuvalette taşmıştı. Ev Venedik şehrinin kanalizasyonu gibiydi. Halılar, Soni’nin oyuncakları yerlerde pislik dolu suların altında yüzüyordu. Komodinlerimizin alt çekmeceleri bile pis suların altındaydı. Bu gerçek bir kabustu. Evimiz adeta kurbağalı dere gibi kokuyordu.
Sokakta çukur açılmış ve lağım boruları değiştirilmiş, ardından David, bize temizliğe gelen Yaşar Hanım’ı eve getirmişti. Kadın evi görünce “sizin burada bir yüzen ördeğiniz eksik” deyip gülmeye başlamıştı. Halılar temizlik fabrikasına götürülmüş. Yerdeki her şey çöpe atılmıştı. O gece Yaşar Hanım, kocası ve David gece 12’ye kadar evi temizleyip dezenfekte etmişler, pencereleri açarak havalandırmışlardı. O gün David’in olgunluğuna ve sakinliğine hayran olmuştum. O gece yarısı annemlere geldiğinde, yattığımız yerde “bana destek olursan, kemerleri biraz sıkıp, artık adam gibi bir ev satın alalım” dedi. Ben şaşırmıştım. “Yapabilir miyiz?” diye sorduğumda “Ben bugün sürekli düşündüm, yapabileceğime karar verdim” dedi.
Ertesi günden itibaren David satılık ev bakınmaya başladı. Ben hep annemin başındaydım ama ona çok güveniyordum. Bir hafta sonra işten telefon etti ve Şair Latifi Sokağı’nda, ikinci katta bir satılık daire gördüğünü, gidip bakmamı söyledi. Ben Soni’yi aldım ve komşuda duran anahtarı alarak eve girdim. Bina iki yıl evvel inşa edilmiş, bütün katları satılmıştı, bir tek bizim baktığımız daireyi müteahhit satmak istememiş ve bekletmişti. Ev yepyeniydi. Parkeliydi. Yer taşları paladyendi. Arka odalar Marley karolarla kaplıydı. Banyo ve mutfağı o yıllarda moda olan Çanakkale seramik, desenli karolarla döşeliydi. Ev hidroforluydu, su akıyordu. Fakat kalorifer yoktu. Üst kata çıkıp, sonra çok yakın arkadaş olacağım Canan’ın kapısını çaldım. Ev hakkında sorular sordum. Onlar iki yıldır bu evde oturuyorlardı ve o sene evlerine kat kaloriferi yaptırmışlardı ve çok güzel ısınıyorlardı. Ben evi beğenmiştim. Önde büyükçe bir salon, arkada biri küçük üç odası vardı. Ön tarafta da alaturka bir küçük tuvaleti daha vardı. David eve gelince, bu defa da babamı da yanımıza alarak eve gittik. Onlar da beğendiler. David eve dönerek müteahhiti aradı ve saat 17.00 de buluşmak üzere sözleştik. Anneme anlattık. Kendini unutup heyecanlandı ve yüzü biraz güldü. Hasılı o akşam üstü, David Karadenizli müteahhit ile anlaşmış, bir kısmını peşin ödeyerek 16 ay taksitle olmak üzere almıştı. Hep birlikte annemlere geldik. Babamın daktilosunda anlaşma yazıldı, senetler imzalandı, babam da yine kefil oldu. 2 gün sonra tapu dairesine gittik. Artık bir ev satın almıştık. David 27 yaşındaydı ve bu onun ilk kişisel başarısıydı. Akşam babasına ve annesine o gün bir daire satın aldığını söyleyince onun dalga geçtiğini zannedip, beni telefona istemişlerdi. Ben doğru olduğunu söyleyince, sevinç kahkahaları atmışlardı. Güç ve zorlu zamanlar hala sürüyordu ama, çok genç olduğumuzdan ve birbirimize çok güvendiğimizden, hiçbir şey bize imkansız gelmiyordu.
Paylaş: